Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Muaz ibni Cebel Radiyallâhu Anh anlatıyor:
Bir seferde Resul-i Ekrem Efendimiz Sallallâhu Aleyhi Vesellemle beraberdik. Yolda giderken, “Ya Resulallah, bana öyle iyi bir işten haber verin ki, beni Cennete soksun ve Cehennemden uzak tutsun” dedim.
Şöyle cevap verdi:
'Sen büyük bir şey sordun. Böyleyken yine bu dediğin şeyi Allah kime nasip ederse ona kolay gelir.
Allah’a ibadet edip, ona bir şeyi ortak koşma, erkân ve âdâbına uyarak namazı dosdoğru kıl, zekâtı ver, Ramazan orucunu tut; Beytullahı ziyaret et (haccet) .'
Bundan sonra da, 'Ya Muaz, hayır kapılarını sana göstereyim mi? ' buyurdu.
'Evet, ya Resulallah.' Dediler ki:
'Oruç bir kalkandır, fenalığa karşı bir siperdir.
Su ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da günahları söndürür.
Gecenin yarısında namaz kılmak salih kulların alametidir.' (Tirmizî, İman: 8)
Bâkî yoluna sarf olunan herşey bir nevi bekaya mazhar olur.
'Yâ Bâkî Ente'l-Bâkî'
cümlesi bu hakikati ifade ediyor.
İnsanın hadsiz mânevî yaralarını tedavi etmekle beraber,
fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor
Bediüzzaman
Ey nefis! Ne hakla ve kime nazlanıyorsun?
Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız.
Çünkü, ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelâl sana iştihâlı bir mide verdiğinden, Rezzâk ismiyle bütün mat'umâtı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra, sana hassâsiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o ellerin önüne koymuştur. Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddî eden ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imânı sana verdiğinden, daire-i mümkinât ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfât-ı Mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra, imânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenâhî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yani, cismâniyetin itibâriyle küçük, zayıf, âciz, zelîl, mukayyed, mahdut bir cüz'sün. Onun ihsanıyla, cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nurânî hükmüne geçtin. Zîrâ, hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle, hakiki külliyete; ve İslâmiyeti vermekle, ulvî ve nurânî bir külliyete; ve mârifet ve muhabbeti vermekle, muhît bir nura seni çıkarmış.
İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güyâ eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem, 'Niçin duâm kabul olmadı? ' diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, dâimâ rahmet ve keremine ilticâ et, Ona güven ve şu fermanı dinle:
('Onlara söyle ki, ancak Allah'ın lütfuyla ve rahmetiyle ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.' Yûnus Sûresi: 58.)
Lügatçe:
Ubûdiyet: Kulluk, İbadetler, Allah'a itaat-mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika: İleride verilecek mükâfatın başlangıcı-netice-i nimet-i sâbıka: Geçmişte verilen nimetin neticesi-Hayr-ı mahz: Her yönüyle hayır, mutlak hayır-vücud: var olmak, mevcud olmak-mat'umât: Yemekler, taamlar-rûy-i zemin: yeryüzü-âlem-i mülk ve melekût: Herşeyin dış ve iç yüzünün meydana getirdiği âlem, madde ve mana alemleri-tegaddî: gıdalanma, beslenme-daire-i mümkinât: Kâinât, imkân âlemi, varlığı ve yokluğu eşit olup var veya yok olmak için Allah`ın tercihine muhtaç olan yaratıklar dâiresi. (Allah`ın dışında herşey dâire-i mümkinâttandır.) -fethetmek: açmak, ortaya çıkarmak-mukayyed: Bağlı, kayıtlı, sınırlı-cüz': Kısım, parça-cüz'î: Azdan olan, parçaya âit olan, pek az, kıymetsiz-küllî: umumî, bütün, hep-küll-ü nurânî: Nurlu bütün; nurânî tam bir varoluş-külliyet: Umumilik, genelleşme, herşeyle ilgili olmak-muhît: herşeyi kuşatmış olan, kapsayıcı-mütehakkimâne: Hükmedercesine. Zorbalık edercesine-mahz-ı fazl: Fazîletin ve iyiliğin tâ kendisi.
Gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün!
Ramazan'ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a'mâl, bire bindir. Kur'ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir.
Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü'l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.
Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur'ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü'minlere kazandırır.
İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla.
Lügatçe;
sıyâm: Oruç-sevab-ı a'mâl: Amellerin karşılığı-nass-ı hadis: Hadis-i Şerifin açık ifadesi-hurufât: Harfler-hasâret: Zarar, ziyan.