Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Kabul şartlarını yerine getirerek dua etmeliyiz
Sual: Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır?
Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde dua makbul olur. Şerâit-i kabulün ictimaı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.
Ezcümle, dua edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir dua olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.
*Hem bizahri'l-gayb, yani gıyaben ona dua etmek,
*Hem hadiste ve Kur'ân'da gelen me'sur dualarla dua etmek; meselâ,
('Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum' Hadis-i Şerif meali)
('Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.' Bakara Sûresi: 2:201)
gibi câmi dualarla dua etmek
*Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble dua etmek,
*Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,
*Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,
*Hem Cumada, hususan saat-i icabede,
*Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,
*Hem Ramazan'da, hususan Leyle-i Kadirde dua etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyen me'muldür.
O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.
Lügatçe;
Şerâit-i kabûl: Kabûl şartları-ictima: Toplanmak. Bir araya gelmek-me'sur: Ecdaddan rivayet edilen. * Meşhur-câmi: Kapsayıcı; birçok şeyle alâkalı olan-hulûs: Hâlislik, saflık, samimiyet, içtenlik-huşû: Korku ile karışık sevgiden gelen edebli hâl-saat-i icabe: Duânın kabul edildiği ve insanlarca bilinmeyen Cuma gününde bir vakit-şuhur-u selâse: Üç aylar-leyâli-i meşhure: Meşhur mübarek geceler, kandil geceleri.
Kötülüğü yaratmak (haşa) kötümüdür?
Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mes'ûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevab, dâî ve sebep, ikisi de Hak'tandır. İnsan, yalnız duâ ile, İmân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur.
Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir -ya istidad ile, ya ihtiyâr ile. Nasıl ki beyaz, güzel güneşin ziyâsından bâzı maddeler, siyahlık ve taaffün alır; o siyahlık onun istidadına âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden, yine Hak'tır. Demek, sebebiyet ve suâl, nefistendir ki, mesuliyeti o çeker. Hakka âit olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayırdır.
İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.
Lügatçe;
seyyiât: Kötülükler, günahlar, suçlar-mes'ûl: Sorumlu-tahribât: Yıkımlar, bozmalar-seyyie: Kötülük, günah, suç, fenalık-kesb-i istihkak: Hak kazanma, lâyık olma, müstehak olma-hasenât: Hayırlar, iyilik ve güzellikler-iftihar: Övünme-Suâl: İsteme-cevab: Karşılık-dâî: Sebep, vasıta-istidad: Kabiliyetler, yetenekler, meziyetler-ihtiyâr: İrâde, kendi isteğiyle seçme ve hareket etme-taaffün: Kokuşma, bozulma, çürüme-mesâlih: işler, faydalar, maksatlar-halk: Yaratma, var etme-kisb-i şer: Kötü olan bir işi yapmak veya o işe âlet olmak-şer: Kötü, kötülük-halk-ı şer: Kötülüğü yaratma, şerrin yaratılışı.
Hemcinsine şefkat, şükr-ü hakikînin bir esasıdır
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette hâlk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hâllerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.
Lügatçe:
hayat-ı içtimaiye-i insaniye: İnsanların sosyal hayatı-maişet: Yaşayış, yaşamak için lüzumlu bulunan maddeler-muavenet: Yardım, yardımlaşma-nefisperest: Nefsin arzularına aşırı derecede uyan, nefsini çok seven-elîm: Acı veren, çok acıklı, üzüntü veren.
Allah, nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor.
İKİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın mutfağından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği hâlde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in'âm edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş; ona mukabil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, Mün'im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü'minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur.
Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle, 'O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in'âmıdır; Onun emrini bekliyorum' diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder.
İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
Lügatçe;
savm: Oruç-in'âm: Nîmet vermek, ihsan etmek-belâhet: Ahmaklık, düşüncesizlik, ne yaptığını iyi bilememek-esbab: Sebepler-ashab: Sahipler-Mün'im-i Hakikî: Gerçek nîmet verici olan Allah-kuvve-i zâika: Tat alma duygusu-memnûiyet: Yasaklılık, yasaklanmış olma-tenâvül: Yiyip içmek.