İstanbul ve Tokat Şa ... Mesaj Detayi Antoloj ...

Gönderen: Abdülkadir Kalay
Tarih: 10.02.2010 21:59
Konu: Bir Göç Hikâyesi - Hayme Ana

Bir Göç Hikâyesi - Hayme Ana

“Hayme Anam!
Kur çadırını kur yine.
Domaniç’te yer bulamazsan,
Evlatlarının gönlüne göç.
Unuttular sizi oban kalkıp,
Tarihe göç ettiğinden beri.”

Hayme Ana salla Ertuğrul’un beşiğini,
Siz beşik sallayanlar bilin hikâyenizi.
Bacıyan-ı Rum nedir diyenler,
Dönüp tarihe bakıversinler.
Çadırda başlayan bu hareketler,
Nine Hatun’larla kurtuluşa erenler.
Düşse evladı Oğuz kansa cepheler,
Sakada onlar, koşuşan hemşireler.
İyi bakılsa görülürdü cengâverler,
Kılıç sallar bizim babaanneler.
Hala Sultan şehit düşer Kıbrıs’tır eller,
Lafa gelince çarşı-pazar onlara yasaktır derler.
Gündüz’e Alp, Tuğrul’a “Er” diyenler,
Onlara kan, can, süt verenler.
Onlar beşiklerde evlatla beraber,
Devlet sallarlar var mı haber?
Kucağına bebe yerine top mermisi verilenler,
Bilenler bilir sizi tarife var mı gerekçeler.
Uyku sallar, acı sallar, umut sallar o eller,
O ellerin hepsi, öpmeye değer mi değer.

—Bir Göç Hikâyesi:

HAYME ANA

Yıl 1413…
Dönemin adı Fetret, boşluk ve karanlık bir dönem ki birlik yok, dirlik yok. Zaman yeniden birleşmenin tam zamanı, yeniden toparlanmaya çalışıyor Anadolu insanı. Yıldırım Bayezıd’ın oğlu Çelebi Mehmet bu birlikteliğin sağlanması için son bir sefer düzenledi Musa Çelebi üzerine. Fetretzâdeler işbaşındaydı hâlâ, onlara ne birlik lâzımdı, ne de dirlik.
Çelebi Mehmet’in ordusunda henüz yirmili yaşlarda genç bir asker vardı. İsmi Ahmet olan bu genç nefer İznik’te rahatsızlandı. Orhan Gazi’ nin imamının oğlu olan Yahşi Fakih’in evinde misafir olan bu genç, Osmanlı Devletinin ikinci kuruluşuna, ayağa kalkışına gözleriyle şahitlik edemese de, öyle bir konuya şahit oldu ki: Bu misafirliği döneminde Yahşi Fakih’in elinde bulunan tarihi belgeler ve yazımlar çok ilgisini çekmiş, Osmanlının ilk dönemlerinin tarihini incelemişti. Çok büyük heyecanlar içindeydi. Ömrünün kalan kısmını buna adayan, o dönemden bize ışık tutan ilk tarihçiydi. Adı Ahmet olan bu genç, Yahya efendinin oğlu, büyük şair Âşık Paşa’nın torunu Âşıkpaşazâde’ydi.

Hastalığını yenmeye çalışıyordu Ahmet. Uykuya dalmıştı. Düş koridorundan ilerledi. İzlemeye başladı rüyasını sessiz bir izleyici olarak. Çok büyük heyecan içindeydi.

Fitne; ocaklar söndüren, felaket fırtınaları estirip devasa hortumunda önüne geçeni yutup, sonra suçu fırtınaya atan fitne.

Birbirlerine saldırdı Harzemşahlılarla, Selçuklular. Birbirlerine Allah, Allah nidalarıyla saldırdılar. Yıllardır sükûnetine kavuşamayan bölge, Cengiz Han ve Moğol ordusunun derdinden uzaklaşmış, birbirlerine düşmüşlerdi. Hareket halindeydi kendilerine yeni bir yurt, yeni ocak arayan Oğuzların Kayı boyu. Elli bin kişi ile çıkılan yolculukta kimi mücadele, kimi savunma, kimi hastalıklarla ilerlenilen bu yolda sayıları on bine kadar düşmüştü.

Pasinler ovasının, Sürmeliçukur bölgesine kadar aşiretini getiren Gündüz Alp aniden vefat etti. İkinci bey konumunda olan Bey Ana ise bilmem kaç türlü tasa içindeydi. Çadırının direği kopmuştu. Beyi, Gündüz Alp’i yoktu artık. Bir felaketin içindeydiler, göç halindeydiler. Bu göç öyle böyle bir göç değildi. Kışlıktan, yazlığa gitmiyorlardı.

Oğulları daha doğrusu çadırı ikiye bölünmüştü. İki büyük oğlu Sungur Bey ve Gündoğdu babalarının ölümüyle iyice ümitsizliğe kapılmışlar, ata yurtlarına geri dönmek istiyorlardı. Gündüz Alp’in bebekliğinden beri dikkatini çekmiş olan, bir Bey gibi büyümüş olan üçüncü oğlu Ertuğrul ile en küçükleri Dündar ise batıya güneşin battığı yere doğru ilerlemek istiyorlardı. Bey Ana ise küçük oğullarını destekliyordu.

O Bey Ana ki; Hayme Ana’ydı. O Hayme Ana sadece sıradan beşik sallamazdı, devlet sallardı. O sadece çadır kurmazdı, devlet kurardı. O sadece ocak yakmazdı, sadece yemek yapmazdı, yürekler pişirir olgunlaştırırdı.

Kayı aşireti obasında gerginlik hat safhadaydı. Sessiz bir geceydi. Step ikliminin gece soğukluğunun altında sabah ışıklarını bekliyordu, iki ayrı düşünceye sahip dört kardeş. Onlar derin düşüncelerinde iken sabah ezanını okuyordu Alperen gazilerden biri. Sabah namazının ardından dört kardeş Bey Ana Hayme Ana’nın çadırına gitmek ve görüşlerinin arkasında olduklarını bildirmek için birbirleriyle yarıştılar. Sungur Bey ile Gündoğdu, Ertuğrul ile Dündar beraberdi. Birbirlerinden habersiz iki ayrı yönden çadıra doğru gelen dört kardeş, Hayme Ana’nın çadırının önünde karşı karşıya geldiler. Hepsi birbirinden alp, hepsi birbirinden erendi. Sungur Bey ileriye doğru bir adım attı, Ertuğrul iki adım attı.

Seslendi Ertuğrul’ a, Sungur. Sabahın kör ayazında nefesi buharlaştı.

— Bre Ertuğrul. Atamız Gündüz Alp, anamız Hayme’dir. Onlar aldı getirdi bizi buralara kadar. Artık babamız yoktur. Aşiretin kararları ne zamandan beri senden sorulur oldu. Bey çadırının büyük erkeği benim. Ve verdiğim karar karardır. Çadırlar sökülecek, oba kalkacaktır. Bildiğimiz topraklara, ata yurdumuza geri döneceğiz. Kırıla, kırıla ne kaldık. Diyeceğim budur, kararıma uy, önümden çekil!

Cevap vermede geç kalmadı Ertuğrul. Nefes buğusuna, buğular kattı.

—Ağamsın, atamsın karındaşım Sungur. Ata yurdundan çıktık çıkalı rehberlerimizden biriydin. Bizden önde sürdün atını güneşin batışına doğru. Atam Gündüz Alp’in kolu kanadı, Alperenlerimizin dualarının baş tacı, obamızın kahramanı, anam Hayme’nin ilk göz ağrısıydın. Ne oldu sana böyle. Biz neden çıktık yurdumuzdan. Neden olduk konargöçer? Bu göçte büyüdüm ben. Bizim Dündar hatırlamaz bile o diyarı. Umurumuzda mı bizim Moğollu. Neden kaldı bunca insanımız gurbet elde, işaretsiz mezarlarda. Babamız veremez miydi
son nefesini atasının yurdunda, anayurdunda? Tek bir amacı var bu milletin Rum diyarında, o da ilerlemek! Gaziyanda, Abdalanda, Ahiyanda, Bacıyanda bu yolda. Biz çocuklarımızı çelik çomak oynasınlar diye getirmedik bu diyarlara. Gök çökse, yer delinse biz yinede ilerleyeceğiz yolumuzda. Anam Hayme’yi de üzme, o sırtında taşıdı binlerce kişiyi, dağlardan tepelerden aşırdı inancı. Odur dert küpümüz, sabır taşımız, hatibimiz. Ne ben beyim, ne sen, ne de bu diğer karındaşlar. Benim beyim anamdır, ona inanırım. Benim anam Hayme Ana’dır!

Hava bu nefeslerle iyice buğulanmış, gerginlik yay kirişlerinden daha gergindi. Yere çökmüş, uzun boyunlarını yere uzatmış develerin başları yukarda, atları Akal Teke’ler kişniyordu durun, durun dercesine.

Çadır keçesinin kılları ağarmıştı sanki. Nefeslerinin buğusu kırağı olup çökmüştü çadırın üstüne. Yavaşça aralandı çadırın kapısı. Gözlerini çadırdan yana çevirdi Sungur ile Ertuğrul. Ürktüler birden. Gözlerinin gördüğü hiçbir şeyden korkmayan bu iki yiğit, ürktüler birden şimdiye kadar hiç ürkmedikleri kadar ürktüler. En büyük yiğitlik, en büyük cesaretti belki de ana kapısından korkmak.

Hızla çadırın kapısından dışarı doğru bir kalkan fırlamış, Ertuğrul ile Sungur’un tam ortasına düşmüştü. Ardından alemli bir miğfer, göğüslük ince telden zırh ve kılıcından sıyrılmış bir kın. Tanıdıktı bu eşyalar onlara. Bu eşyalar babaları Gündüz Alp’ten geriye kalanlardı. Hayme Ana göründü çadırın kapısında. Bir elinde ise boylarının simgesi sancak, diğer elinde ise atalarından yadigâr Gündüz Alp’in kılıcı vardı. Ağır adımlarla ilerledi oğullarına doğru. Tam aralarına girdi, elindeki sancağı sertçe havaya kaldırıp yere sapladı. Kılıç ise elinde ve havadaydı. Yüzünü bir ona, bir diğerine çevirdi. Oğullarının ise boyunları büküktü. Derin bakışlarını bir süre ayırmadı onlardan. Seslendi onlara ve aşiretine, nefes buğusu ejderha olup diğer nefesleri yuttu.

“—Oğuz’un torunları, Kayıhan’ın çocukları! Bizim şüphesiz ne doğadan, nede Moğol’dan korkumuz vardır. Biz Selçuklu diyarında uçlara Peygamber emanetini ileriye taşımaktayız. Beşte bir kaldık yollardan geçe, geçe, uğraşa, uğraşa. Ben bıkmadım çadır söküp kurmaktan, yeni ocaklar yakmaktan” dedi ve sertçe elindeki kılıcı yere sapladı. Bu ne bilek, bu ne yürekti? Bu ana yüreğiydi. Bu Türk anasının, Hayme Ana’nın yüreğiydi. Bir hamlede zırhı üstüne geçirdi, miğferi başına taktı, bir eline sancağı, bir eline kılıcını aldı. Devam etti sözlerine “Bu zamana kadar deve yuları çektim ben. Bu sancağı taşıyacak bundan sonra bu el. Selçuklu diyarında, Rum ülkesinde. İsteyen gölgesinde gider, isteyen gölgesinin tersi yönünde uzaklaşır ondan.

Bu sesle yankılandı Sürmeliçukur. Beyler, kadınlar toplamaya başlamışlardı çoktan çadırlarını, yükler yüklenmişti develerin hörgücüne. Güneş bir başka doğmuştu obaya. Sürmeliçukurun gözleri kamaştı güneşten. Sungur ve Gündoğdu yönlerini doğuya çevirdiler. Hayme Ana ise devam etti ardındaki dört yüz kırk dört kişi ile.

Sivas’a varan aşiret daha yeni konmuşken, bir haber geldi. Yakın bölgede Moğollarla, Anadolu Selçukluları savaşıyorlardı. Hayme Ana emanetleri Ertuğrul’a verip cenk meydanına yolladı onu erleri ile. O da bacıyânı toparlayıp yetişti arkalarından. Su yetiştirdiler erlere, hemşire olup yara sardılar. Savaş sonunda galip gelen Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat, Hayme Ana ve oğlu Ertuğrul’a Ankara yakınlarındaki Karacadağ ve çevresini vererek hilat giydirdi.

Çok durmadılar Karacadağ’da hep batıya doğru ilerlemek arzusundaydılar. Devlet evinin direği olan Hayme Ana, o devlet çınarının filizini dikeceği toprakları bulamamıştı belki de. Uç beyliği verilen Kayı boyu Aşağı Sakarya havzasına kadar ilerledi. Domaniç Çarşamba ovasına geldiklerinde durdu ve seslendi Hayme Ana oğlu Ertuğrul Gazi’ye.” Ey oğul! Anayurttan ayrılalı yıllar geçti. Deli rüzgârlar önünde oradan oraya savrulduk durduk. Beylik otağını kurduğumuz şu yaylalar, artık son durağımız, son konağımız olsun.

Çok sevdiği küçük torunu Kara Osman’ı yanına alarak gösterdi Domaniç Çarşamba yaylalarını. Tarif etti devlet böyle kurulur diye, hayal etti. O peşindeki dört yüz kırk dört kişiyle devamı oldu Selçuklunun, temelini attı cihanın en büyük imparatorluğunun. Atası oldu yüreği ata sevgisiyle dolu cumhuriyet evlatlarının. Taşınacak adı sonsuza dek, çünkü bizim milletimiz, devletimiz ebet müddet.

Yavaş, yavaş kendine gelmedeydi Âşıkpaşazâde. Gömleği terden değil gözyaşından ıslanmıştı. Gönlüne yazdı gördüklerini, bekledi ta ki Kostantiniyye feth olunana dek. Yazdı fetih sonrası Tarih-i Âşıkpaşazâde’yi, çok bahsetmese de
onlardan düştü notunudu cümlesinden…”... ve hem de bu Rûm'da dört taife vardır: Kim misafirler içinde anılır biri Gaziyân-ı Rûm ve biri Abdalân-ı Rûm ve biri Bâcıyân-ı Rûm ve biri Ahiyân-ı Rûmdur...”

Hayme Ana dokuma yaptı, peynir yaptı, koyun kırptı, oğul yıkadı, su taşıdı, ekmek yoğurdu, koyun, keçi kırptı, düğün dernek kurdu, Ahiyânla âhi, Abdalânla abdal, Gaziyânla gazi, Bacıyânla bacı oldu, o hepimize ana oldu. Ahi Evran hanımı Hacı Bektaş’ın kızcağızı Fatma Bacı’yla önder oldular Anadolu bacılarına. Devam eder bu bacılar yolculuklarına.

O dönemin engizisyon mahkemelerinin kadın deyip geçip susturmayı marifet saydığı dünyada biz marifet saydık onları konuşturmaya. Biz bizi emanet ettik onlara. Kutsalımızı vatan hamurunu verdik onlara yoğursunlar diye. Kaba saba erkekciklerden bana ne. Cenab-ı Hakk sakladı bizleri onlara, yüz yaşına da girsem bağırırım anne diye, ilk konuştuğum anda ki gibi. Çarşı pazar yasaklısı, binek kullanamaz denilen kadınlar, Nine Hatun kadın değil miydi? Kıbrıs’ın fethinde yiğitçe atından düşüp şehadete eren Peygamber a.s süt teyzesi Hala Sultan Hz. Ümmi Hiram kadın değil miydi? Hem kadındı, hem de Ashab-ı Kiram. Ruhlarınız şad olsun vesselam.

Abdülkadir KALAY