İstanbul ve Tokat Şa ... Mesaj Detayi Antoloj ...

Tarih: 05.02.2009 11:17
Konu: ÖYKÜ TADINDA - 1 - (45 LİK PLAK)

Hayat bir muamma, insan ise içinden çıkılmaz bir derya, durum böyle olunca da insanlar yaşadıkları süre içinde ne maceralar ne velveleler ne bilmecelerle karşılaşıyor, bilemediğimiz bir çok sorunun cevabı aslında yine kendi öz benliğimizin merkezinde durup duruyor, fakat bu öz benliğimize ulaşan yol o kadar derin ve karmaşık bir bilmece ki anlamaya çalışırken her aydınlanmanın arkasında cevaplarla birlikte sürekli yeni sorular ve ilgi alanları gelişimini sürdürüyor.
Kur’an ve sünnet eksenli bir hayat tarzı oluşmamış yada yaşadığı toplumun gaflet esintisine kurban olmuş kişilikler manevi doyuma ulaşma ve ruh zenginliğinden istifade edememe durumu ile karşı karşıya kalmaktadır.
İnsan denilen varlığın dünyaya asıl geliş gayesi kendi öz benliğini bulmak ve kul olduğunun idrakine varmaktır.
Bir çocuk düşünün on üç, on dört yaşlarında babasız anasız kopuk aile yaşantısı düzeninde din bilgisinden yoksun her türlü kötü alışkanlık, kötü arkadaş çevresi ile askerlik çağına kadar yaşadığı kirli hayat düzeninin etkilerinden nasıl kurtulabilir, insanın yaratılış gayesi itibarı ile Rabbine karşı olan sorumlulukları, yerine getirilmesi gereken vazifeleri vardır, bilgisiz cahil bir çevre içinde yetişip de doğrulara meyil tarafı ağır basan, yanlışlara karşı tavır koyan nice ehli kemal namzedi kullar vardır.
Ben şair değil iken ‘’hoş şimdi de değilim ya! ’’ daha henüz yirmili yaşlarda nefsimin türlü istekleri peşinde koşar iken en sevdiğim şey evde yalnız başıma kalıp ilk işim o malum şişenin kapağını açmak olurdu, yine böyle bir gün o yıllarda henüz teyp denilen alet bizim evimize ulaşacak kadar bol miktarda üretilmiş değil yada yurt dışından pahalı fiyatlara getirilebilen herkeste olmayan lüks bir cihaz idi ve o zamanlar biz sevdiğimiz şarkıları 45 lik ve LP (long play) denilen plaklarda dinlerdik.
Yine günlerden bir gün türkü olarak dinlediğimiz Hacı Bektaş Veli hz. sözleri olduğunu dahi bilmediğim

‘’Bu bir demdir gelir geçer duyamazsın demedim mi? ’’ dedi
ve ben kaldım öylece türkü falan değildi bir şey anlatıyordu, bir süre derin düşündüm yine anlayamadım ve tekrar, tekrar dinledim, sordum sorguladım kendi kendime, bu neyin demi, hangi dem, ne gelir ne geçer, duyulmadan geçen ne, duyulması gereken ne, yine tekrar, tekrar dinledim, ne anlatmak istiyordu çözmek için tam olgunlaşmamış genç beynimi epeyce yordum ve cevap bulamadım, sonra bunu ertesi günler ve yine ertesi günler izledi hep aynı sorular, işte böylece dostlarım altı ay kadar bu düşünce ile boğuştum durdum, başkalarına sormak aklıma geldi kesik, kesik olumsuz cevaplar aldım kimisi de dedi ki

‘’yahu işin mi yok türkü işte dinle geç derin düşünme kafayı yersin’’

fakat bana göre böyle değildi inatla düşünmeye devam ettim beynimin içinde resmi belirmeyen renkleri ve şekilleri belli olmayan büyük bir puzle vardı sanki ve ben resimsiz görüntüde parçaların yerlerini bulmaya uğraşıyordum, sonra yine onca yeni çıkan plak arasında birisi içindeki sözler beni temelli sersem etti, bu sefer sözün sahibi belli idi ama tanımıyordum, onun ismini sadece okulda türkçe derslerinde duymuştum herhalde,
Orhan Veli’ydi bu şair

Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda
Dokunabilir misiniz göz yaşlarıma ellerinizle

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel
Kelimelerinse yetersiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce

İlk başı çok etkili gelmişti ve aynı hali yaşayıp kendi iç dünyamda sesimi kime duyuracağımı dahi bilemeden ağlamaya koyuldum, duyacak kimse yok sanıyordum. ‘’mısralardan dökülen gözyaşına dokunmak’’ ne müthiş bir şey diye düşündüm, düşündüm ağlayarak an içinde kayboldum ve nihayet sözlerin bomba etkisi ile tekrar kendime geldim

Bir yer var biliyorum
Her şeyi söylemek mümkün
Epeyce yaklaşmışım
Duyuyorum
Anlatamıyorum

ve işte burası idi tüm kalın duvarları yıkan balyoz, bir yer olduğunu bilip söyleyecek söz bulamamak ve her şeyin söylenebileceği bir şey ne olabilirdi, beynimde sorularla cevaplar cirit atıyor hangisi cevap hangisi soru anlayamıyordum ama o da şarkıda aynı şeyi söyleyip varılacak bir menzile yaklaşmış olup, koku deyin, ses deyin, yakınlık deyin duymuş olup anlatamıyorum diyordu ve kilitlendim kaldım, tekrar, tekrar plağı başa alıp düşünerek yine dinledim ve hep ağladım, acaba diyordum bize çocukluğumuzdan beri anlatılan o cennetten mi bahsediyor dünyadayken oraya yaklaşmak nasıl bir şey diye düşündüm, yoksa başka bir şey mi anlatmak istiyor bu şairler ne acayip adamlar neden anlaşılmaz gibi görünen sözler söylerler, kendi anlamış olduğu şeyi niye açık, açık söylemez de bizi böyle düşünceye sevk ederler diyordum, meğer işin sırrı o imiş düşünüp beyni devamlı faal halde tutmak için başkalarına yardımcı olurlarmış bunu da gün görmüş yaşlı birinden duydum ve farkında olmadan düşünce sınırlarını zorlayıp bilemediğim konularda acayip tefekkürlere dalarak akıllı gördüğüm kişilere devamlı bunun ne demek olduğunu siz nasıl anlıyorsunuz diye sorular sormaya ve bu bilinmezliğin bu anlatılmazlığın içinde zaman, zaman kaybolmayı öğrendim.
Artık bu düşünce bende öyle bir yer etti ki bu soruların cevabını bulmayı kendime vazife addettim, işte böylece dostlarım şiirin sadece bu son kısmı

Bir yer var biliyorum
Her şeyi söylemek mümkün
Epeyce yaklaşmışım
Duyuyorum
Anlatamıyorum

hiç kimseden istediğim ölçülerde tatmin edici bir cevap alamamış olmakla tam dört sene kafamı meşgul etti ve pes etmedim düşünmeye devam ettim, bu geçen zaman içinde Tahtakale’de ağabeyim ile birlikte bir küçük işyeri sahibi olmuş Anadolu’ya toptan küçük ev aletleri, el radyosu, televizyon anteni, kablo vs. falan pazarlıyorduk zor bela ikinci el bir panelvan alıp, kaçak olarak gelen oto teyplerinden arabama taktırmış onunla ‘’anlatamıyorum’’ u dinleyerek Marmara ve Karadeniz bölgesini ticari maksatla dolaşıyordum.
Derin düşüncelerim ve enteresan sorularımdan kimse sıkılmıyordu ve sen artık derviş olmuşsun demeye başladılar bende onlara böyle derviş mi olur abdest yok namaz yok oruç yok şişe dersen o var diyordum neşeli halde görünmeye gayret gösteriyor ve içimde feveran eden sualler cümbüşünün detayına, deli derler korkusuyla pek girmiyordum, 26 yaşlarında ve bekar olmama rağmen tüm samimi arkadaşlarım 45 – 50 yaşlarında idi her gittiğim yerde müşterilerimin çoğu senin muhabbetin çekiliyor deyip akşam beni alır yemeğe götürürler misafir olduğum için bana hesap da ödetmezlerdi.
Dört senenin sonlarında artık iş adamı olmanın heyecanı ve ödenecek çeklerin hesaplarını düşünmekten ‘’anlatamıyorum’’ u düşünme fikri zayıflamış fakat tamamen de unutmuş değildim, elbet ileriki yaşlarda buna cevap bulabilirim diyerek onu gönül arşivime koyup hayatın velvelesi içinde çıkacak sonucu beklemeye koyuldum.
Allah c.c. kullarına nice kapılar açar da bazıları farkında olur nimetten nasibini alır, bazıları da açılan manevi kapıların farkına varamaz, ‘’hislerim beni aldatmıştır, bana öyle gelmiştir veya hayal mahsulü bir iştir’’ der geçer.
İşte ‘’an’’ bu demdir, bu insanın kendi özü ile tam bir beraberlik kurduğu zaman kendi manevi hali ile hallenip demlendiği andır.
Zaman içinde beynimizde türlü düşünceler ve velveleler varken o kalabalık düşünce cümbüşünde ‘’an’’ ı ayıklayıp bulma hüneri ve gaflette olmayıp ‘’Duyamazsın demedim mi’’ hitabına muhatap olmayanlar için gönül penceresinden açılan bir kapıdır aslında...

DEVAM EDECEK

Ekrem Nalbantlı