Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
İlk yaratılan nur O’nun nurudur. O zuhur etmezden evvel gündüzün geceden, baharın da kıştan farkı yoktu. İyilikler, kötülüklerle içiçe; akıl nefse yenik, ruh da bedenin esiri idi. Varlığın sırrını keşfedip, akla yüksek hedefler gösteren, düşünceye kapılar açıp insanın ebetlere namzet olduğunu âlem-şümul bir dille haykıran O’dur
Bütün yeryüzü, engin denizler, sema ve yıldızlar, O’nun dört bir yana saçtığı nurlar ve gönüllerimizde mayaladığı irfan sayesinde birer mana ve değer kazandılar. O’nun, varlığı didik didik edip önümüze sereceği güne kadar, denizler gulyabaniler diyarı, gökler birer bilmece ve kaos, yıldızlar yanıp sönen çocuk oyuncağı mumlardan ibaretti. O’nun aydınlık dünyasında herşey değişti, renklendi ve çok manalı mücessem birer lafız haline geldi. Şu kara ve kuru toprak, O’nun ötelerden getirip bağrına boşalttığı hayat suyu sayesinde ebediyetin fideliği oldu. Tepeler zümrütten urbalarıyla cennet bayırlarına döndü. Ovalar, bir bir uhrevi güzelliklere büründü. Irmaklar Kevser çağıltılarıyla akmaya başladı. Ve yeryüzü, okunan, manası anlaşılan bir kitap seviyesine yükseldi...
O’nun gölgesi şu fani cihanın üzerine düştüğü andan itibarendir ki, her insanın en büyük problemi olan “yok olma” düşüncesinin öldürücü tesirleri kırıldı; hicranla yanan sinelere dost ikliminin bağ ve bahçesinden ümit kokuları gelmeye başladı. Bütün yaslı çehrelerde tebessümler belirdi ve o güne kadar bir matemhane görünümünde olan yeryüzü, bir bayram, bir şehrayin halini aldı.
Biz hepimiz, O’nun, ruhlarımıza üflediği hayat sayesinde varlığımızı idrak edip, çevremizdeki güzellikleri tanıyabildik; benliğimizdeki cevherleri değerlendirip sonsuza açık arzularımızı sezebildik. O olmasaydı, ne özümüzdeki sonsuzluk düşüncesini anlayabilir ne de ebetler ülkesine seyahati bu kadar şirin görebilirdik. Gözlerimizden perdeyi kaldıran O, gönüllerimizi aşk-u şevkle coşturan O ve bizleri hakikate seferler tertip eden sırlı gemilerin sonsuza açıldıkları aydınlık rıhtıma ulaştıran da O’dur. O’nun rehberliğini kabul etmeyenler katiyyen bu limana ulaşamazlar; limanda bulunsalar bile, O’nun kaptanlık yaptığı gemiye binemezler
O, bir uzun ve sırlı yolculukta bizim bulunduğumuz sahilin kaptan ve rehberi, öbür sahilin de mihmandar ve teşrifatçısıdır. Kabirden cennet kapısına kadar her yerde O’nun bayrağı dalgalanır - dalgalandırana canlar feda olsun! - insanlığın başının sıkıştığı her yerde, O’nun şefaatiyle problemler çözülür.
O’nun nuru, sonsuzluk iklimine seyahatler tertip edenlere kutup yıldızı gibi bir fener, O’nun neşrettiği hikmet bu uzun yolculukta hiç aldatmayan bir rehberdir. O’nun nurundan mahrum olanlar takılıp yollarda kalmış, O’nun hikmetini tanımayanlar da dalalette boğulup gitmişlerdir.
O’ndan evvel binler-yüz binler, varlığın bağrına nurlar saçıp, eşyanın mana ve hakikatini ve O’nun delalet ettiği yüce gerçeği defalarca anlatmışlardı. O, bu mevzuda gelmiş-geçmiş bütün peygamberlerin sesi-soluğu oldu, yeri-göğü velveleye verdi... Seleflerini ve onların hizmetlerini en gür avazlarla ilan etti... — Kitaplarının asıllarını kabullenip tahriflere parmak bastı. — Yanlışları tashihte bulunup müphem ve mücmel noktalara aydınlıklar getirdi. Kurduğu dünya-ukba muvazenesiyle akılsızlık ve muhakemesizliğin ayağına prangalar vurdu Maddeyi ve maddeciliği ışıktan menşuru, altında değerlendirerek her şeyi yerli yerine koydu... His, akıl, kalb ve ruh halitasından dantelâlar gibi yepyeni sistemler meydana getirdi; insanlığın önüne herkesin istifade edebileceği semavi sofralar serdi. Ve bu renk ve desen içinde, vahyin büyüleyici ışıklarıyla, vicdanlara en ölümsüz ilahi besteleri sundu.
Ey yaratılışın gayesi, varlığın özü, peygamberlik hakikatinin zübdesi! İnsanlık ancak senin bayrağının dalgalandığı yerlerde emniyet ve mutluluğa erip aradığını buldu; buldu ve yok olmadan kurtuldu. Senin kutlu adın yeryüzünde duyulmaya başladığı andan itibaren -adına canlarımız feda olsun- sultanlar kulaklarına küpe takıp kul olduklarını ilan ettiler ve kapıkullarına sultanlık yolları açıldı.
Dünya senin dünyan, bizler de senin kapı kullarınız! Dizgin neden başkasının elinde olsun; bizler neden ağyarın kulu-kölesi olalım! Kalk, karanlıkta kalmışların dünyalarını aydınlat; pejmurdelerin imdadına koş; huzurunda elpençe-divan durup kul olduğunu ilan edenlere tebessüm eyle; dünyaları yeniden şekillendir ve asırlardan beri devam ede gelen şu kör dövüşüne hakem ol! Özünden uzaklaşıp başkalaşanların gözlerine ışık saç; yarasalara gündüzlerin erkanını öğret; nefsin kullarına hürriyete giden yollan göster; tabiat-perestleri maddenin zindanından zad eyle..!
Bak, bir yanda hak tezyif görüp zulüm alkışlanıyor; diğer yanda getirdiğin ilahi mesajlara “çöl kanunu” denip alay ediliyor ve Hakk’ın mir’at-ı mücellası Yüce Zat’ın hakkında - Zat’ına ruhlarımız feda olsun- (hicabımdan söylemeyeceğim) neler neler deniyor... Kerem ve civanmertliğin bu şom ağızları da bağışlayacaksa, boynumuzu büküp sükut etmeden başka ne gelir elimizden; haddimiz mi Sultan’a yol gösterelim..! Ama bizler Sen değiliz, sabrımız da sabrın olamaz! Bir gün takat ve tahammül surlarımızı zorlayan bunca saygısızlık, bunca hoyratlık karşısında, senin hilmini, senin silmini koruyamazsak, -Allah aşkına- bizleri bağışla ve edep bilmezliğimizi hoş gör!
Ey sabrın, hilmin, silmin, azmin ümidin temsilcisi! Gel gönüllerimize bir kere daha doğ; vicdanlarımıza ümit ve sekine mesajları sun! Gel şu sarsılan gemimizin dümenine otur ve sadık tayfalarına kurtuluş sahillerini göster..
Cihanın dört bir yanında zulmet zulmet üstüne havaların karardığı, denizlerin en hınçlı dalgalarla artarda kabardığı, karaların en vahşi ulumalarla inlediği şu günlerde uzat elini bizlere; uzat ki çok bunaldık. Uzat ki atmosferimi aydınlansın, kuduran deryaların homurtusu dinsin ve şu birkaç asırlık ulumalar kesilsin!
Bak, senin dünyanda fitne, gemi-azıya almış gidiyor; kundaklamaları kundaklamalar takip ediyor. Kalk, bu fitne ateşlerine bir su serp ve dünyanın çehresini saran tozu-dumanı temizle, her taraf çağının nasiyesi gibi tertemiz olsun!
Güllerin minik minik tomurcuğa durduğu, tutiyaların gizli gizli tebessüm kesip yolunu gözlemeye koyulduğu, yolunu bekleyenlerin gözleri “Seniyye-i veda” da (bize ay doğdu) diyecekleri eşref-i saatin yaklaştığı şu dakikalarda, hasret ve hicranla yanan ruhları daha fazla bekletme gel! Gel ki, kapıkulların coşsun ve övünsün, düşmanların da parça parça olsun, yerinsin!
Yıllar var ki, Sana, şu mütevazı sayfalarda, kırık-dökük beyanlarımızla davetiyeler çıkarıyor, arz-ı hal edip yalvarıyor ve gönüllerimize taht kurup bizlere “bendelerim” diyeceğin anı bekliyoruz. Hatta zaman zaman on dört asır öteden lütfedip gönderdiğin “kardeşlerim” iltifatına itimat ederek; kapımızın önünde duyduğumuz her ayak sesine “bu O’dur” diyor ve “geldi bir akkuş kanadıyla revan” sözüyle kıyam eder gibi, kalkıp elpençe divan duruyoruz. Bu ümit ve bu şevkle kıyamete kadar da böyle oturup kalkmaya devam edeceğiz..!
Ey dost! Dil eksik, ifade eksik; aşk u şevk eksik, yürekte heyecan eksik Affına sığınarak bir söz edelim dedik, o hepsinden eksik! Birşey var eksik olmayan: Kapının kulları olduğumuz ve nuruna muhtaç bulunduğumuz. Evet, işte bunu şefaatçi yaparak son bir kere daha kapının tokmağına dokunuyor ve Şeyh Galip edasıyla
“Medet ey Sultan’ı Resul Şah-ı mümecced!
Medet ey biçarelere Devlet-i sermet!
Medet ey divan-ı ilahide Seramed!
Medet ey menşür-u le amrükle müeyyed! ”
deyip inliyoruz. İnanıyoruz ki, böyle eşiğine baş koyup beklerken, bir gün mutlaka o ipek den kanatlarınla uçup üzerimizden geçecek ve geçerken de Taptuk diliyle “bunlar bizim kaçaklar mı? ” deyip sahip çıkacaksın..!
SIZINTI MAYIS 1988
========================================
** YANITLANAN MESAJ ********************
========================================
Gönderen: H A N
Alan: (grup üzerinden) *****SU*****
Tarih: 22.11.2008 10:08:00
Konu: [enbiyalar-serve..] Asitane’de bir çığlık...
----------
Uzaklardan bir ses işitiyor kulak kabartanlar, bir çağ mı değişiyor dersin yoksa yeni bir dünya mı kuruluyor. Gökte bir ses yankı buluyor kendine, Mayıs Haziran’a nasıl teslim ediyorsa kendini, şehirde öyle teslim olmak istiyor gerçek sahibine... Devasa toplar yol alıyor surlara doğru, eski dünya bir tarafta suskun, yeni dünya hiç olmadığı kadar inatçı bu günde. Haliç’in suretinde bir tebessüm, su olmadan gemiler nasıl yürüre cevap arıyor cihan,Blachernae’nin yüreğinde bir yara fakat Ulubatlı gecikmiyor merhemini sürmede, sancaktan gözünü ayırmayanlar rüzgârı hissediyor, rüzgâr kendini bırakmış sancağın ellerine...
İstanbul ağlıyor, İstanbul gülüyor. Mutad yollar sarayın bahçesine taşıyor hayalleri, çanlar susarak kurtuluyor esaretten, bir ezan dalga dalga ilerliyor şehrin sokaklarında, gittiği her haneye, çaldığı her gönüle aynı dizeleri fısıldıyor. Ayasofya gururla bakıyor boğazın sularına, Yeditepe yedi renk, hisarlar hiç olmadığı kadar güzel, yağmur ıslatıyor yürekleri, zincirlerinden kurtuluyor şehrin temiz kalmış tek cariyesi... Efsanesinde boğuluyor Konstantinapolis, efsane oluyor Kız Kulesi...
Bir şehir ne kadar sahiplenir kendinin önüne geçmiş birini, nasıl şefkat gösterebilir, hangi nedeni gebe bırakır göğsüne yaslamak, uzun hayalleri beraber kurmak için... ya da ispat edebilir mi düşünüp de yazamadığı mısraların varlığını, Eylül’e danışsa alabilir mi bir cevap? Ya bahar, o görmüş müdür duygulara kazınan harfleri? Olmaz, konuşamaz bir şehir, soru soramaz, hiçbir varlığa sevda duyamaz habersiz... Kaç sevgiye neden oldun, kaç düşe düştün bilinmez, bilmediği aşkların masum faili, yüzü tebessüm görmemiş Kız Kulesi... Konuş şimdi! Hiç olmadığı, kims...
................