Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Kadına şiddetin ulusal kimliği yok
Hiçbir ulus sadece erkeklerden oluşmuyor. Doğurganlığı nedeniyle kadın, ulusların değil insan türünün de devamını sağlayan ana kaynaktır. Dişinin üslendiği bu rol üreyen bütün canlılarda değişmez. Ne ki, insanın sosyal örgütlenişi sürecinde kadın, hak etmediği bir yere oturtulmuştur. 21. yüzyıla girdiğimiz bu dönemde dünyanın farklı bölgelerinde görece iyileşmenin yanında kadının bu konumu değişmezliğini koruyor hala. İnsan hakları sözleşmeleri, kadın hakları protokolleri gibi anlaşma ve yazılı senetlere karşın kadın hakları savaşımı durmuş değil.
Dünya nüfusunun 3.2 milyarı kadınlardan oluşuyor. Erkekler ve kadınlar arasındaki rakamsal oranlama, erkeklerin dünya nüfusunun yüzde 50.3'ü oluşturuyor olmalarından ibaret. Bu binde üçlük farka karşın, erkek, kadın üzerinde büyük bir baskı kurmuş bulunuyor. Yanısıra savaşların, felaketlerin, 'değer' yargılarından kaynaklanan baskıların uygulandığı en büyük kesimi oluşturuyorlar.
Aydınlanma ve demokratik savaşımları yaşamış olan, hak ve özgürlükler alanında dünyanın en gelişmiş ülkeleri olarak gösterilen Avrupa ülkelerinde bile kadın, dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan hemcinslerinin yazgısından bütünüyle kendini sıyırmış değil.
Şiddetin rengi yok
Uluslararası Af Örgütü verilerine göre dünyada her beş kadından biri işkence görüyor, her üç kadından biri şiddete uğruyor.
İşkence gören kadınların oranları Mısır'da yüzde 35, Hindistan'da yüzde 40 gibi korkunç bir boyutta olsa da, şiddetin tonunun daha da düşük uygulandığı ülkelere baktığımızda nasıl bir sorunla karşı karşıyı bulunduğumuz daha iyi anlaşılır: Örneğin Amerika'da her 15 saniyede bir, bir kadın eşi tarafından şiddete uğruyor, 141 milyon nüfusu bulunan Rusya'da her gün 36 bin kadın eşi tarafından dövülüyor. Almanya'da her üç evden birinde şiddet var ve bu şiddetin yüzde 67'si kadınlara uygulanıyor. Türkiye'de ise kadınların yüzde 59'u şiddet görüyor.
Dünyada kadınların yüzde 47'si cinsel ilişkinin zorla olduğunu söylemektedir. Erkeğin zora dayalı cinsel saldırısı, yani tecavüz olayları buna dahil değildir. İşte o korkunç rakamlar: Dünyada her beş kadından biri cinsel tecavüze uğruyor. Bu genel tablodan hareketle somut bazı rakamlar vermek gerekirse durum şu: ABD'de her beş saniyede bir kadın; Fransa'da her yıl 25 bin kadın; Güney Afrika'da her gün 147 kadın; Türkiye'de ise yüzde 16.3 - 35 arası kadın aile içi tecavüze uğruyor.
Yerkürenin bir kesiminin habersiz olduğu sünnetli kadın sayısı 130 milyon. Ve her yıl bu sayıya 2.2 milyon sünnetli kadın daha eklenmektedir. Kadın bu konuda söz hakkına sahip değil. Sadece bu mu; yaşamı hakkında bile söz hakkı yok: Bangledeş'te işlenen cinayetlerin yüzde 50'sini partnerleri tarafından öldürülen kadınlar oluşturuyor. Fransa'da ayda 6 kadın yakınları, eşleri veya erkek arkadaşları tarafından öldürülüyor.
Bu tablo bile dünyadaki kadın gerçeğini tam olarak açığa çıkarmaktan uzaktır. Kadın haklarını güvence altına alan uluslararası yasa ve sözleşmeleri kabul etmemiş ya da imzaladığı halde iç hukuki düzenlemeleri yerine getirmemiş birçok ülke var. Bunun yanında yasaların ulaşamadığı bölgeler var. Ve sorunun 'aile içi sır' olarak görülmesi nedeniyle saklandığı gerçeği var. Belki bu nedenlerle bilinmeyenler bilinenlere oranla daha büyük bir boyutu oluşturuyorlardır.
Ya Türkiye
Kadın cinayetleri Türkiye'de de azımsanacak durumda değil. Bu konuda bağımsız bir kurumca hazırlanmış bir rapor yok. Devletin bazı kurumlarınca hazırlanmış raporlar var. Bu kurumlardan biri Emniyet Genel Müdürlüğü, diğeri ise Başbakanlığa bağlı çalışan İnsan Hakları Başkanlığı. Ne ki bu iki kurumun hazırlamış olduğu raporlardan bütün Türkiye'deki kadın cinayetlerine ulaşmak olanaklı değil. İdari işleyiş bakımından jandarmaya bağlı olan kırsal alanlardaki kadın cinayetlerinin akıbeti bilinmiyor, en azından bu kuruluşların hazırlamış olduğu raporlarda bundan söz edilmiyor; genel kent isimleri bildiriliyor.
12 Nisan 2008'de açıklanan Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı'nın raporuna göre 2000-2005 yılları arasında ülke genelinde 1091 'Töre ve namus cinayeti' işlenmiş, buradan hareketle demek ki Türkiye'de her yıl 218 kadın 'töre ve namus cinayetleri'ne kurban gidiyor. Emniyet Genel Müdürlüğü'nün 2006 yılını esas alan raporunda ise 'töre ve namus cinayetleri'nin en çok işlendiği iller şöyle sıralanıyor: İstanbul: 110, Ankara: 101, Diyarbakır: 50, Urfa: 17, Van: 18, Tokat:19, Samsun: 17. Yine Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı'nca hazırlanan ve 2003-2007 yıllarını kapsayan bir başka raporda sadece İstanbul ve Ankara'da 311 'töre ve namus cinayeti' işlendiği yer alırken, aynı dönem itibariyle 23 Kürt ilinde aynı amaçla işlenmiş olan kadın cinayeti sayısı 256 rakamına ulaşmış. Yine İstanbul 'Valilik İnsan Hakları Komisyonu'nun bu kenti esas alan verilerine göre, 2005-2006 yıllarında 607 kadın, ölüm tehdidi aldığı nedeniyle komisyona başvuruda bulunmuş...
'Töre cinayetleri' Kürtlerin, 'Namus cinayeti' Türklerin mi?
Konu üzerine son günlerde Türkiye'de yapılan tartışmalarda 'töre cinayetleri' genellikle bir kesimin, 'Kürlerin sorunu' olduğu biçiminde dillendiriliyor. Bu tartışmaya girmeyeceğim. Ama şu ayrıntı mutlaka dikkatinizi çekmiş olmalı: İşlenen kadın cinayetleri haber yapılırken bu cinayetin kim tarafından işlendiği de orada hemen anlaşılmış olunuyor. Eğer haber olayı, 'Namus cinayeti' olarak verilmişse bu Türklere ya da 'Batı'ya, öyle değil de olay 'Töre cinayeti' biçiminde verilmişse bu olay 'Doğu'ya dolayısıyla Kürtlere aittir. Aslında yapılan değerlendirmeler de buna göre değişmektedir; 'Doğu'daki 'çağdışı' (ki gerçekten de öyledir) 'Batı'daki ise 'aile faciası' vb. adlandırılmaktadır.
Oysa her iki durumda da cinayet, cinayettir. Ve yine her iki cinayete yol açan mantık da aynıdır: Kadın erkeğin 'Malı-namusu-şerefi'dir, bu nedenle de erkek kadının yaşam hakkı da dahil hak ve özgürlükleri üzerinde söz sahibidir.
Soruna böyle değil de onu 'Doğu-Batı' diye bölgelere göre isimlendirerek 'Batı'daki halini hafifsemek, gizli bir ırkçılık değilse, ondan kaynaklanmıyorsa eğer, o zaman şöyle adlandırmak gerekir: Bu davranışlar, 'Doğu'da yaşayan 'çağdışı' kafanın Batı'daki aptallaşmış halidir. Hiçbir kadın cinayeti sınıflandırılarak ya da farklı adlandırılarak hafif gösterilemez; bu ne bir üstünlük ne de modernite kazandırır o ulusa.
Hareket olarak dayağın, ölümden, dayandığı gerekçe olarak da namusun da töreden ne farkı var? Her ikisinde de bir öncekini takip ederseniz bir sonrakine ulaşırsınız. İlerlemiş/aşırılaşmış dayak ölüm, olumlanmış, haklılık payı almış 'namus' cinayeti de töredir. (Tabii ki burada sosyal koşulların farklılığını gözardı ettiğim sanılmasın; sonuç itibariyle bu böyledir.) Eğer bir ülkenin yasaları işlenen kadın cinayetlerine 'namus davası' gibi bir kavram getiriyor ve suçta bunu, hafifletici neden olarak görüyorsa, burada bireyin yasalar karşısındaki eşitliliği sorununu tartışmıyorum bile, bunun adı basbayağı devlet eliyle işlenmiş 'töre cinayetidir.'
Türkiye'de bu konuda yasalarda yapılan değişiklerin deyim yerindeyse mürekkebi bile henüz kurumadı; yeni yasanın 4-5 yıllık bir geçmişi var. (Yeni yasa da temiz değil; yasa erkeği kucakladığı gibi kadını kucaklamıyor.) Yasalar, 'namus', 'erkeği tahrik' vb. gerekçelerle kadına şiddet uygulayan kişinin suçunu hafifletmekteydi. Şimdi o süreçte Türkiye'nin herhangi bir yerinde, herhangi bir sosyal veya etnik kimliğe sahip birinin, kadın kanına elinin bulaşmasında, söz konusu yasa ona güç ve onay vermiyor, hatta tahrik etmiyor muydu? 'Vurur, namus davası olduğu için yatar, erken çıkarım' diyen kadın katili bu gücü devletten almıyor da nereden alıyor? Dahası var; çıkarılan 'af' yasalarında bu türden suçlar işleyenler listenin en başına konmuyor mu? Yine bir ülkede 'ailenin reisi evin erkeğidir' gibi bir yasa varsa, yani burada erkek kadının sorumluluğunu yükleniyorsa ve bu ülkenin herhangi bir bölgesinde, etnik veya sosyal kesiminde bu türden cinayetler bu 'sorumluluk' adına işlenebiliyorsa, bundan o ülkenin devletini sorumlu tutmamak ne kadar ahlaki?
Bu nedenledir ki Türkiye'de işlenen kadın cinayetlerinin arkasında duranlardan biri de yasalarıyla devletin kendisi olmuştur. Töre cinayetlerini besleyen sosyal ve toplumsal koşulları aşağıda açacağız, ama burada şunu belirtmek gerekiyor: Eğer 'Kürtler'de kadın cinayeti daha çok işleniyor'sa bunun arkasında da bir devlet politikası yattığını söylemek gerekiyor.
Kimse temiz değil
Daha genel, dünyadaki boyutuna bakacak olursak, en çok kadın cinayetlerinin işlendiği Bangladeş, sorunun tek sorumlusu mu? 54 ülkenin yasalarında açıktan kadınlar aleyhine olan ayrımcı yasalar bulunuyor diye, kadın haklarının 'iyi' olduğu Avrupa ülkeleri kendilerini bu sorunun dışında mı tutmalılar? Bu ülkeler Bangladeş gibi değiller tabii ki, ama sorunun özünü oluşturan kadına karşı ayrımcılık ve bunun dayandığı erkek egemen kültürü, bu ülkelerde yok mu? Dünyanın en gelişmiş demokrasilerinde bile erkeğin kadının şiddet ve baskısına uğradığından değil, bilakis erkeğin bunları uygulayan taraf olduğunu görüyoruz. Kadınların sosyal yaşamdaki eşitsiz konumlanışları ise ayrı bir boyutunu oluşturuyor sorunun.
Birçok ülke, yasalarında kadına şiddeti açıktan savunmaktadır. Diğer yandan bazı ülkeler ise yasalarında kadının davranışını 'tahrik' olarak görmekte ve böylece erkeğin kadına karşı uyguladığı şiddeti 'kaçınılmaz' bir zorunluluk olarak meşrulaştırmaktadır.
Şöyle bir saptama yapmak belki de sorunu daha anlaşılır kılar: Pozitif ayrımcılığın olmadığı yerde kadına karşı şiddetin yolu açık demektir. Şiddet de kadın cinayetlerinin ucunu oluşturuyor. Bu sorunu bütünüyle çözmüş bir ülke tanıyor musunuz?
Sorun bu denli uluslararası bir sorunken, 'Türkler az, Kürtler daha çok kadın cinayeti işliyor' söylemi ile üstün bir ulus veya gelişmişlik gösterisinde bulunmak ırkçılık olduğu kadar aptallık da değil mi?
Neden 'töre cinayetleri? '
Almanya'daki töre cinayetlerini konu edinen (Kolye /Das Medallion) filminin gösterimleri sonrasında izleyicilerle yapığımız söyleşilerde, Alman ve Türk /Kürt izleyicilerin soruları oldukça ilginçti. Türk/Kürt izleyiciler filmde anlatılan ailenin Kürt mü yoksa Türk mü olduğuyla meşgulken Alman izleyiciler 'töre cinayetleri İslam'dan mı kaynaklanıyor' sorularıyla kendilerine yanıt aradılar.
Her iki kesimin soruları aynı nedenden kaynaklanıyordu: Halklarla olan iletişim kopukluğu ve bundan kaynaklı önyargı.
Bireyselleşememiş toplumlarda üretim gibi 'suç' ve 'ceza' da toplumsaldır. Birinin işlediği bir suçtan dolayı sadece suçu işleyen değil, suçlunun bütün ailesi, hatta kabile/aşireti bundan sorumludur. Bu nedenle 'ceza' 'suçlu'yu esas almaz, onun tüm sosyal çevresini de esas alır. Kan davaları bu yaklaşımın sonucudur. Burada yazılı kurallar değil, geleneksel kurallar geçerlidir. Dolayısıyla uygulaması da vahşi ve acımasızdır. Kural, karşıdakinin 'kökünü kazıma' mantığını taşıdığı için 'ceza', sonu olmayan savaşlar gibi sürer gider. Zamanla toplumun altyapısı sarsılma, bir değişim sürecine girse bile üstyapı, yani kültür altyapıya koşut bir değişimi bire bir takip etmez; görece daha uzun yılları alır.
Asya, Afrika toplumlarında ulusal kimlik ayrımı yapmadan yaşaya gelen bu ilişki, bu tür geleneklerin sadece bir halkın veya bir dinin ürünü olmadığını kanıtlar. İslamı töre cinayetlerinin başlangıcı olarak almak ne kadar yanlışsa, töre cinayetlerini sadece Kürtlere ait bir gelenek olarak görmekte o kadar yanlıştır.? '
'Töre cinayetleri' ve Kürtler
Kürtlerde töre cinayetleri neden hala sürüyor? Bu sorunun ekonomik-sosyal- siyasal nedenleri yokmuş gibi yansıtılmakta böylece de Kürtlerle ilgili yanlış bir imaj yaratılmaktadır. Sahi, neden bu vahşi uygulama Kürtlerde hala sürüyor veya sürmesine yol açıyor?
Cumhuriyet'in ilk yıllarında dillendirilen ve 'İzmir İktisat Kongresi'den geçemeyen toprak reformu, 85 yıl gibi bir süreç geçmiş olmasına karşın bir türlü gerçekleştirilemedi. Haliyle Bölge'deki feodal yapı devlet eliyle bu şekilde korunmuş oldu.
Türkiye'de kapitalizmin egemenliğine karşın, Kürtlerin içinde bulunduğu feodal ekonomik koşullar bir yaşam tarzı olarak sürmektedir. Bu koşulların değişimi ya da daha doğrusu değişememesinde Kürtlerin içinde bulunduğu siyasal koşullar önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin Kürt coğrafyasındaki bu altyapının değişmesi, oraya girecek sabit sermaye yatırımlarıyla doğrudan ilişkilidir. Bu açıdan bakıldığında Kürt coğrafyasının durumu ortadadır: Dışarıdan sermaye girişi bir tarafa, bu bölgeden elde edilen gelirlerin sadece yüzde 9 gibi bir oranı geri, bölgeye dönebilmektedir. Yani yüzde 91'i (Ömer Tuku, Kürtlerin Ekonomik Gelişmişliği) Batı'ya gitmektedir. Yüzde 9'luk bir sermaye ise ağırlıklı olarak 'emek sermayesi' olarak dönmektedir. 'Bölgeyi kalkındırma' (!) amacıyla çıkarılan 'teşvik projeleri'nin sayısı 30'u bulmasına karşın, bunlar daha çok politik amaçlı olduğundan yine 'Batı'ya gitmekte ve 'Doğu' sadece kağıt üzerinde adres olarak kalmaktadır.
1984 yılında başlayan savaş nedeniyle devlet bu yapıyı siyasi olarak daha da besledi. Koruculuk yöntemiyle aşiretler silahlandırıldı.
Feodal yapı, ekonomik gelişememezlik ve aşiretsel yapıların güçlendirilmesi, feodal değer yargılarının ayakta tutulması ile olanaklıydı. Yönünü Batı'ya, Avrupa'ya dönmüş Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlerde bireyin modern hukuk ile buluşmasını engelledi. Sanayileşmiş toplumlardaki birey, işgücünü özgürce satma hakkına sahip olmakla, dar aile ve geleneksel yapından da kopmuştur. Ailesine ve çevresine yaslanmadan her yerde ayakta kalma olanağı vardır. Ama Kürtlerin önü kesildi; geleneklere teslim olmuş, zayıf birey olarak varlıklarını sürdürmek zorunda bırakıldılar. Çünkü bilinçlenmekle konumlarını sorgulayacak ve şimdi olduğu gibi arayışa gireceklerdi.
Sonu gelmez kan davaları, son Mardin'nin Zangırt (Bilge) köyünde olduğu gibi toplu katliamlar, tarikata dayalı din ve tabii kadın bu kör yapının temelini oluşturuyor. Devlet hukukunun ulaşamadığı yerde, insanlar kendi sorunlarını nasıl geleneksel yöntemlerle çözüyorlarsa, 'töre cinayetileri' de o yöntemlerinin bir sonucu.
Büyük kentlerde 'töre cinayetleri'
Büyük kentlerin yerleşikleri üç kategoriden oluşuyor; Burjuvalar, orta sınıf ve tabii kent emekçileri. Varoşlara hergün akanların kentli olması zaman alıyor. O nedenle bu kesim emekçilerin en sorunlu kesimidir. Aynı zaman da kırsal alan ile bağları en güçlü kesim.
Büyük burjuvalarda 'töre cinayet'lerine rastlanmıyor. 'Orta sınıf' ise 'alt' sınıfa değil 'üst' sınıfa, büyük burjuva sınıfına özenerek yaşıyor. Bu sınıf eski ilişkileri kendine ayak bağı olarak görmektedir. Bu nedenle 'töre cinayetleri' bu sınıfta da aşılmış bir sorundur.
Kent yoksulları, sanayi ile bütünleşmiş, işgücünü bu alanda satarak yaşayan gerçek işçiler dışındaki taze göçe dayalı emekçi kitleleri, kentin kendilerini dışlamasının da etkisiyle geldikleri değerlere tutunmadan ayakta kalamayacaklarını görmektedirler. (Bu yaklaşım Avrupa'ya göç etmiş göçmen toplulukları için de geçerli) Hem bu, hem de kendi aralarındaki dayanışma ve geldikleri kırsal alan ile bağımlılık düzeyinde süren bağları, geleneksel ve töresel davranış ve tutumların sürmesini zorunlu kılıyor. Bu da 'töre cinayetleri'nin kentlerdeki temel dayanağını oluşturuyor...
Son söz olarak: 'Töre-namus cinayetleri çağdışıdır' diyorsak, suçu birbirimize atmadan, güçlerimizi birleştirerek, onu coğrafyamızda yaşatan bu çağdışı kalmış/bırakılmış ekonomik ve sosyal koşullara karşı güçlü bir savaşım vermemiz gerekiyor.
Hayri ARGAV