ÇAĞRI - Duyuru - İla ... Mesaj Detayi Antoloj ...

Gönderen: Jijan Jiyan
Tarih: 02.06.2007 19:55
Konu: okursanız okursunuz

Tiyatro Hayatın Aynası(mı) dır? (Birinci Bölüm)
Özden İnal
“Bütün dünya bir oyun sahnesidir..
Kadın, erkek bütün insanlar da sadece oyuncular.
Her birinin giriş ve çıkış zamanları vardır.
Perdeleri yedi çağ olan oyunda insan birçok roller oynar.
İlk önce sütninesinin kollarında ağlayan, salyalarını akıtan bebektir.
Sonra sızıldayan, çantası ve tertemiz sabahlık yüzüyle isteksiz isteksiz sümüklü
böcek gibi sürünerek mektebe giden mektepli.
Sonra fırın gibi derinden nefes alan, sevgilisinin kaşına destan yazan aşık.
Sonra garip küfürler savuran pars sakallı, şerefi üstüne titreyen, çabuk kızıp
kavgaya girişen, su kabarcığından farksız şöhreti hatta top ağzında bile arayan asker.
Daha sonra hürmetli yuvarlak göbeği besili bir piliçle astarlanmış, bakışı sert,
sakalı usulünce kesilmiş, arifane hikmetleri ve harcıalem misalleri bol hakim.
Böylece rolünü oynar..
Altıncı çağ, burnunda gözlük, yanında kese, eskimeden saklanmış pantolonu
sıska bacaklarına büsbütün bol gelen, vücudu kupkuru, ayağı terlikli soytarı
halini alır.
Kalın erkek sesi tekrar çocuk sesi gibi incelerek düdük sesine döner.
En sonuncusu, bu garip ve heyecanlı hikayeyi sonuçlandıran sahne,
ikinci çocukluktur, tam bir unutulmadır: Dişsiz, gözsüz, tatsız,
hiçbir şeysiz …”
Bunlar Jacques’ın sözleri..
Aslında yaşam tam da Jacques’ın tanımladığı gibi. Shakespeare, tüm dünyanın bir sahne olduğunu söyletiyor Jacques’a. Öyleyse tiyatro hayatın aynası mıdır?
Peki biz sahnenin neresinde duruyoruz? Tiyatro mu bize ayna tutuyor yoksa biz mi tiyatroya ayna oluyoruz? Eğer Jacques haklıysa gelin yaşamınızın aynasına bir bakın.
Peki ya haklı değilse? O zaman yine gündelik işlerinize ya da televizyona, halk kahramanlarımız gelin-kaynana adaylarına geri dönebilirsiniz.
Ben haklı olduğunu biliyorum. Şimdi aynayı size çevireceğim. Belki de ona ilk defa bakacaksınız. Karşılaşacağınız şey size hiç yabancı değil, yalnızca kendinizi göreceksiniz, kocaman bir aynada, yaşamın aynasında, tiyatroda..
Tiyatro da başka sanatlar gibi dinsel törenlerden doğmuş, sonra dinden bağımsızlaşarak sanatlaşmıştır. Kökeninde, ilkel insanın doğa olaylarını kendi bedensel hareketleriyle simgesel olarak temsil etme çabaları yatar. Tiyatro sanatının doğuşu tanrı Dionysos için yapılan şenliklere dayanıyor. Tanrı Dionysos, en büyük Grek tanrısı Zeus ile Semele’nin birleşmesinden dünyaya geldi. Semele, Dionysos’u ölürken doğurdu. Bu yüzden, daha sonraları yapılacak olan ve tiyatronun oluşmasına katkıda bulunacak hatta ilk oyuncuyu ortaya çıkaracak dramatik yarışmalarda “ölümün yeni bir yaşam getirmesi inancı” hakim. Diğer tanrılar gibi Dionysos da öldürüldü. Ancak Zeus, Dionysos’a yeniden can verdi. Böylece Dionysos, “iki defa doğan” anlamına gelen ditrambos niteliğini kazandı. (Sonraları Dionysos için koro ile söylenen ezgilere de aynı isim verildi.)
Tanrı Dionysos, şarabın ve coşkunluğun simgesiydi. Bu yüzden ona tapınanlar, ayinlerinde coşturucu danslara ve müziklere, hatta sarhoşluğa varan aşırılıklara yer verirdi. Tanrı Dionysos’un tiyatroyu başlatışının ise küçük bir hikayesi var:
Atina’da birtakım düzen değişikliklerinin ortaya çıktığı İÖ VII. ile VI. yüzyıllarda sürekli büyüyen ve güçlenen tüccarlar ile, Atina’yı yöneten soylular arasında kıran kırana bir çatışma başlamış. Tüccar sınıfından gelenler zenginlikleri ile güç sağlayarak Atina’yı yönetmeye başlamışlar ve soylu kesimin topraklarını köylülere dağıtarak, köylüleri yanlarına çekmek istemişler. Ancak soyluların halkın dinsel törenlerini denetleyerek ellerinde tuttukları etkin gücü hesaba katmamışlar. Daha sonra çok akıllıca bir taktikle soyluların dinsel gücüne saldırmadan, halkın sevdiği ve halka daha yakın yeni bir inanç kaynağı bulmuşlar: Dionysos…
Akıllı tüccar sınıfı, Dionysos adına törenler düzenlemeye başlayınca, törenler halk tarafından çok çabuk duyulmuş ve yaygınlaşmış. Böylece tiyatroyu doğuran Dionysos Şenlikleri başlamış…
Kaynaklara göre Dionysos adına yapılan ilk tören “çiçek bayramları”. Antesteria adı verilen çiçek bayramları, bahar başlarken, ürünlerin olgunlaştıkları sırada kutlanırdı. Şaraplar içilir ve eğlenceler düzenlenirdi. Bu törenin ilginç bir yanı var:
Çiçek bayramı kutlamaları için seçilen ve tören sırasında yapılacak olan içki içme yarışmasını denetleyecek kişiye Archon denilirdi. Ve törende Archon’un karısı Dionysos ile evlendirilirdi. Bir araba üstünde getirilen Dionysos heykeli ile Archon’un karısının düğünü yapılırken, sokaklarda ruhların dolaştığına inanıldığı için, düğün bitince ruhlar kovulur ve şenlik böylece sona ererdi.
Bir başka şenlik ise Dionysos’un yeniden doğuşunu kutlamak için yapılan Lenaia …
Lenaia’da heykel büyüklüğündeki bir phallus (erkeklik organı) , bolluk simgesi olarak şenlik alanından geçirilir ve Dionysos’un yeniden doğuşu oyunlarla canlandırılırdı.
Ve tiyatroyu doğuran en önemli şenlik İÖ VI. yüzyılda başlatıldı …
İlkbaharda yapılan Büyük Dionysia Şenliği’nde ozanlar arasında düzenlenen ödüllü yarışma ile tiyatro sanatı doğdu. Bu şenlikte, Dionysos Tiyatrosu’na ilk önce tanrıyı simgeleyen bir heykel götürülürdü. Gece heykelin başında tutulan nöbetin ardından gün doğumuyla birlikte, danslar ve Dionysos’a söylenen ezgiler başlardı.
Ve böylece günümüze kadar uzanan tiyatro sanatı doğumunu tamamlamış ve çeşitli evrelerden geçmek üzere yola çıkmış oldu. Tüm bu şenlikler olup, tiyatro ortaya çıkmaya başladığı sırada, Atinalıların, yüzlerce yıl sonra ülkemizde ortaya çıkacak ve tüm olup bitenleri hiçe sayarak tiyatroyu geri plana atan, önemsemeyen, hatta tiyatrodan haberi olmayan “Semra Hanım Şenlikleri”nin başlayacağından haberleri yoktu tabii…
Şenliklerin ve törenlerin ardından, tiyatronun ilk oyuncusunu kazanacağı dramatik yarışmalar düzenlemeye başlandı. İÖ 534 yılında, Atina’da düzenlenen ilk tragedya yarışmasında birinci olan Thespis’in, korodan ayrılarak solist olarak ezgisini söylemesi ile hem ilk kez diyalog oluşmuş hem de tiyatro ilk oyuncusunu kazanmış oldu. Dionysos adına düzenlenen bu dramatik yarışmalara üç çeşit oyunla katılım olurdu: tragedya, satir oyunları ve komedya…
Antik Yunan tragedyasının tanımını ilk kez Poetika adlı yapıtı ile Aristoteles yaptı.
Ünlü Grek düşünürü Aristoteles, tragedyayı şöyle tanımlıyor:
“Tragedya ahlaki yönden ağırbaşlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir hareketin taklididir.”
Tragedya, kökeni bakımından Yunanca Tragoidia sözcüğünden gelir. Tragos (keçi) ve Oidie (türkü) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan “keçilerin türküsü” anlamında kullanılır. Antik Yunan tragedyalarında, seyirciye acıma ve korku duygularının verilebilmesi için, seyircinin kahramana ve kahramanın kaderine sempati duyması, bir yakınlık kurması gerekir. Konu kaynakları efsaneler olan tragedyalarda, kahraman ahlak yönünden iyi ve mutlu bir durumdan acı verecek duruma düşen kimsedir ve kahraman bu kötü duruma kendi yaptığı bir hata ya da bilmeden işlediği bir günah sayesinde düşmüştür. Grek tragedyasında yapı konuşmalı ve şarkılı bölümlerden kuruludur. Konuşmalı bölümler başlangıç anlamına gelen Prologos, şarkı aralarındaki bölüm Epeisodion ve bitiş bölümü Eksodos’dan oluşur. Şarkılar ise koronun girişte söylediği şarkı Parados ve epeisodionlar arasında söylenen Stasima olarak ikiye ayrılır. Greklerde tragedya, yapı olarak tiyatrodan çok müzikale veya operaya daha yakındı. Oyunlar dinsel bir tören niteliği taşıyor ve seyirciyi etkileyen de bu dinsel hava oluyordu.
Dramatik yarışmalara katılanların seçebileceği bir başka tür de Satir Oyunları idi.
Satir oyunları tragedya ile yakından ilintili ancak şen, gülünç ve açık saçıktı. Konuları tragedya ile aynıydı ancak tek farkla, satir oyunları tüm trajik konuları mizah açısından ele alırdı.
Dramatik yarışmaların son seçeneği de komedya türü …
Eski komedyanın kaynağı demin sözünü ettiğim Lenaia şenlikleri. Komedya sözcüğünün kökeni Yunanca “komos şarkısı” anlamına gelen komodia sözcüğüne dayanıyor. Komos sözcüğünün anlamı ise cümbüş ve curcuna. Komedyanın doğumu başta Sicilya olmak üzere bir çok yerde yapılan Bağbozumu Şenlikleri’ne dayanıyor.
Bu şenliklerde kaba güldürüler oynanır ve sepetler içinde Dionysos’a adanan kurbanlar taşınırdı. Ayrıca yine geçit töreninde yer alan bolluk simgesi phallus’lar bulunurdu. Komedya da tragedya gibi dinsel inançlardan ortaya çıktı. Sarhoşluk, şaka ve cümbüş Grek komedyasının kaynağında olan şeylerdi. Bu yüzden oyuncuların tümü gülünç görünüşlü phallus’lar takar ve abartılı biçimlere girerlerdi. Eski komedya hakkında değinilebilecek ilginç bir konu da şu:
Eski komedyanın en belirgin özelliği taşlamadır. Ve taşlanması gereken her şey komedya oyuncusunun hedefi olur. Eski komedyanın temsilcisi Aristofanes, Atina’nın en güçlü kimselerini adlarını da belirterek alaya alırmış. Atina’da devlet, bu özgürlüğü kısıtlamak şöyle dursun, bu oyunların oynanabilmesi için ödenek ayırırmış. Yani tiyatronun yapısındaki yüzlerce değişiklik ve gelişme ile geldiği günümüzde yaşananlara bakarsak, tiyatroya devlet tarafından ayrılan bütçe herhalde o günün şartlarıyla Antik Yunan’da ayrılan bütçeden daha az. Oyunun ismi yüzünden oynanması yasaklanan onca oyun, tiyatroların ödeyemedikleri sahne kiraları, hatta kendi ceplerinden yaptırdıkları dekor ve kostümler..
Tiyatro doğdu, büyüdü, fakat ölmeyecek. Dünya üzerindeki son insan ölene kadar tiyatro da yaşayacak. Sürekli büyüyerek..
Ülkemizde sanata verilen değer bu kadar azken tiyatrocular kendi paylarına düşeni yapıyor ve tiyatroyu yaşatmaya çalışıyorlar. Fakat bunu gerçekten yapanların sayısı ne yazık ki çok az. Tiyatroyu anlamadan ve tiyatroya inanmadan tiyatrocu geçinenler sardı dört bir yanımızı. Televizyon dizilerinde boy gösteren şorololarımız ve cici bici manken kızlarımız var. Bir maç biletinin yarı fiyatına bile tiyatro bileti bulabilecekleri halde evlerinde oturup televizyon izlemeye doymayan bir de halkımız. Hayatlarında hiç tiyatroya gitmedikleri için (belki aralarından bir kaçı ilkokula giderken okulun bedava götürdüğü oyunlardan birini izlemiştir) televizyonda gördükleri herkesi sanatçı ve sözde sanatçılarımızın anlattıkları şeyi de tiyatro zanneden binlerce insan …
Ve bunlar yetmezmiş gibi bir de oturdukları yerden olan biteni izleyen tiyatrocularımız var. Kimseye cevap vermeyen, karşı çıkmayan, tabiri caizse ağızlarının payını vermeyen tiyatrocularımız. İyi ama bunun sonu nereye varacak? Hala “manken sahneye çıkabilir mi? ” tartışmalarının yapıldığı, Yıldız Kenter ile bir mankenin aynı yayına davet edildiği ve tiyatroyu amacından saptıran, kirleten, öldürmeye çalışan kimselerin sözlerinin dinlendiği bir ülkedeyiz. Tiyatro Nedir? sorusunu yanıtlayamayan ancak sahnede duran insan yığınına karşın, yıllarını eğitime vermiş ve tiyatroyu tiyatro yapmak için yapmaya hazır onca konservatuar mezunu var. Gelin görün ki, “ver elini, kır belimi” ya da “şapır şupur beni öp, çatır çutur beni ye” diye nakaratları olan şarkıları ve bu şarkıların günümüzde pek moda olan “ses ve yetenek aranmaz.Soyun yeter” kanunu ile kendini gösterme fırsatı bulmuş çok değerli yorumcularını, yahut bu yorumcuların yakın çevrelerindeki yine birbirinden değerli vatandaşları sahneye oyuncu diye çıkaran yönetmenler ve rejisörler tiyatro hakkında konuşabiliyorlar. Bu yönetmenlere sormalı; diksiyonunu düzeltmemiş, ömründe bir tane oyun okumamış, Hamlet’i bırakın cumhurbaşkanının adını bilemeyen mankencikleri sahneye çıkartmak, yaşamlarını tiyatroya adamış hatta bu yolda bir ömür harcamış gerçek sanatçıların hatıralarına ve kişiliklerine edilen hakaret değil midir?
Ben defalarca sorup yanıt alamıyorum. Bu olanlara karşın öfke ve nefretle doluyum ama ne olursa olsun hiçbir şey tiyatronun büyüsünün önüne geçemeyecek.
İşte hikayemiz böyle başlıyor…
Size hikayenin devamını da anlatacağım, ta ki bugüne kadar.
Jacques’a hak verdiniz mi? Aynada kendinizi görebiliyor musunuz?
Hemen göremediyseniz telaş etmeyin, demin saydıklarım araya giriyor, görüntüyü bulandırıyordur. Daha net görebilmek için siz de onlara ayna tutmayı deneyin.
Ben şimdi gidiyorum, Jacques biraz daha sizinle kalsın..
Onu haklı bulmayan taraf fazla üstünüze gelir, sizi de otomatikleştirmeye çalışırsa sakın oralı olmayın. Çok çaresiz kalırsanız biraz dişinizi sıkıp oynarsınız…
Dedik ya, bütün dünya bir oyun sahnesidir. Kadın, erkek bütün insanlar da sadece oyuncular…
çııÖÖçşVar olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter! demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun,
Uyumak, ama düş görürsün uykuda, o kötü!
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir uzun yaşamayı cehennem eden.
Kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş, yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine.
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek,
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa,
O, kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa çektiklerine razı etmese insanı?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden,
Bir iş bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.”
Dünyayı güzel, yaşanılası yapan şeylerden biri olan tiyatro gelişmeye ve yayılmaya İtalya’nın güneyindeki Sicilya’da devam eder...
Grek tiyatrosu’nun ardından Roma tiyatrosu’nun gelişmesi ile tiyatro için gerçek bir temel sağlanmış olur...
Bu temel ile; tiyatro Antik Dönem’ini tamamlayıp kendini Klasik Dönem’e taşıyacak, yüzyıllar sonra Shakespeare Hamlet’ine yukarıdaki sözleri söyletecek, “olmak ya da olmamak” endişesi yalnızca Hamlet’i değil tüm insanları saracaktır. Shakespeare’i evrensel yapan da budur... Ama Shakespeare’den önce tiyatronun yolunda Övripides, Sofokles ve Plautus yürüyecekti...
Roma tiyatrosunun kaynağı da Yunan tiyatrosu gibi şenlik ve törenlere dayanır. İlk törenler tanrıça Demeter için düzenlenirdi. Demeter tarımın ve yaşamın yenilenmesinin tanrıçasıdır. Tanrı Zeus’un kız kardeşidir. Çobanlar, çiftçiler ve Arvales denilen din adamları müzikli ve danslı şenlikler düzenler, ekin eker ve biçerler ve bu şenlikleri Demeter’e adarlardı. Ekin kalktıktan sonra da düğünler başlardı. Düğünlerde söylenen ezgilerin her ne kadar dramatik bir önemleri olmasa da, bu ezgiler sonraları oyunların kurulmasında etkili oldu. Ezgilere, Fescennia şehrinin adından gelen fescennium adı verildi. Fescennium ezgileri histriones (oyuncu) ile birleşince ortaya günlük yaşamın gülünç yönlerini gösteren kaba çizgili güldürüler çıktı. Bu küçük güldürüler dramatik yarışmalarda en son oynandıkları için adları çıkış anlamına gelen eksodium ile anıldı. İ.Ö. 240 yılından itibaren Roma Oyun Alanı’nda düzenli olarak tragedyalar ve komedyalar oynanmaya başlandı. Önceleri yalnızca Eylül aylarında düzenlenen bu gösteriler, halkın yoğun ilgisiyle karşılanınca yılın değişik dönemlerinde bu gösterilere yer verildi. İ.Ö. 220 tarihinde Ludi Plebei adlı halk gösterileri düzenlendi ve bu gösteriler sonraları ad değiştirerek ve tanrı Apollon’a adanarak Apollinares adı altında sekiz yıl boyunca devam etti. Ve gösteriler daha da çeşitlenerek uzun süre halkın büyük ilgisini topladı. Aynı dönemde Romalı senatörlerin tiyatroyu yasaklamak için baskı kurmalarına rağmen, halkın ilgisi ve beğenisi sayesinde gösteriler git gide yılda yüz yetmişe çıktı. Gösteriler üç gruba ayrılırdı. Bunların büyük bir kısmı olan yüz bir gösteri tiyatro, altmış dört gösteri araba yarışları ve on tanesi de gladyatör dövüşleriydi.
İlerleyen zamanlarda Roma tiyatrosu etkisini yalnızca komedi alanında gösterdi. Bu dönemde yazılmış metinlerin çoğu ya aktarma ya da uyarlamaydı. Roma komedisinde esas olarak altı tane güldürü çeşidi bulunur:
Haklarında çok fazla bilgiye ulaşamadığımız ancak bilindiği kadarıyla kökleri doğaçlamaya dayanan ve daha çok köylerde oynanan Fabula Tabernia güldürü çeşitlerinin ilki. Daha sonra Güney İtalya’da bulunan Attella şehrinde bir başka güldürü çeşidi doğmuş ve Fabula Tabernia yok olup gitmiş. Fabula Atellana adını alan bu tür kısa oyunlardan oluşur. Atellan komedyası ortaya iki önemli yazar çıkardı: Pomponius ve Novius. Daha sonraları bu tür, Rönesans’taki İtalyan tuluat tiyatrosu üzerinde etkisini gösterecektir...
Atellan komedyası İ.S. II. yüzyıldan itibaren zayıfladı ve yerini Fabula Ricinata’ya bıraktı. Bu tür Mimus adıyla da anılır ve “aldatılan koca, zayıf karakterli kadın ve kadını baştan çıkaran genç” üçlüsü temelinde, güldürüden zina konusu hiç eksik olmadan, açık saçık esprilerle ve kaba dille anlatılan oyunla halk güldürülürdü.
Sonraları ortaya Mimus’tan daha da kaba çizgili bir tür çıktı. Adı Pantomimus olan bu türde, Grek ve Roma tragedyalarının konuları işlenir, sıklıkla kostüm ve maske değiştiren oyuncuların dansları ile tür renkli bir hal alırdı.
Roma güldürü türlerinin en ünlüsü, adını oyuncuların bu türü oynarlarken giydikleri ve bir Grek kostümü olan pallium giysisinden alan Fabula Palliata’dır. Aristokratlara düşman olan Naevius adlı yazar (İ.Ö. 235-204) , komedyalarında Roma’nın önemli kişileri ile alay ettiği ve onları epeyce hırpaladığı için hapse atıldı. Ancak yazar, tiyatro dünyasına Contaminatio ve Fabula Praeteksta adlı iki önemli güldürü türü kazandırmıştır ayrıca yazılmış dokuz tragedyası bulunur.
Roma tiyatrosunda en büyük komedya yazarlarının ilki Plautus’tur. Roma halkı tarafından çok tutulmuş bir yazardır ve hem oyuncu hem de sahneye oyun koyan bir sanatçıdır. Onun yarattığı tiplerin hepsi çok iyi bir gözlemin sonucunda ortaya çıkmıştır. Roma komedyasının ikinci ünlü yazarı Terentius Afer, Romalı bir senatörün kölesiydi. Onun yeteneğini gören senatör, ona özgürlüğünü geri verdi ve onu en iyi biçimde okutarak çağın önemli şair ve yazarlarının arasında yetişmesini sağladı. Ancak yaptığı bir yolculuk sırasında, otuz altı yaşında hayatını kaybetti. Ancak altı tane komedya yazabildi ve Plautus’un tersine aristokrat sınıfıyla ters düşmektense onların yanında olmayı tercih etti.
Palliata komedyası yerini Fabula Togata’ya bırakınca, güldürülerde ağırlıklı olarak kadın sorunları işlenmeye başlandı. Daha çok Roma özelliklerini taşıyan bu oyunlarda köleler de daha değişik bir açıdan vurgulanıyordu ancak bu tür, Roma tiyatrosuna parlak bir yazar armağan edemedi.
Roma seyircisi tiyatro konusunda beğenisi az olan bir topluluktu ve biraz olsun olayları farklı ve daha derin bir pencereden görmeye çalışan Terentius’un oyunları hiç tutulmamıştı. Komedya konusunda tutumu böyle olan bir seyirciye tragedya sunmak hiçte kolay değildi. Bunun yanı sıra Hellenistik dönemden beri tragedyanın gelişimi olumsuz yönde ilerliyordu. Roma tiyatrosunda tragedya yerini güzel ve etkili konuşma sanatına bırakmış neredeyse tamamen ölmek üzereydi. Tiyatro yazarlarının çoğu ya Terentius gibi köleydi ya da Roma’ya dışarıdan gelmiş kimselerdi. Roma tiyatrosu kölelerin elindeydi, neredeyse tüm oyuncular köleydi ve soylular tiyatroya yalnızca bu kölelerle eğlenebilmek için gidiyorlardı. Romalı seyircinin alışkın olduğu gürültülü ve gösterişli araba yarışları, gladyatör dövüşleri ve kaba güldürülerin üzerine tragedya çok sessiz ve sönük geliyordu. İ.Ö. 55’te bir tragedya sırasında halkı orada tutabilmek için, Accius adlı bir yazar tragedyasının bir sahnesine uydurup katırlar, zürafalar, filler, arabalar sokmuş, bütün bunlar saatler süren bir törenle sahneden geçirilmiş ve halk ancak böyle bir yolla oyunda tutulmuş hatta oyun epey ilgi görmüştür. Yine de tüm bu kargaşa içinde Roma’da tragedya yazarları da yetişti. Aristokratlara yönelerek çağdaş yazarlar üzerinde bir etki sağlayan Quintus Ennius yirmi kadar tragedya yazmış ancak bunlardan geriye yalnızca üç yüz satırlık bir parça kalmıştır. Yeğeni Pacuvius ise on iki tragedya yazarak, oyunlarında felsefi düşüncelere yer vermiştir. Ancak tiradlar oyunu durduracak kadar sıkıcı ve uzun yazılmıştır. Roma tragedyasının en önemli temsilcisi ise Seneca’dır. Dokuz tane tragedya ve bir tane de Fabula Praeteksta yazmıştır. Oyunlarında ağır bir hava ve karamsarlık hakimdir. Oynamak için değil okunmak için yazılmışlardır ve inandırıcı değildir. Tragedyaları, abartılmış duygularla oynanır. Etkili olabilmek için çok fazla kanlı sahne yazmıştır. Yazdığı uzun tiradlar bazen çok etkileyici olabildiği gibi bazen de çok sıkıcıdır. XVII. yüzyılda Fransız klasik yazarlarından Corneille ve Racine onun eserlerinden faydalanmışlardır. Seneca kendisine sunulan “onurlu bir intihar” veya “onursuz bir ölüm” seçeneklerinden intiharı seçmiş ve yaşamına kendisi son
vermiştir.
Roma’nın en ünlü yazarlarından sayılan Horatius adlı ozanın da tiyatro tarihinde önemli bir yeri vardır. Şiir Sanatı adlı yapıtı ile dram sanatı hakkındaki düşüncelerini belirtir. Bir tiyatro eserinde her şeyden önce –bütünlük- arayışındadır. Ona göre, oyun uyumlu ve yalın olmalı, eser kusurlu olsa da oyun güzel olmalı, yazar kendi gücüne göre bir tema seçmeli, karakterler inandırıcı olmalı, ve oyunun yapısı beş bölümden oluşmalıydı. Bir oyun beş bölümden uzun ya da kısa olamazdı. (Horatius’un bu ilkesi, Fransız yazarlarını önemli boyutlarda etkisi altında bırakmıştır.) Çözümlenmeyecek bir sorun olmadıkça tanrıların oyuna sokulmasını sakıncalı buluyordu. Horatius, bir yapıtta mutlaka ahlaksal özelliğin bulunmasını zorunlu kılar. Oyun için seçilen olay gerçek yaşama uygun seçilmeli, oyunlar sağduyu ve doğru algılama yeteneği ile yazılmalıydı. Elli yedi yaşında Roma’da öldü.
Roma tiyatrosunda, oyuncunun toplum içindeki durumu tiyatronun gerilemesinin temel nedenidir diyebiliriz. Oyuncular daha önce de söz ettiğim gibi köle oldukları için az ücret alıyor ve hor görülüyorlardı. Mimus güldürülerinin başlamasıyla, oyunlarda kadın kölelere de yer verildiği için açık ve kaba sahnelerde seyircinin en yozlaşmış tutkularına aracı olunuyordu. Roma’da oyuncu, en aşağılık duyguların kobayı durumuna düşünce tiyatroda geri kalmaktan kurtarılamadı.
Her şeye rağmen Grek tiyatrosunun üzerine kocaman bir Roma tiyatrosu taşı konulmuş ve tiyatro temelini sağlamlamıştır. Yazar Plautus’un Kartacalı adlı eserinin bir bölümünde “Roma seyircisini anlayabilmek” hakkında şöyle der:
“Hakkınızda hayırlı olsun, dinleyin buyruklarımı. Yosmalardan hiçbiri gelip sahnenin önüne oturmayacak. Çavuşların da, çavuşların sopalarının da sesini duymayacağım. Oyuncular sahnedeyken meydancı birini yerleştireyim diye ötekinin berikinin önünden geçmeyecek. Yataklarından geç kalkmış olanlar katlansınlar ayakta durmaya: Ne vardı o kadar uyuyacak? Köle takımı uzak olsun buradan! (...) Sütninelere de söyleyelim: Meme emen çocukları oyuna getireceklerine evlerinde emzirsinler. Hem kendilerinin dilleri kurumaz hem de baktıkları yavrucaklar açlıktan ölmez, burada oğlaklar gibi bağrışmaya kalkmazlar.”
Şimdi ben kalkıp ta Plautus’un Roma seyircisine yönelik bu sözlerini bugünkü Türk seyircisine aynen yöneltsem ne dersiniz?
Rahat uyuma Plautus...
Hiçbir şey değişmedi.
Senin oyuncuların köleydi, bizimkiler de öyle. Hepsi köle. Hepimiz köleyiz. Televizyon dizilerinin, reklamların, seslendirmelerin kölesiyiz. Aslında yola çıkarken sahnenin kölesi, seyircinin 2 saatliğine efendisi olmak için bir hevese kapılıyoruz ama olmuyor.
NEDEN?
Şimdi bir sürü dizi çıktı. Televizyon icat edildi Plautus...
Sen onsuz yaşadın. Sahi nasıl yaşadın onca yıl akşamları küçük bir kutuya
bakmadan?
Yetişemedin televizyona, erken gittin tüh!
Keşke biraz daha kalsaydın da senin de bir televizyonun olsaydı.
Evlilik programları sardı dört bir yanımızı. İnsanları bir eve kapatıp, her yeri kameralarla doldurup “Buyrun, yaşayın...” diyorlar. Halkımız da gün boyunca o kameralardan insanların yaşamlarını gözetliyorlar. Röntgencilik kamuya mal edildi Plautus! ...
Milletçe röntgenci olduk.
Tiyatro mu? O çok uzaklarda. Seyirciden önce oyuncu gerekir bir oyunun çıkabilmesi için. Nerede oyuncularımız? Falancanın dizisi varmış gelemiyor, filancanın reklam çekimleri varmış yurt dışında...
-O mu? O bizim başrol oyuncumuzla kavgalı, rolü kabul edeceğini sanmıyorum.
-Bu mu? Bu hiç olmaz. Onun diziden kazandığı paranın yanında tiyatrodan alacağı para hiçbir şey değil.
-Şu mu? Şu’nun yeni futbolcu sevgilisi sahnede öpüşmesine izin vermiyor.
Bir sezon daha geçiyor. Yeni sezonda yeni oyunlar için tekrar aranıyor hepsi.
Falanca filancanın sevgilisini elinden aldığı için, filancada şu’nun eski kocasıyla birlikteymiş. E adam yönetmen, eski sevgilisinin yeni karısı bu’yu oyununda oynatırsa falanca kıskançlıktan deliye döner. Bu yüzden falanca artık o’nun tiyatrosuna girmiş. Ah tabii bu işe birilerinin eski karılarının yeni kocaları ne diyecek bilemiyoruz!
Ne güzel...
Artık kastlar böyle yapılıyor. Yıllarca okumuş, tiyatro sayıklayan yüzlerce insan açlıktan ölme korkusuyla daha fazla yaşayamadıkları için pastane tezgahlarında ya da herhangi bir şey satan herhangi bir mağazada takılıyor gözümüze. Artık sahne mankenlerin. Seyirci bacak görecek. Diksiyon beşinci planda. Gerçek oyuncularımız aç. Ekmek mankenin ağzında.
Rahat uyuma Plautus...
Oyuncularımız köle. Atıveriyorlar sahnenin devlerinden birini, yıllardır ders verdiği okuldan. “Olmaz” diyorlar, “Yaşın geçmiş senin”...
Okuldan aldığı parayla tiyatrosunu ayakta tutmaya çalışıyor. Artık okuldan aldığı para yok. Ama tiyatro ayakta durmalı. Nasıl? Ne ile?
Bırakmıyor öğrencilerini. Para almadan gidip geliyor okuluna. Sahneye çıkacak çocukları. Nasıl bırakır?
Şimdi hem aç kalmamak hem de tiyatronun devrilmesini önlemek için bir şeyler yapmak lazım. Sahnenin devi, bırakmadan sahnesini, bir akşam kutunun içinde beliriyor. Kurtuluş yolu belli, televizyon dizisi. Ne yapsın? Nasıl aç kalmasın?
Başka bir kanalda, başka bir dev. Başka bir kanalda, bir başkası...
Yerleri orası değil. Yanlarındakiler doğru insanlar değil. Oyunculuk bu değil. Tiyatro kapanmasın diye yeri geldiğinde oyunculuğa bile ihanet edilir.
Seyirci hiçbirinin ayrımında değil. Zaten o diziyi de tiyatrosu ayakta dursun diye değil, şu koca bulamayınca oyunculuk yapmaya karar veren evlilik programı artığı kız için izliyor.
Tiyatro nerede?
Tiyatro çok uzakta...
Bir ödül gecesi, gerçeği sahtesi tüm oyuncularımız oradalar.
Koltuklarda koca salondan daha büyük isimler oturuyor. Bazı koltuklardaysa yalnızca giysiler oturuyor. Giysilere ödül veriyor halkımız. Sanatçılarımız şaşkın. Sanatçılarımız köle. Televizyon dizilerine, eline mikrofon aldığı için kendini şarkıcı zannedenlere, uzun bacaklara, mini eteklere, medyatik sevgililere köle.
Tüm kanunlar silinip yepyeni bir kanun getiriliyor. “Eğer tiyatrocuysan sinema filminde ya da dizide oynayacaksın. Yoksa aç kalırsın. Sen bilirsin.”
Televizyon dizilerine, sinema filmlerine karşı değilim. Sözlerim yalnızca bazı yapımlara. Onlar kendilerini bilirler. Siz de bilirsiniz. Anlayan anlar.
Onlarca yıllık sanat yaşamını arkasına alıp, televizyonda oynadığı bir dizi için, kaybettiği şöhreti tekrar kazandığı için, sanat yaşamını borçlu olduğunu söylüyor diziyle ilgili kimselere. Teşekkür üstüne teşekkür geliyor. Yıllar önce de seni sahneye o çıkarmıştı çünkü değil mi? Kendi ellerinizle diktiğiniz kostümlere o yardım etmişti? O, o zamanlar doğmamıştı bile...
Daha yüzlerce örnek verebiliriz size. Hatta sırf bu örneklerden bir cilt yazabilirim.
Sanatın elinde avucunda kalan bir grup insan var bir de. Onlar yalnızca tiyatroları için varlar. Hayatlarında televizyon yok. Üniversiteden oyuncu olarak mezun olmuşlar. Herkes bilmez, sahne sanatları bölümü vardır. Yakında bir de “evlilik mühendisliği” bölümü açılırsa hiç şaşırmayın. Ya da “eve kamera doldurma mühendisliği”, “canlı yayında skandal yaratma mühendisliği”, “ses olmadan şarkı söyleme bölümü”...
Boşverin.
Yazarken bile boğuyor bunlar insanı.
Sıkıldım.
Siz hala sıkılmadınız ama tiyatroya gitmemekten, televizyona bağımlı yaşamaktan.
Tiyatrolar seyircisiz değil. Hala tiyatroya inanan insanlar var. Hala gerçek oyuncularımız var. O bir kaç metrekarelik sahne hala büyülü. Ve sahne, üzerinde hak etmeden duranı aşağıya indirmeyi bilir. Huzur evi odalarında tek başlarına ölüyor sanatçılarımız. Bu hanginizin umurunda? Bugün kendiniz için bir şey yapın, tiyatroya gidin. Bir oyun izleyin. Bir tiyatronun yolunu öğrenin. Kulisine gidin. Elinizde küçük bir demet çiçek olsun. Makyaj pamuklarına bakın, kulisin ışıklı aynalarına. Bir oyuncunun oyundan sonraki yorgunluğunu görün. Çiçeği verdiğinizde gözünde belirecek mutluluğu görün. Ona “hala seyircim var” dedirtin. Onların alkışı duymalarını sağlayın. Çünkü oyuncunun tek beslenme kaynağı budur. Ve bunu televizyondan ya da sinemadan duyamazsınız. Setten çıktığınız zaman seyirciler ellerini uzatıp tebrik etmezler sizi. Kuliste kendinizi unutamazsınız. Bir oyuncu tiyatrosunun ayakta kalması için her şeyi yapabilir. Ama oyunculuktan anlamayan bir manken, tiyatronun kapanacağını öğrenince para kazanabileceği bir defileye gidebilir. O zaten oraya aittir ve sahneye hiç gelmemelidir.
Tiyatroyu anlamak bir kaç oyun izlemekle olmaz. Tiyatro aslında çok anlaşılmaz bir şey. Elinizde tuttuğunuz somut bir şey yok, her sabah oturduğunuz sizin olan bir masa yok. Her akşam bir uydurmaca anlatır ve inersiniz sahneden. Yaşamın saati yoktur. Prova akşam sekizde de bitebilir sabah beşte de. Ve aylarca uyumamanın tek armağanı bir kaç dakika duyulacak alkıştır. Ki seyirci o an en çok fuaye dolmadan salonu terk etmenin peşindedir. En çok kırılan meslektir tiyatro. Oyuncu okulunu bitirecek, birilerinin peşinden sürüklenecek, belki bir gün kendi tiyatrosunu kuracak, boğazına kadar borca batacak, sonunda da bir gün evinde tek başına belki tok belki de aç ölümü bekleyecektir. Elinde kalanın ne olduğunu da ondan başka kimse bilemez. Ama elinde kalan o şey her neyse, inanın ki ona yetecek de artacaktır bile.
Hala tiyatroya inanıyorsanız bu yazı size armağan olsun.
Şimdi söylesene Plautus,
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter! demesi mi?
Özden
Temmuz’05