Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
teşekkürler jan jiyan
========================================
** YANITLANAN MESAJ ********************
========================================
Gönderen: jan jiyan
Alan: Grup: _____Baskaldırıyorum___
Tarih: 28.02.2007 12:06:00
Konu: Delal'e Mektuplar
----------
Geleceğim bazen
Uykudayken sen
Beklenmedik uzak bir konuk gibi
Kapıyı sürgüleme üzerimden
Dışarıda bir başıma bir koyma beni
Usulca girecek bir yere ilişeceğim
Karanlıkta bir zaman bakacağım yüzüne
Ve yorgunluk göz kapaklarımı indirince
Seni kucaklayacak ve çıkıp gideceğim...
Nikola VAPTSAROV
Ben sormayı unuttum. Artık sarmayı öğreniyorum, kendi
başıma. Dipsiz ve her biri uçurum kenarı yaralarımı...
gerçi sarmayı biliyor muyum? O belli değil. Rüzgar mı sarıyor
yoksa güneş mi? onu da kimse bilmiyor. Peki sen sorar mısın ki?
Hem bunca kanamadan ve kanatılmadan sonra...
sarar mısın bilmem...
şimdi kimse kimsenin yarasını sormuyor. Sormayı hiç.
Sormayı öğrenmeyi bilmiyor öğrenmeyi hiç...
Sen, gidiyorsun demek...
toplayıp valizlerini alelacele boşalttığın o evden...
bu kentten... böylesine erken ve herkesten habersiz.
Böylesine ansızın. Böylesine geriye dönüşsüz. Böylesine kararlı giderken...
ben ne diyebilirim ki Şafak Tanrıçam...
karar senin ve sen kararını vermişsin bir kere...
hani o ölümüne ülkede yaşama ülküsü...
halkıma hizmet duygusuyla dopdoluyum heyecanları.
Kalifiye eleman olmanın önemi üzerinde nasılda özenle durmuştun.
Buna ne çok ihtiyacımız olduğunu defalarca tartışmıştık. Toplayıp üniversiteye hazırlık kitaplarının arasından çıkardığın şiirlerini, yarım bıraktığın aşklarını...
Toplayıp kirli acıların iz düşümü yüzünü, yüzünün sivilcelerini,
kahverengi gözlerini, gözlerindeki hüznünü tel tel ak düşmüş saçlarını hep rüzgara tutarak yürüdüğün alnını,
alnının apak yanını... toplayıp yatağında tir tir üşüdüğün uykularını,
fincan fincan kahve yudumladığın ilerlemiş gece yarılarını.. yorgunluklarını...
Toplayıp düşlerini, gülüşlerini, susuşlarının yaralı bir serçe kuşu gibi yüreğini, yüreğindeki kederinin...
iç burkan acılarını.
Toplayıp dağınık konuşmalardan ve özlemlerden arta kalan sevişmelerini,
soluk alışlarını, teninin terden ıslaklanışını kasıklarında yoğunlaşan gerginliğini, sancılarını,
sıkıntılarını, streslerini...
Toplayıp rüzgara hiç sormadan! ...
“Bu aşklar neden yarım kaldı? ...”
Giderek rüzgar bile suskunlaşıyor...
Sen toplayıp bir tren ağırlığı yükünü bu kentten giderken ben her sabah erken ölürüm belki...
belli mi olur? Her gün sayıklayıp dururum belki o soğuk uçurumu.
Herkes bu kentte ölümün dansını oynarken kimseye yaşam korkunç gelmiyor artık.
İnsanlar paranoyaklaşırken bu sözcük yetersiz kalıyor çünkü.
İşte yıllardır kanın Dicle’siyle beslenen umman Alipaşa!
İşte evinin bulunduğu sokak.
Oturduğun apartman işte her sabah yürüdüğün güzergah.
İşte her sabah yürümek zorunda olduğun yol.
Minibüse bindiğin durak. Ve mahşeri kalabalıktaki cadde ve sokaklar.
Seyyar satıcılar, işportacılar, taksiciler, tatlıcılar. Yolcu kapma yarışında ralli yapan minibüsçüler.
İşte işsizler ordusunun merkez üssü bu kent. İşte fuhuşun giderek arttığı bir yaşam.
Kendi değerlerinden hızla uzaklaşan bir yapı ve bu kentin faili belli cinayetleri.
Cinayetlerin planlayıcıları, uygulayıcıları, tetikçileri, takipçileri, gözetleyicileri...
ve bir vampir gibi kana doymayan savaş tellalları...
ve işte yüreğim
İşte yolum...
İşte gerçeğim...
İşte bu kentte ölüme umar arayan umarsız yanım.
Ne yapabilirim ki Şafak Tanrıçam...
Artık yazmayı düşünmüyordum. Dahası istemiyordum.
Yaşamın cehenneme döndürüldüğü bu kentin her yanını bütün yorgunluğuyla yaşarken,
bunca iliklerime kadar acıyı, burukluğu...
bunca kalabalığın içinde yalnızlığı, bunca yalnızlığın içinde kalabalığı yaşarken.
Bunca dilsizliğe dil olmayı başarabilmeyi diyorum.
Bunca kirli rüzgarda maviliği özlerken...
özlerken ne çok...
İşte sen tam bu fırtınanın...
................
Geleceğim bazen
Uykudayken sen
Beklenmedik uzak bir konuk gibi
Kapıyı sürgüleme üzerimden
Dışarıda bir başıma bir koyma beni
Usulca girecek bir yere ilişeceğim
Karanlıkta bir zaman bakacağım yüzüne
Ve yorgunluk göz kapaklarımı indirince
Seni kucaklayacak ve çıkıp gideceğim...
Nikola VAPTSAROV
Ben sormayı unuttum. Artık sarmayı öğreniyorum, kendi
başıma. Dipsiz ve her biri uçurum kenarı yaralarımı...
gerçi sarmayı biliyor muyum? O belli değil. Rüzgar mı sarıyor
yoksa güneş mi? onu da kimse bilmiyor. Peki sen sorar mısın ki?
Hem bunca kanamadan ve kanatılmadan sonra...
sarar mısın bilmem...
şimdi kimse kimsenin yarasını sormuyor. Sormayı hiç.
Sormayı öğrenmeyi bilmiyor öğrenmeyi hiç...
Sen, gidiyorsun demek...
toplayıp valizlerini alelacele boşalttığın o evden...
bu kentten... böylesine erken ve herkesten habersiz.
Böylesine ansızın. Böylesine geriye dönüşsüz. Böylesine kararlı giderken...
ben ne diyebilirim ki Şafak Tanrıçam...
karar senin ve sen kararını vermişsin bir kere...
hani o ölümüne ülkede yaşama ülküsü...
halkıma hizmet duygusuyla dopdoluyum heyecanları.
Kalifiye eleman olmanın önemi üzerinde nasılda özenle durmuştun.
Buna ne çok ihtiyacımız olduğunu defalarca tartışmıştık. Toplayıp üniversiteye hazırlık kitaplarının arasından çıkardığın şiirlerini, yarım bıraktığın aşklarını...
Toplayıp kirli acıların iz düşümü yüzünü, yüzünün sivilcelerini,
kahverengi gözlerini, gözlerindeki hüznünü tel tel ak düşmüş saçlarını hep rüzgara tutarak yürüdüğün alnını,
alnının apak yanını... toplayıp yatağında tir tir üşüdüğün uykularını,
fincan fincan kahve yudumladığın ilerlemiş gece yarılarını.. yorgunluklarını...
Toplayıp düşlerini, gülüşlerini, susuşlarının yaralı bir serçe kuşu gibi yüreğini, yüreğindeki kederinin...
iç burkan acılarını.
Toplayıp dağınık konuşmalardan ve özlemlerden arta kalan sevişmelerini,
soluk alışlarını, teninin terden ıslaklanışını kasıklarında yoğunlaşan gerginliğini, sancılarını,
sıkıntılarını, streslerini...
Toplayıp rüzgara hiç sormadan! ...
“Bu aşklar neden yarım kaldı? ...”
Giderek rüzgar bile suskunlaşıyor...
Sen toplayıp bir tren ağırlığı yükünü bu kentten giderken ben her sabah erken ölürüm belki...
belli mi olur? Her gün sayıklayıp dururum belki o soğuk uçurumu.
Herkes bu kentte ölümün dansını oynarken kimseye yaşam korkunç gelmiyor artık.
İnsanlar paranoyaklaşırken bu sözcük yetersiz kalıyor çünkü.
İşte yıllardır kanın Dicle’siyle beslenen umman Alipaşa!
İşte evinin bulunduğu sokak.
Oturduğun apartman işte her sabah yürüdüğün güzergah.
İşte her sabah yürümek zorunda olduğun yol.
Minibüse bindiğin durak. Ve mahşeri kalabalıktaki cadde ve sokaklar.
Seyyar satıcılar, işportacılar, taksiciler, tatlıcılar. Yolcu kapma yarışında ralli yapan minibüsçüler.
İşte işsizler ordusunun merkez üssü bu kent. İşte fuhuşun giderek arttığı bir yaşam.
Kendi değerlerinden hızla uzaklaşan bir yapı ve bu kentin faili belli cinayetleri.
Cinayetlerin planlayıcıları, uygulayıcıları, tetikçileri, takipçileri, gözetleyicileri...
ve bir vampir gibi kana doymayan savaş tellalları...
ve işte yüreğim
İşte yolum...
İşte gerçeğim...
İşte bu kentte ölüme umar arayan umarsız yanım.
Ne yapabilirim ki Şafak Tanrıçam...
Artık yazmayı düşünmüyordum. Dahası istemiyordum.
Yaşamın cehenneme döndürüldüğü bu kentin her yanını bütün yorgunluğuyla yaşarken,
bunca iliklerime kadar acıyı, burukluğu...
bunca kalabalığın içinde yalnızlığı, bunca yalnızlığın içinde kalabalığı yaşarken.
Bunca dilsizliğe dil olmayı başarabilmeyi diyorum.
Bunca kirli rüzgarda maviliği özlerken...
özlerken ne çok...
İşte sen tam bu fırtınanın orta yerinde bırakıp gidiyorsun.
Hem de selamsız sabahsız.
Bir “Hoşça kal” dahi demeden elini çenene işaret parmağını şakağına dayayıp vedalaşmayı dahi gereksiz görüyorsun.
Ne diyebilirim ki Şafak Tanrıçam...
Bu kent sana da senin yokluğuna da üzülmeyecek.
Onca acının ve sarılmayı bekleyen onca yaranın içinde seni anımsamakta bile güçlük çekecektir.
Bunca göçlerin, bunca infazların, bunca ağıtların, bunca morg önlerinde bekleşmelerin,
taziyelerin gözaltıların, ev baskınlarının işsizliklerin, açlıkların,
evsizliklerin, takip edilmelerin hangi sokakta vurulma korkusunun....
kısacası bu karabasanın orta yerinde seni hatırlamaya enerjisi kalır mı ki bu kentin?
Git be Şafak Tanrıçam...
Neden böyle habersiz
Git sen yitiksin artık.
Bense erken ölürüm belki bu kentte...
Mehmet MURAT