Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Beyaz Bir Güldü Semaye
Kamyon Gagarin köprüsünde durdu. Ahmetli’ye gidiyor araba, dedi şoför mahallinden inen bir adam, inecek varsa insin. Latife, üzerindeki ağır kilimi kaldırdı, inmeliyim, dedi usulca. Zengilan’lı kadın, üzerinde bir şey yok kızım, üşürsün, diyerek üzerindeki kalın abayı Latife’nin sırtına sardı. Allah yardımcın olsun, dedi sonra, Allah yardımcın olsun; çünkü buna ihtiyacın herkesten çok!
Bir delikanlı yol gösterdi, kasanın kenarına çıkmasına yardımcı oldu. Ardından Latife, merdivenlere tutunup yere indi. Kamyon hareket ederken, gene en son Münevver Teyzeyi gördü. Tepeden Latife’ye ağlamaklı bakıyordu.
O gece de eğilip yavrusunun toprağa sinen kokusunu gezdirirken yanaklarında, en son onu görmüştü. Demek bulabildin, demişti dingin bir sesle Münevver Teyze. Yavrum, deyip sımsıkı sarılmıştı Latife’ye. Kalk gel haydi, nice zamandır seni arıyorum. Bak kamyonlar hareket edecek. Kerim Amcana gidersin. Anlıyorum çok zor; ama belliydi. Katlanmalısın, hadi durma kalk!
Niçin gidecekti Latife, kime, niye gidecekti; kimden kaçıyordu ve niçin kaçıyordu? Yaşamak için miydi bunca telaş?
Silah sesleri artıyordu. Haydi, diyordu ısrarla Münevver hanım, haydi diyorum! .. Yolun başında, derenin kenarına durmuş üç kamyon vardı. Millet aceleyle içine doluşuyordu. Yanında eşya getirenlere kızıyordu adamın biri:
- Senin eşyanı mı taşıyacağız be kadın, diyordu, senin eşyanı mı, bunca insanı mı? Sırası mı bunların!
İnsanlar kasaya dolunca, Kamaz kamyon iki yana devrile devrile hareket etti. İki yana devrile devrile geride kalıyordu üzerinden dumanlar tüten Hocalı. Geride kalıyordu Latife’nin genç, mütevazı ömrünün bütün saadetleri.
Araba yeniden hareketlenmişti. Bu kez geride kalan Gagarin Köprüsü üzerindeki Latife’ydi. Münevver Teyze ile bakıştılar birbirlerine, kamyon Hatayi mahallesinden uzaklaşıp kaybolana dek. Münevver Teyze de kamyonla beraber bırakıp gidince, iyice çaresizleşmişti Latife. Uzak ve yabancı bir şehirde, Gagarin Köprüsünde yapayalnız kalıvermişti. Orada hissetti ilk, içinin büsbütün boşaldığını. Yara soğuyordu. Zehir, yavaş ve keskin bir şekilde damarlarına yayılıyor, dokunduğu her yeri ateş topu gibi dağlıyordu.
Bakü gene rüzgârlıydı. Geniş caddelerde yeri belirsiz birkaç araba gelip gidiyordu. Bir yerlerden gaz kokularına bulanmış akasya kokusu dağılıyordu caddelere. Rüzgâr, yalnızca rüzgâr vardı. Uzaklardan alıp getirdiği, ağlamaları, feryatları göklere yükseltiyor ardından aşinası olduğu taş duvarlara çarpıyordu. Yollar boştu ve akşam güneşinin son ışıkları az ilerde, Hazar’ın kurşuni sularında menevişleniyordu.
İlkin 28 May’a, oradan da İlimler Akademisi’ne çıkıp varmalıydı Musabekov’a. Kısa bir yol sayılmazdı. Bir şeye mi binip gitmeliydi. Kimle, neyle gidecekti. Hem niye gidiyordu Musabekov’a? Hiç, koskoca bir hiç. Munis, küçük bir ömrün en saadetli dakikalarında imtidad kesilmiş ve gövdesinin ortasından bir hiçlik tohumu atılmıştı. Şimdi zaman geçtikçe de o tohum orada büyüyor, genişliyor; genişledikçe de her şey anlamını yitiriyordu.
Allah’ım sen bana yardımcı ol, dedi ve yavaş adımlarla yürümeye başladı. Akşam çok çabuk çöküyordu. Şimdi Latife, ızdırabıyla birlikte, akşamı da sırtlanmış bir meçhule taşıyordu.
Azerbaycan Oteli görünmeye başlamıştı. Latife oraya yaklaştıkça yüreğinin çarpıntısını daha da çok duyuyordu. Baksa pencerelerine Kemal’i bulabilir miydi, olur muydu? Olurdu belki de. Belki de pencereden kendisini çağırıverirdi, Latife’m deyip.
Evlendikleri yıldı. Azer, yaz tatilinde iki haftalığına kalmaları için yer ayarladığını söyleyip Bakü’ye davet etmişti. Yoksa kalınır mıydı böyle pahalı bir otelde. Azer, Kemal’in üniversiteden çok iyi anlaştığı bir arkadaşıydı. Babası icra hakimiydi. Onun yardımıyla burada çalışmaya başlamış, sonra da idare yardımcılığına kadar da yükselmişti. Onun medhini Kemal’den çok defa dinlemişti. Ne zamandı? Hiçbir şeyi kafasında toparlayamıyordu Latife. Şimdi bunu düşünmesinin sebebini bile bilmiyordu. Azerbaycan Otelini gördüğü için mi? Zihni devamlı işliyordu. Pek çok hayal, hatıra, menşei belirsiz düşünceler, önündeki yıkık asfalt kaldırımlarla beraber, birbirine dolaşıyor ve yüreğini sıkan, nefesini kesen bir acı oluveriyordu en son. Sonra sokaklar yeniden boşalıyordu. Kendi ayak seslerini dinliyordu Latife, mecalsizdi adımları.
89’un Temmuzuydu. Kemal ile henüz birkaç günlük evliydiler. İşte o zaman çağırmıştı Azer. Hemen gelin, diyordu, ben her şeyi hazırladım.
Bakü’yü ilk defa o zaman görmüştü Latife. Koşuşan insanlar, kırmızı renkli tramvaylar, büyük binalar, meydanlar ortasında heykeller, tiyatrolar, Hazar, Hazar’daki gemiler. Bakü hayal ettiğinden de büyük bir şehirdi.
Bu apartmanların çatıları neden yok, diye sordu Kemal’e, sanki yanmış gibi. Burası dünyanın en rüzgârlı şehridir, dedi Kemal, külekler şeheridir Bakü. Çatı olsa bile rüzgâr uçurur. Sonbaharda bu caddelerde iri gır kazanları kurulup ateşe verilir. Kazanlarda asfalt pişirilip çatılara dökülür, dedi. Sonra gülerek, birkaç tanesini görürüz belki, dedi, kim bilir...
Azerbaycan Otelini bulmak hiç de zor olmamıştı. Çünkü bu bina Bakü’nün en büyük binalarından biriydi. Otele girdiklerinde ürpermişti Latife. Odaların genişliği, içinde çok önemli oldukları anlaşılan insanların varlığı onu korkutmuştu. Azer fazla bekletmeden gelmiş ve onları büyük bir sevinçle karşılamıştı. Hemen odalarını gösterip, önce istirahat etmelerini istemişti.
Akşam yemeğinde, Hazar’ın kenarında lüks bir lokantaya gitmişlerdi. Azer Kemal ile çok güzel anlaşıyordu. Hep gülüyorlardı. Bir ara da sözü doğacak çocuğa getirmişlerdi de, Latife utanmış, yüzü kızarmış, başını öne eğmişti.
Mehmet Emin, diyordu Azer, hangimizin önce bir oğlu olursa, Mehmet Emin olacak adı, ahdimiz var. Evet Mehmet Emin Resulzade’nin hatırası yaşatmalıyız dostum. Ya kız olursa, dedi sonra Azer, kız olursa adına ne koyacaksın?
Kemal, Semaye, demişti karısına bakarak. Latife’nin başı hala eğikti. Semaye, Latife’nin ninesinin adı dedi Kemal:
- Mütevekkil bir kadındı. O kadar hastalık çekti, bir defa olsun şikayetçi olmadı. Sancılarından hiç şikayet etmedi; bilirim hep yuttu. Ölüm gecesinde, vakit nedir, diye sordu en son, galiba yatsıyı kılamayacağım. Namazını hiç bırakmamıştı ninem.
Masada sessizlik oldu bir an. Kemal yeniden Latife’ye bakarak, sen de istersen ve Allah da bir kız nasip ederse eğer, demişti, adı Semaye olsun!
Azerbaycan Otelinin yanından geçmişti. Pencerelerine bakmadı Latife. Kemal’i o pencerelerden birinde görmekten korktu biraz da. Sanki Semaye’yi kucağına almış bekliyordu orada. Vah benim zavallı karım, diyordu, bırakır mıyım seni böyle...
Bakmadı Latife, çünkü buna mukavemet edemeyeceğini biliyordu. Bakışları yerde yürüdü bir müddet daha. Bu kaldırımlar, bu tenha sokaklar hep Kemal’in yadigarıydı. Kaldıkları on beş gün boyunca Kemal, Bakü’yü baştan başa gezdirmiş ve her yeri ona öğretmişti. Şehri tekrar tekrar gezmişler, akrabaların hepsini ziyaret etmişlerdi. Ne kadar mutluydular oysa.
Bir gün 28 May meydanından geçerlerken, yüreği kuş gibi sevinçle çarparak, bak, demişti Latife, işte gır kazanı, asfalt kaynatıyorlar. Şimdi de o meydandan geçiyordu; ama zift dökülen gır kazanları yoktu. Aslında hiçbir şey yoktu durmadan çoğalan bir sancıdan başka. Evlerin ışıkları yanıyordu birer birer; küçük evi nerelerdeydi. Ellerinde ekmek taşıyordu eve dönen babalar; Kemal yoktu içlerinde. Çocuklar oynaşıyorlardı sokaklarda, Semaye’nin gülücükleri karların üstüne düşmüştü çaresiz.
Yüreği bir kez daha sızladı Latife’nin. Yabancı bir şehirde yalnızlık ve kimsesizlik, bir ağaç kovuğu gibi oyuyordu içini. Rüzgâr estikçe, serinliği yüreğine değip geçiyordu. Abaya biraz daha sarındı, Zengilanlının yadigarı. Zengilan’lı kadını hatırladı sonra. Yolda binmişti kamyona. Yüzü bir ölününki kadar donuktu. Keder, gözlerinin içinde ayan beyan ortadaydı. Kırk yaşında ancaydı; ama yüzündeki çizgiler çok derindi. Yanına oturtmuşlardı ve sarındığı kilime onu da almıştı Latife.
- Zengilan’da kalan herkesi öldürdüler, dedi adamın biri, iyi sana bir şey olmamış, sen yaşıyorsun kadın!
Gözlerini yavaşça kaldırmıştı solgun yüzlü kadın, ardından bir hırıltıyla yavaşça konuştu:
-Evet yaşıyorum, dedi ve sonrasını Latife’den başka duyan olmadı: Yaşıyorum, kanadı kırık kuş gibi. Yağmur yağıyordu. Zengilan’lı kadını iyice yanına yaklaştırıp, kilimle biraz daha örttü Latife. Zengilanlı durmadan yağmura bakıyor, mırıltıyla konuşuyordu:
Azizim ulu dağlar
Çeşmeli sulu dağlar
Burda bir garip ölmüş
Gök kişner bulud ağlar.
Ölüm yağmur gibi boşanıyor göklerden, dedi en son kadın. Evimi ocağımı, çerimi çöpümü, neyim varsa götürdü bu kez. Bir köy pazarından geriye kalan naylonlar, gazete kağıtları uçuşuyordu 28 May meydanında. Latife abasına sarılmış, boş yollarda ve gecenin ortasında usul usul yürüyordu. Yer yer kaldırıp başını, ölüm meleğini arıyordu ziyasız sokak lambaları altında. Geleceksen, hazırım, diyordu, bekletme daha. Avucunun içindeyim işte, çırpınmaya bile takatim yok!
Karanlık artıyordu. Başı yerde yürüyordu Latife. Kasvetli rüzgâr, her yanı dalga dalga doldurdukça Latife’nin gözlerindeki ışık azalıyordu. Belli, sokakların tek hakimiydi o. Dilediğince nutuk atıyordu şehrinin meydanlarında. Sağdan, soldan, yüreğinin içinden geçmiş, şimdi de garip uğultularla ninniler söyleyip yürüdüğü yolda bir beşik gibi sallıyordu Latifeyi. Uzun kış gecelerinde, Semaye’yi ayaklarına yatırıp böyle sallardı Latife; karanlığın içinde, yavaş yavaş bir sağa, bir sola. Çıtır çıtır, sıcacık bir ateşin kenarında, önce Semaye’nin kulaklarını, sonra küçük munis odalarını ve ardından bütün karanlıkları dolduran şefkat dolu ninniler dökülürdü dilinden:
Lay lay deyim yatasan
Kızıl güle batasan
Kızıl gülün içinde
Şirin yuhu tapasan
Ve şimdi bu boş sokakları ve karanlıkları sallayan rüzgâr, Latife’ye de böyle ninniler söylüyordu. Latife o rüzgârda sallandıkça, Semaye’nin ışıl ışıl tatlı bakışları içini aydınlatmış, gül kırmızı yanakları yüreğini ısıtmıştı. Alnına öpücükler konduruyordu Kemal, o gecede olduğu gibi:
- Demek bir kızımız oldu. Çok sevindim Latife, çook! Semaye koyarız. Sen de istersen ha? Ninemizin adı. Onun hatırasını yaşatır. Ne güzel, bak şuna ne güzel! Tıpkı beyaz bir gül gibi, senin gibi.
Bu hatıranın zihninde uyanmasıyla birden durdu Latife. Yorulmuştu. İçinde bir şeyler işliyor, derin oyuk genişliyor, genişledikçe de takatini kesiyordu. Sırtını bir duvara verdi. Karşıda İlimler Akademisi metrosunun ışıkları yanıyordu. Nefes alması her dakika biraz daha zorlaşıyor, zorlaştıkça da eliyle göğsünü bastırıyordu. Sonra ellerine bakmıştı, sağ elinin morarmış olduğunu fark etti. Sımsıkı yumuyordu elini, açmıyordu. Sanki yaralı canı bu avucunun içindeydi.
Demek buraya kadar gelmişim ha, dedi. Nasıl geldim buraya, hangi yoldan? Ama yalnızca buraya kadar, dedi sonra. Buradan ötesi yok! Bu ağır ızdırap, benimle beraber burada son bulacak, dedi kalan nefesiyle ve bulanıklaşan metro ışıkları arasında yere yığıldı.
Zengilan’lı kadın, karşısına dikilmiş kederli yüzüyle onun gözlerine bakıyordu. Hayır, gözlerine değil; oyulan içine bakıyordu. Hiç konuşmuyordu. Evet onun yüzünde ölümü görmüştü Latife. Ölüm, hiç kimseye bu kadar yakın duramazdı. Sanki bu kadın, ölüm meleğinin epey hırpaladıktan sonra hayatla ölümün eşiğinde bırakıverdiği, iki dünya arasında kalıveren meçhul bir varlıktı. Oradan, o eşikten Latife’nin gözlerinin içine bakıyordu. Hangi acı, hangi dipsiz keder bir insanı bu hale getirebilirdi? Ne yatıyorsun, diye bağırmaya başladı Latife’ye, dikil ve gözlerimin içine bak, bakışlarını çevirme benden. Aç gözlerini!
Latife, yığılıp kaldığı yerden gözlerini yeniden açtığında, Metronun ışıkları arasında Hazar’dan doğan ayı fark etti. Semaye’nin yüzü gibi ışıl ışıldı ay. Onu şimdi daha iyi görmek istiyordu. Kalktı yeniden yürüdü. Yükselmek istiyordu Latife. Kuşlar gibi kanat açıp göklere ve sonra aya ulaşmak için çırpınıyordu. Aya; Semaye’ye. Bunda hiç bırakmayacaktı onu, ne olursa olsun bırakmayacaktı.
Var gücüyle koşarak Yasamal’a doğru tırmanıyordu, rüzgâr sanki kollarından tutmuş göklere kaldırıyordu Latife’yi. Koştu koştu; ama her defasında ay yükseldikçe yükseldi. Yetişemedi Latife. Latife koştukça o hep kaçtı. Gülüşüp oynayan, kaçan, saklanan tatlı bir çocuktu ay.
- Ama şimdi kaçmamalısın, dedi Latife, bu oyun değil Semaye!
Ay yükseldikçe Latife’nin çaresizliğiyle beraber içindeki boşluk da büyüyor, büyüdükçe göğüs kafesi bir kez daha geriliyordu. Bir gül fidanı gibi sendeledi ilkin, gücü tükenmişti. Ayakları taşımıyordu, dayanamadı yeniden yerlere yığıldı.
-Kalk kadın, dedi sert bir ses ve Latife’nin gözleri korkuyla büyüdü. Öylesine tanıdık bir korkuyla uyanmıştı ki nefes alamıyordu, nefesi boğazında düğümlenmişti. Konuşmak istedikçe ağzından kuru bir hırıltı çıkıyor, kesik kesik öksürüyordu. Ne işin var öleceksin bu soğukta, dedi adam, evin barkın yok mu senin?
Yeniden kaçar gibi yürümeye başladı Latife, içindeki korku dolu çarpıntı dinmemişti. O adamın sesiyle, sanki o gecenin sabahında yeniden uyanmıştı:
Silah sesleri geliyordu. Günlerdir uzaklardan duyduğu patlamalar bu kez iyice yakından gelir olmuştu. Kemal neredeyse üç aydır hiç yoktu. Savaşın başladığı günler evin içinde, bir kafesin içindeymiş gibi dolaşmış şimdi de onları Adil’e emanet edip gitmişti. Olmaz Latife, demişti, burada beklemek bize yakışmaz. Bak gelirim, eğer buralara da gelecek olurlarsa, korkma evvelden ben gelirim.
Silah sesleri artarak Hocalı’ya doğru geliyor; ama Kemal’den bir haber gelmiyordu. Ona öldü diyenler bile vardı. Yüreğinde ateşler yanıyordu Latife’nin. Gelirim, demişti. Gelmediğine göre... Herkes kaçıyordu Hocalı’dan, birkaç güne kalmaz Ermeniler burada olur, diyorlardı. Siz de kaçın! Nereye giderdi Latife, ya Kemal?
Bu gece silah sesleri çok yakındı. Köyün gençleri birkaç gecedir yamaçta bekleşiyorlardı. Kardeşi Adil’de o gençlerle beraber bekliyordu. Adil’in de gidişiyle evde yapayalnız kalmıştı Latife. Semaye’yi kollarına sarmış, sobanın yanında tedirgin bekliyordu. Semaye kollarında hiç bir şeyden habersiz uyuyordu. Yatağı serip yanına yatırdı usulca. Kendi de uzandı, yavrusunu seyretti bir müddet. Ne kadar tatlı uyuyordu. Bir ara yatağın kenarında duran ayakkabılarını gördü Semaye’nin. Uzandı ve aldı. Ne kadar da miniktiler. Parlayıp sönen ateşin ışığında o küçücük ayakkabıları almış küçük bir tebessümle seyrediyordu. Sonra oyuncak bebeği fark etti. Semaye birinci yaşını doldurduğu zaman almıştı Kemal onu.
Kemal’i hatırlayınca, içi yeniden belirsiz bir sancıyla yandı. Kendi kendine konuşuyor, bir gelse, diyordu. Sahip çıkardı onlara. Ortalık düzelince de ilk bu ayakkabıların yenisini aldırmalıydı Kemal'e. Semaye büyüyordu. Odanın içerisinde Semaye’nin takır tukur, o baştan bu başa, düşe kalka koşuştuğu bu ayakkabılar artık küçük geliyordu. Sonra yeni bebekler almalıyız Kemal, diyordu. Ama Kemal...
Gözleri yaşlarla doldu Latife’nin. Eğilip Semaye’yi yanağından öptü. Uyu benim tatlı kızım, gelirim dediyse gelecek baban. O bana hiç yalan söylemedi, dedi ağlayarak ve başını yastığa koydu. Kapıya atılan sert bir tekmenin şiddetli sesiyle fırladı Latife. Bir adam silahıyla eve dalmıştı. Semaye’nin gürültüye uyanmadığını görünce, ona bir şey olmasından korkarak, yorganıyla onu iyice örttü. Odaya giren asker, Latife’nin kolundan tuttuğu gibi sürüyerek evin önüne attı. Neler oluyordu. Her tarafta askerler vardı. Sonra iki asker gelip onu tekrar kollarından tutarak kolhoz binasına kadar götürdüler ve içeriye atıp kapıyı üstünden kapadılar. Gençler ve de kaçabilenlerin haricindeki 50-60 kadar köylü buraya kapatılmıştı. Bazen kapı açılıyor Ermeni askerleri son yakaladıklarını getirip bırakıyorlardı. İçeride korkunç bir feryat vardı. İnsanlar ağlayarak, bağırarak birbirlerinin üzerine kapanıyorlardı. Herkesin ağzında bir sayıklama vardı. Oğlunu, kızını, kocasını, kimin hangi noksanı varsa, dökülüyordu dillerinden. Bazıları da yakacaklar bizi burada, canlı canlı, ateşe verecekler bizi, diye hiddetle haykırıyordu durmadan. Latife üzerindeki şoku henüz atmamıştı. Orada bulduğu birine iyice yapışarak, korkuyla sordu:
- Gençler... Yamaçta bekleyen gençlere ne oldu?
- Hepsi de öldü, dedi adam ağlayarak. Pusuya düşürmüşler. Oğlum da onların içindeydi.
- Peki ya Adil, kardeşim Adil?
- Hepsi diyorum, duymuyor musun kadın!
İlkin olduğu yerde kaldı Latife, yere çöktü sessiz, birkaç hıçkırık çıktı boğazından belirsiz, çoğaldı sonra, nefesi yetişmez oldu ve bütün gücüyle ağlamaya başladı:
- Daha on altısındaydı Adil. Adil, Adiiil! ..
Vakit öğleye yaklaştığında Latife de bulunduğu yerde artık duramıyordu:
-Ne zaman çıkacağız buradan? Kızım evde, kızım evde...
Kapıları yumrukluyordu Latife, kimse açmıyordu. Etrafındakiler onu kollarından tutup yere oturtuyorlar, o gene kalkıp kapıları yumrukluyordu:
-Semaye’m evde. Aç kalır, üşür...
Öğleye doğru silah sesleri yeniden şiddetlendi.
-Bizim askerler geliyor, diye bağırdı adamın biri. Gelirlerse bizi çıkarırlar. Peşinden herkes sustu. Ağlayanlar artık içinden ağlıyor, diğerleri panik içinde sadece bekliyorlardı. Latife perişandı. Bir an evvel oradan çıkmak istiyordu. Onun Azeri askerlerini bekleyecek zamanı yoktu. Hem gelecekleri de belli değildi ki!
Bir acıyı beklemenin, o acıyı yaşamaktan daha ızdıraplı bir şey olduğunu, Latife o zaman öğrendi. Bazen kapandığı yerde bir kuş gibi duvarlara çarpıyor, bazen kapıları yumrukluyor bazen de Semaye’nin yastığa tombul yanaklarını vererek yatışının hayaline dalıyordu biçare. Kapılar yeniden açıldığında akşam olmuştu. Kapıyı açan asker, çabuk olun, demişti, fazla vaktimiz yok! Latife herkesten önce fırladı dışarı. Asker şuradan kaçın, diyordu. Kaçmak mı? Latife eve koşuyordu. Kurtulmak, onun için Semaye’ye yeniden kavuşmaktı.
Eve geldiğinde kapı açıktı. Yatağa koştu. Yorganı aceleyle kaldırdı. Semaye yoktu. Odalara giriyordu Latife, her yere bakıyor, bulduğu her şeyi fırlatıyordu; ama Semaye evde yoktu. Sonra dışarı çıktı. İnsanlar kaçışıyordu. Kadınların kaçığı yerden arka arkaya gelen patlama sesleri yeri göğü inletmişti. Kadınlar mayın tarlasına sürülmüştü. Semaye... Semaye, hiçbir yerde yoktu. Latife eve geri döndü. Bir daha dolaştı odaları, eşyaları bir daha fırlattı; ama yoktu, yoktu. Odanın orta yerine çöktü Latife. Eline Semaye’nin küçük ayakkabıları takıldı. Göğsüne bastırıp çaresiz ağlamaya başladı. Bir aralık, çöktüğü yerden evin arka kapısının yanındaki izleri fark etti. Dün gece yağan karda izler seçilebiliyordu. Hemen koştu. Bunlar, Semaye’nin küçük çıplak ayaklarının izleriydi.
Yükselmeye başlayan, ayın kısık sarı ışığında Latife, usul usul izleri takip ediyordu. Kaybetmekten korkuyor, yüreği sancılanıyor; ama hiç acele etmiyordu. İzler daha karanlığa yukarıdaki meşeliğe doğru, zik zaklar, daireler çizerek devam ediyordu. Az sonra ayak izleri kesildi. İzler daha derinleşmiş yukarıya çıkıyordu:
-Mecali kalmamış yavrumun, dedi Latife yutkunarak, mecali kalmamış ve burada emeklemeye başlamış.
Meşeliğe kadar geldi. İzler şimdi birbirine karışıyordu. Buralarda çok gezinmiş olmalı, diye düşündü. Kardaki belirtiler, yandaki dikenliğe gelip gidiyordu. Biraz daha yukarıya çıktı. Dikenlikleri de geçip meşe ağacının altına kadar geldi. Orada gördü onu, karların üstündeydi Semaye; tombul yanaklarını gene yana tutmuş yatıyordu.
Koştu Latife, kollarına aldı ve öptü yanaklarından, yumulmuş ellerinden, yarı açık gözlerinden. Yavrum, diyordu yalnız, yavrum diyordu ve gözyaşlarıyla bir öpüyordu. Kurşun isabet etmemişti Semaye’ye, donarak ölmüştü. Sonra ağlamadı Latife. Acısı arttıkça ağlamayı bırakmış ve her gelen kederin ardından daha da suskunlaşmıştı. Küçücük, tombul, yumulmuş ellerini açtı yavrusunun. Avuçları ve bilekleri dikenler içindeydi Semaye’nin. Önce usul usul, acıtmadan dikenleri ayıkladı Latife, sonra baktı, yeniden baktı donmuş yüzüne. Bulunduğu yeri eşmeye başladı yavaşça ve gücü yettiğince. Semaye’yi yattığı yerden kaldırıp bir daha kollarına aldı. Yüzü doğan ay gibi parlaktı. Kemal ona beyaz gülüm, derdi bu yüzden. Öptü gözlerinden Latife. Kokladı. Yüreğine sardı. Salındılar anne çocuk, ay ışığında son defa.
Ve usulca, yatağına koyar gibi, eştiği yere yatırdı Semaye’yi. Üşümesinden korktu, elindeki küçük ayakkabılarını giydirdi ayaklarına. Başındaki eşarbı çıkarıp yüzüne sardı. Ay bulutlanıyordu Semaye’nin mezarı yavaş yavaş örtülürken. Birbirine karışmış yaprak ve toprak, kar ve çöple kapattı küçük mezarı Latife.
Karşısına diz çöküp salındı ilkin, sonra üstüne kapandı ve yeniden kokladı Semaye’nin toprağa sinmiş kokusunu. Kemal, dedi boğuk sesiyle:
-Beyaz gülümüz burada öldü Kemal.
Latife’yi o halde bulmuştu Münevver kadın. Bulup kamyona götürmüştü. Kurtarmıştı onu böylece, Ermenilerden kurtarmıştı...
Bakü / Musabekov’da, 20 Mayıs 1992’de bir gece yarısı, kurtarılmış kadın Latife, amcası Kerim Bey’in kapısını vurduğunda bu halde idi.
Gecenin bu geç vakti dövülen kapısını hayretle açan Kerim Bey karşısında Latife’nin bu acı dolu yüzüyle karşılaşmıştı 92’nin Mayısında.
Kekeledi ilkin Kerim Bey, sora, kızım Latife, deyip onu şefkatle kollarına aldı. Kızım yalnız mısın, dedi sonra, Kemal, Adil, ya küçük Semaye nerede?
Latife olduğu yerde durmuş parlayan aya bakıyordu. Kerim Bey, Latife’yi buz gibi ellerinden tutarak, gel kızım, dedi, gel anlatırsın her şeyi.
Latife girmiyordu, dingin bir yüzle gökyüzündeki ayı seyrediyordu. Semaye yüzünü yana çevirmiş, yattığı yerden ışıl ışıl gözleriyle annesine bakıyordu ve Latife donuklaştığı bu kapı önünden soğuk aya bakarak, bir annenin evladına son sıcak şefkatini armağan ediyordu. Ellerinden tekrar tutup onu içeri almak istedi Kerim Bey. Latife’nin elini tutunca bir şeyler battı ellerine.
-Bunlar ne kızım, dedi Kerim Bey, kızım sana neler olmuş?
Kerim Bey, Latife’nin dün geceden beri yumulup bir daha açılmayan morarmış sağ avucunu açtığında, Semaye’nin ellerinden toplanan küçük dikenler yerlere dökülüverdi. İşte o zaman kendini amcasının ayaklarına attı Latife. Patlamıştı ve artık hüngür hüngür ağlıyordu:
-Her şeye gücüm yetti, dedi boğuk ağlamalar arasından, her şeye dayandım; ama onları atmaya gücüm yetmedi