Anadolu Şiir Antoloj ... Mesaj Detayi Antoloj ...

Gönderen: Devrim Boran
Tarih: 17.10.2018 11:23
Konu: 17 Yaşım

- Kurtarıcı meleğim Gönül Hoca’nın anısına...

1993 yılının sonlarıydı. Ümraniye Teknik Lisesi’nde bilgisayar okuyordum. Okulun en ‘inek sınıfı’ 11 Teknik B’nin yirmiyedi öğrencisinden biri de bendim. Bendim ben olmasına ya, yalnızca yoklamada ‘var’ idim. Gerçekte ise, ne sınıfta, ne de hayatta idim. Var ile yok arasında bir yerde idim. Ve boşlukta salınıp duran ruhum, bir uçurumu soluyordu. Kimlik bunalımının doruklarındaydım çünkü.

Dünya, ‘düş çağı’ndan çıkıp yine bir ‘karanlık çağ’a gömülüvermişti. Ve ben, karanlık çağın yitik kuşağının sıradışı bir üyesiydim. Kuşağım yitik idi; çünkü, kendini var edecek bir kimlikten yoksun idi. Ben ise sıra dışı idim; çünkü kuşağımı yitik kılan kimliksizlik ile var olamayacak kadar asi idim.

Kimliksizdim. Kimliksiz ve yitik. Bir kimlik arıyordum kendime. Kendim olabileceğim bir kimlik. Ya da ruhumu özgür kılacak bir kimlik... Kim idim? Kim olabilirdim? Ya da kim olmalıydım? Ki kendim olabileyim. Ya da ruhumu özgür kılabileyim...

Dünyaya karşı durmuş, sorular soruyordum hayata. Beni boşluğa sürükleyen hayata! Oysa hayat, itaati dayatıyordu bana. Ki itaat, yazmıyordu kitabımda... Hayatta bir tersliğin olduğunu sezmiştim. Daha doğrusu, hayatın bir ‘terslik’ üzerine kurulu olduğunu sezmiştim. Ve anlamak için sorular soruyordum, terslik üzerine kurulu hayata. Yanıtsız sorular! Sordukça, anlamını yitiriyordu hayat. Ve anlamsızlaşan hayat ile bağlarımı koparıp atıyordum bir bir. Kimlik bunalımım, ‘olmak ya da olmamak’ ikilemine gelip dayanmıştı çok geçmeden. Canıma kıymam an meselesiydi. ‘Anlamsız bir hayatı yaşamaktansa, canıma kıyarım.’ deyip bir vedaya hazırlanıyordum.

Derken, Gönül Hoca giriverdi hayatıma. Tanrı tarafından ‘hayatta kalayım’ diye gönderilmiş bir melek idi sanki. Kutup iklimini soluyan hayatıma bir güneş gibi doğuvermişti çünkü. Ve bir vedaya hazırlanırken ben, yeniden hayata bağlayıvermişti beni… Ne Tanrı tarafından gönderilmiş bir melek idi, ne de kutsal bir görevli idi oysa. Felsefe dersimize girsin diye, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderilmiş bir öğretmen idi yalnızca. Benim ‘kurtarıcı meleğim’ olmuştu ama.

Kurtarıcı meleğim ya da Gönül Hoca, daha ilk dersinde gönlüme tahtını kuruvermişti. Üstelik, yalnızca kendi olarak. Adet üzre, ilk dersini ‘tanışma faslı’na ayırmıştı. Öylesine bir tanışma değildi ama. Bir iktidar biçimi olan öğretmen-öğrenci ilişkisini kaldırıp atmış, arkadaşça bir ilişki kurmaya girişmişti. Ve beni, bir yandan şaşırtmış, bir yandan da kendine hayran kılmıştı. O ana kadar tanıdığım öğretmenlerden değildi çünkü. Hatta, o ana kadar tanıdığım insanlardan da değildi. Bir aykırılık idi. Kimliksizliğime yanıt olacak bir aykırılık.

Haftada iki saatlik dersimiz vardı. Öğleden sonra 6ncı ve 7nci derslerimize girerdi. Ve o gün yalnızca bizim için gelirdi okula... Felsefe dersini, okulun alt katında, giriş kapısının yanındaki sınıfta işlerdik. Ki önbahçeye ve caddeye bakan konumu ile okulun en kral sınıfı idi. Ve ben, felsefe dersi öncesi, cam kenarının sonundaki sıraya kuruluverirdim. Gönül Hoca’nın okula gelişini ve okuldan ayrılışını izleyebileyim diye. Okula gelişini sevinç ile izlerdim. Kaldırımda görünmesi ile başlardı şenliğim. Usul adımlarla caddeyi geçip köşeyi dönerek, okul sokağına girerdi. Yirmi metre kadar yürüdükten sonra da okula adımını atardı. Ve bir sabırsızlık alırdı beni... Güneşin, ayın ve yıldızların eşliğinde girerdi sınıfa. Ardından, dünyanın bütün kuşları doluşurdu sınıfa... Seksenbeş dakika geçiverirdi hemen. Ve ikinci zilin sesi ile biterdi ders. Yine usulca çıkıp giderdi sınıftan. Şenliğim yerini yasa bırakırdı. Okuldan ayrılışını keder ile izlerdim...

Dersi, kitaptan bağımsız olarak işlerdi. Kitaptan bağımsız, ama hayat ile bağını kurarak. Ve gözlerimizin içine bakardı konuşurken. Ruhumuzu okurdu sanki. Yaptığı, ‘düşünmeye çağrı’ idi yalnızca. Düşüncenin suç sayıldığı bir ülkede, ‘Düşünüyorum, öyleyse varım!’ deme cesaretini kuşanmamız için çabalardı. Çabalardı ya, bir ben, bir de imam kızı olan Filiz ilgi gösterirdi derse. Bağnazlığın karanlık sularında çırpınan diğerleri ise, korkarlardı. Düşünmekten korkarlardı. Korku ile büyütülmüşlerdi çünkü. Ve ölümcül bir sessizliğe gömülürlerdi ders boyunca...

Gönül Hoca’nın Felsefe Dersi, hayatımın keşfine yol açmıştı. Yanıbaşımda bir define gömülüydü. Felsefe dersine kadar farkına varamadığım bir define. Sözünü ettiğim define, Sosyalist Kültür Ansiklopedisi idi. Kara kaplı, siyah-beyaz ve saman kağıdına basılmış 5 ciltlik bir ansiklopedi idi. Çocukluğumu süsleyen, renkli ve kuşe kağıda basılı ansiklopedilere benzemiyordu hiç. Albeniden yoksundu. Ve albenisizliği nedeniyle ilgisizliğime kurban gitmişti yıllarca. Ama artık, kapağı açılmış bir define idi benim için. Hayatımın akışını değiştirecek bir define.

Sosyalist Kültür Ansiklopedisi’nin sayfalarını karıştırır olmuştum artık. Renkli ansiklopedilere alışkanlığım nedeniyle, önce sıkılarak karıştırıyordum. Sonra ise heyecanla karıştırmaya başlamıştım. Hayatımın ayrılmaz bir parçası olmuştu çok geçmeden. Sayfaları karıştırmaktan, sayfalara dalmaya başlamıştım. Yepyeni kişiler, kavramlar ve düşünceler giriyordu hayatıma: Materyalizm ve idealizm; düşünce ve madde; diyalektik ve metafizik; tez, anti-tez ve sentez; feodalizm, kapitalizm ve sosyalizm... Marx, Engels, Hegel, Kant, Descartes, Aristo, Platon, Sokrat, Heraklit...

Ansiklopedi’den sorular soruyordum derste. Hem Gönül Hoca’nın dikkatini çekmek için, hem de derse ilgimi göstermek için. Sorularımın hepsini yanıtlamıştı. Biri dışında, hepsini. Yanıtladığı sorularımı hatırlamıyorum şimdi. Aklımda kalan, yanıtlayamadığı sorum yalnızca. İlkçağ Yunan tarihinden bir düşünür ve siyasetçi olan Solon’u sormuştum. Yunanistan’a demokrasiyi yeniden getiren Solon’u. Alçakgönüllü bir biçimde ‘Bilmiyorum!’ deyip, ‘Kimmiş?’ diye eklemişti. Ve ben, Solon’u tanıyor olmanın gururu ile yanıtlamıştım sorumu...

Sosyalist Kültür Ansiklopedisi’ni okuyordum. Ve kafam allak bullak idi. Öğrenmiştim ki, hayata sorup da yanıtını alamadığım sorular, binlerce yıldan beri sorulmaktaymış. Sorulmakta ve yanıtlanmaktaymış. Sorular aynı idi. Yanıtlar ise başka başka... Ansiklopedi’yi okuyordum. Ve okudukça, yeniden anlam kazanıyordu hayat. Kimlik bunalımım, ‘olmak ya da olmamak’ ikilemini aşıp ‘nasıl olmalı’ya varmıştı. Ruhumu saran nihilizmin karanlığından, varoluşumu anlamlandıracak bir kopuş’un aydınlığına adım atmıştım. Ve miladıma doğru yaklaşıyorum usul usul...

Dönem ödevimi felsefeden almaya karar vermiştim. Dersi kurtarmak için değil ama. Yalnızca felsefeye ilgimden dolayı. Dönem ödevi için üç ders seçiliyordu. Üçünü de felsefe yazmıştım. Ve haliyle, felsefe çıkmıştı… Gönül Hoca, konu olarak ‘İlkçağ Felsefesi’ni vermişti bana. İtiraz etmiştim ben. ‘Konuyu kendim seçebilir miyim?’ diye itiraz etmiştim. ‘Neden olmasın! Dersten sonra yanıma gel, konuşalım!’ demişti. Ders biter bitmez yanına gitmiştim. ‘Hangi konuyu alacaksın?’ diye sormuştu. ‘Marx’ı almak istiyorum!’ demiştim. Marx’ı almak istiyordum. Çünkü, Ansiklopedi’de 100 küsür sayfa ile en çok yer Marx’a ayrılmıştı. Ve Marx, gelmiş-geçmiş en büyük filozof idi benim gözümde. ‘Marx olmaz!’ demişti. Demişti ya, bir anlam verememiştim yanıtına. Marx neden olmasındı? En büyük filozof değil miydi? Hem, ders kitabımızda da yer almıyor muydu? Şaşkınlık içindeydim. Ve yeniden bir konu seçmeliydim. ‘Engels olsun!’ demiştim. Engels’i almak istiyordum. Çünkü, Ansiklopedi’de Marx ile birlikte anlatılıyordu hep. Ve Engels, Marx’tan sonra gelen en büyük filozof idi benim gözümde. Gönül Hoca, ‘O da olmaz!’ demişti. Hem Marx, hem de Engels, neden olmasındı? Ne gibi bir sakıncası olabilirdi? Şaşkınlığım tarifsizdi. Ve şaşkınlığıma, dehşetli bir merak eşlik ediyordu artık. Gönül Hoca, Marx ve Engels’i tanımıyor olduğumu anlamış olmalı ki, bir açıklama yapma gereği duymuştu. Ve ‘Ödevler idareye gidiyor. Sorun olabilir.’ biçiminde bir açıklama yapmıştı. Açıklama yapmıştı ya, ne merakımı, ne de şaşkınlığımı giderebilmişti. Tersine artırmıştı. Okul idaresine giderse gitsindi, ne olacaktıki? Marx da, Engels de, filozof idi sonuçta. Ama yok! Benim bilemediğim bir şey olmalıydı. Acaba neydi? Kafamın içi soruya kesmişti. Ama, sorularımın yanıtını aramadan önce, yeniden bir konu seçmeliydim. Ve ‘Hegel olsun o zaman!’demiştim. Hegel’i seçmiştim. Çünkü, Ansiklopedi’de Marx anlatılırken Hegel’den de söz ediliyordu. Marx, gençken solHegelciymiş ve Hegel’in diyalektiğini ayakları üzerine oturtmuş falan diye. Ve Hegel, ‘3 numaralı filozofum’ idi benim. Gönül Hoca, ‘Tamam!’ demişti sonunda. Ve ben, sakıncasız bir konu seçebilmenin rahatlığı, tarifsiz şaşkınlığım ve dehşetli merakım ile ayrılmıştım yanından...

kasım 2007 - devrim BORAN

RESİM SEÇ