Kalbimin sağanağına yakalanıyorum. Çılgınca koşarak sığınacak bir yer arıyorum. Hiçbir çatı üzerimi örtmüyor. Sel akan sokaklarda, nehir gibi akan yağmurun altında kalıyorum. Kaçtığımsın, sığınmak isteyip de sığınamadığımsın. Her damlayla toprağımda binlerce filiz verip çoğalansın. Oysa hayat bulmayasın toprağın kalbinde öylece solasın diye nicedir tarlaları çoraklığa kuraklığa kiraya vermiştim. Sürüp, bakmadığım topraklar erozyona uğrar, kayalara taşlara sırtını dayar zannetmiştim. Oysa bu suskunluk, nadastaki tarlalarının bereketini, yağmur olup getirdi. Altın rengi başakların boyun büken taneleri gibi boynum bükük kalıyordu yağmurlara. Her içimden geliş geçişlerin bir hayalden öte ruhumun dokunacağı kadar gerçek yapıyordu seni. Yanımda olan insanların dokunamadığı yerlere sızıyordun bir yağmur damlasının yerle buluşmak için gösterdiği telaşın çabukluğunda. İşlediğin hücrelerimi dolduruyor sığmıyor taşıyordun. Yağmurun bulutlara sığamayıp kendini yeniden bulutla buluşturmak için çıktığı dolambaçlı yollarda karşılaşıyordum seninle. Ayın büyüsüne kapılmış denizin onun peşine takılıp sınırlarını aşması sahili özlemle koynuna alıp sarılışı gibiydi haberin olmadan yaşadığım özlem dolu buluşmalar.
Ayın ışığını gölgesine alan gri bulutlar çıkar gelirdi özlem dalgaları kalbimin duvarlarını okşadığında, içini içime döker gibi bir sağanak başlardı, en küçük kelimelerle konuşur buluta olan aşkını anlatırdı. Kavuşmalarında ve ayrılıklarında çoşan duygularının ifadesiydi yeryüzüne topraklara dağlara taşlara derelere denizlere çiçeklere böceklere karışan su zerreleri. Kimi zaman sadece saçlarımı ıslatan kimi zaman sırılsıklam tüm varlıkları kollarına alan sağanaklar geçiyor kalbimin üzerinden. Kalbimin her hücresinde sen. Ruhum bi mecal kalıyor içimden sen gelip geçerken, sağanaklar ayaklarımı kesiyor, ben sığınacak bir çatı arıyorken. Arayıp ta her arayışta kendimi gri bulutlarla baş başa buluyorken. Yağmurun minik elleri tutuyor ellerimi, dokunduğu bedenimden sızıp ruhuma en sessiz kelimeleriyle, unutmak diye ayrılık diye bir şey yok bu bizim yalanımız mısralarını fısıldıyor, tüm şarkılar ayrılığımızı belgelerken yağmurun sesi yüreğimin bulutlarda yankı bulmuş haykırışları, yalanlıyor tüm şarkıları tüm mektupları tüm kırgın mısraları. Sen görünmez bir bedenle bedenime dolanmışken ruhunun yansımaları halen ruhumda suret bulurken yüreğim hala yüreğine bıraktığım parçası için böyle ağlarken ayrılık kelimesi bir yalan oluyor biz cümlesinin sonuna eklenmiş. Hayat eteklerini sürüyüp giderken en gerçek haliyle, senden kalan tek gerçek oluyor bende kalan yağmur yüklü bulutlar.
..
Yine uzaklardasın. Hem de çok uzak. Mesafeler değil bizi uzak kılan. Bizim kendimizle, içimizde bizimle büyüyen hislerle aramıza giren bir ıraklık bu. Kendimizden sıyrılıp dışardan korkulu ürkek gözlerle izliyoruz bizi. Yaşadıklarımızı böylece seyretmek daha mı az çekiçliyor yüreklerimizi. Gizli bir dünya bu kurduğumuz. Hiçbir insan gözü görmüyor hiçbir yürek bu dünyanın farkına varmıyor. Mesafeler fark etmiyor, aramızda yüzlerce km. ye rağmen duygularımızla dokunuyor gözlerimizde açılan hayal perdesinde kalp gözümüzün gördüğü sonsuz çayırlıkta koşuşan beyaz atların yelelerine tutunup dört nala gidiyoruz kimi zaman rüzgara bırakıp kendimizi, binlerce söz duyguya dönüşüyor, kelimelerin görünen anlamlarına gerek kalmıyor, aynı hızla aynı hazla atıyor nabzımız. Biz bize bir duygunun içinde buluşup nefes alacak kadar yakındık, özel ve güzel olan, seni bende belki beni de sende tutuklu tutkulu yaşatan buydu. Oysa şimdi km.lerden öte uzağız bize. Öyle kalmalıydı belki de hiç dokunulmadan hiçbir ses soluk bulmadan. Gözlerin ve kalplerin dünyasına hiç el uzatmadan. Bir umudu hayallerle süslü bırakmak, ama umudun yaşayacağı topraklara hiç ayak basmamak. Su üzerine yansıyanlar güzelmiş, dokunduğunda güzelliğini küçük bir fırtına savururmuş. Ruhlarımızın buluşma yerini gök kubbe de bulutlara saklamalı, yeryüzünün tozundan dumanından sakınmalıymış. Duygularımız pınarların serin suları gibi saftı, çağlaması çoşması bu yüzden olağandı, bahçemize hayat veren yeşerten suyun olduğu gibi onunla kuşaklaşmasıydı. Yüreklerimizde bir bakışın açtığı yarıktan fışkıran ve orayı artık bildiğimiz dünyanın dışında bir dünya yapan suyun o saflığıydı. Duygularımızı yıkadı önce, ağırlığından sıyırdı, ruhlarımız taşıyabiliyordu artık kendini, gökyüzü yıldızlar ay güneş onun yeni dostlarıydı. Bir çocuğun gözlerinden taşan sevinci, akıp gelen kederi, hiçbir kin bilemeden unutup yeniden diyebilen kalbi artık uzak değildi sol yanımıza. Bu yüzden erteledik hep kavuşmaları, tensel bir dokunuşun kendinden kurtulamadan girmesini istemedik dünyamıza. Çok güzel bir rüyaydı hiç uyanmak istemediğimiz bir bahar sabahında yağmurla söken şafak gibi. Kalplerimizin elleri tutunmuşken halelere, düşmek vardı çamurlu göl bataklıklarına. Tek korkumuz buydu. Kurduğumuz o dünyaya bir çamurun sıçramasıydı. Kirlenmek bir küçücük lekeyle. Yalanın yalanı doğurduğu gibi çirkin olan da çirkinlikleri çağırmaz mıydı. İyi ve temiz başlayan, kendinden bir şey yitirmemeliydi. Mesafeler bu yüzden en büyük korunağımızdı bizim. Bu yüzden hasret çekmek küçük bir bedeldi. Yasakları ve imkansızlığı bilip, dikenli tellerde sarmaşık gülleri büyütmüştük biz. Şimdi kurduğumuz o dünyadan da dikenli tellerin ardındaki yaşamdan da uzağız. Neydi bizi böylesi yetim bırakan. Ellerimizin küçük bir dokunuşu dudaklarımızın döktüğü küçük bir ses mi kovdu bizi, sürgündeyiz şimdi. Hiç konuşmadan koyduğumuz yasaları çiğnediğimiz için mi ateş aldı ormanlarımız, nefes alacak bir damla havaya muhtacız. Yavaş yavaş ikimizde ölüyoruz lakin korkumuzdan çakıldığımız topraktan kımıldamıyoruz. İnancımızdı güzel bir dünyanın kapısını aralatan, biz hep onu incitip kaçırmaktan irkilirdik. Bir gün Ademle Havva gibi aramıza giren bir isteğin ihtirasına kapılıp mesafeleri çiğnedik. Durduğumuz yerde durmalıydı her şey, sıkıca tutmalıydık, bilirdik elden kaçan bir kelebek bir daha konmazdı yapraklarımıza. Suya atılan bir çöp karışmaz onun ruhuna, su onu bırakıverir bir çakılın kollarına yada bir derenin yatağına. İhtiraslarına yenilen sen ol yada ben olayım artık ne fark eder. O pembe bulutlar dağıldı ya, gri ye boyandı ya gökyüzü, yüreklerimize kapandı ya tüm kapılar, hiçbir şeyin hükmü yok artık yasak kayıp şehirde. Beklenmedik fırtınaların yıkımları daha fazladır, kayıpları da. Nasıl başladığını anlayamadığımız gibi nasıl bittiğini de anlamak zor. Yüreğimizdeki kaynak kurumadı, bundan donakalışımız, arkamızı dönüp de bu yerlerden göçüp kaçamayışımız. Uzağız kendimize, hangi çölün hangi kumluklarındaysak ordayız işte. Korktuğuna uğramış ilk olamayanlardanız. Atıldığımız yerde bekliyorsak güneşi, geçiriyorsak geceyi gri bulutların rahmetine duyduğumuz ümitten. Uzaktan bakıyorsak birbirimize, bizden öte kendimize, korkunun yalamasından yüreklerimizi. Bir yağmur bulutunun altında yıkanıp yeniden kırmızı yapraklı güller büyütebilir miyiz bahçemizde, hala kurumamış o pınarda yüzebilir miyiz yine, arınır mı ihtirasların lekeleri, yoksa izi kalır mı. Altın ateşten korksa altın olamazdı, gümüş böylesi parlayamazdı. Ateşe el uzatamadığımız sürece korkularımız azat etmeyecek bizi. Esaretimiz sürdükçe km.lerden öte uzağız biz, bize. Bizden öte kendimize. An be an yabancılaşmaya başlayan yüreklerimize.
..
Bir kitabın sayfalarında rastgele dolaşırken seni ve beni okuyordum. Adını koymayı bilemediğimiz ama varlığını hep hissettiğimiz gerçekleri ve duyguları. Satırlarda geçtikçe zaman, seni daha çok özlediğimi hissettim. Gözlerim aşiyan ziyaretlerinle buğulanırken bir acıydı hissettiğim burnumun direği sızladı resmen, beynimin içine kadar işleyen bir acıyla. Ölümden geri sayıp, doğumumdan sonraki çocukluğuma geri sayan adımlarla yürürken çaresizlik duygusuydu içime oturan ve aylardır oturduğu yerden kımıldayan. Her kıpırdayışında zehir uçlu dikenler gibi ruhuma batan. Kitapta dizilmiş satırlar “kimseye zarar vermeyen kendimi yaşadığım bir hayat”ı anlatırken ömrümü çepeçevre örmüş hayatın verdiklerine karşılık benden aldıklarıyla hatta hiç vermedikleriyle yüzleştim. Özgür gibi yaşadığımız bu dünyada bir kafesteyiz, ölmeyecek kadar beslendiğimiz ama asla güçlenmediğimiz. Hayatımın üzerinde çizdiğim resimleri adsızlıktan ve griden sen çekip aldın yıllar sonra ve sen şimdi ne kadar uzaksın bana. Her an ruhumdaki akış gibi, ciğerlerimdeki soluk gibi yaşıyorum seni, beynimden geçen her düşüncede, içimde hiç dinmeyen fırtınalarda hep izlerin, hücrelerin var. böylesi bir yakınlığa rağmen uzaklığın, çaresizliğimin adı. Uzaklığın. Ben de hep yarım kalan, asla tamamlanamayan, hep için için yanan rengini, sıcaklığını, varlığını gri küllerin altında saklayan duygularımın adısın sen. Seninle içilmemiş bir fincan kahvenin, yürünememiş yolların, sabaha varmış karanlıkların, çıtır buğusu üzerinde bir ekmekle kapımı çalamadığın günlerin ahı var sessizliğimde. Seni anlattığım, senden korkmadan bahsettiğim seni canım diye çağırdığım günlerin hayali hala içimde yaşıyor. Kaderin, kadersizliği pay biçtiği ömrümde her geçen gün kan kaybetse de çaresizlik bir kaya gibi üzerinde onu ezse de henüz hala yok olmadı. Garip bir duygu bu. Ömrü biçilmiş bir hastanın ümitsizliğinde ölüme yakınlığını hissetmesi kadar gerçek ama ona rağmen korkuları kadar ayakta, dimdik. Tüm anlamsızlara varlığınla anlam getiren sen, çaresizliğin adı olan sen, kendimle buluşmalarımın ve kayıplarımın sebebi sen.
..
Uzaklığın zor geliyor bana. Ne mesafeler ne km.ler. nede ayrı şehirler. Ruhun bir kaçkın, gözlerin bir camın arkasında gizli, kalbin önünde buzdan bir duvar misali dikili, kelimelerin bir karanlık inmiş ve aydınlığını yitirmiş bir nehir gibi. Uzaklığın zor geliyor bana. Artık benim değilsin sanki. Kapıların ardından gizlice fısıldar gibi cümlelerin başkaları duymasın ve sezmesin bizi. Oysa hiç çekinmezdin gök kubbedeydi tüm sesimiz. Toprakta taşta havada suda tüm tınılarda biz vardık ve eskidendi sözünü eklemek bana çok zor geliyor şimdi. Bölüştürmen bize ait olanları ve benim dediğim bizim dediğimiz her şeyin yavaş yavaş kayıp gitmesi. Sevilmelerin kavuşma ve ayrılıkların tüm sevinç ve kırgınlıkların sıcaklığını yitiren bir mangal gibi yavaş yavaş küle döndüğünü izlemek şimdi bana düşen. Bir demlik çayın buğusuna karışan sohbetleri bölüştürmekte varmış, ve yerimi yavaş yavaş soğumaya bırakıp kalkıp gitmekte yazılıymış. Uzaklığın zor geliyor bana. Sıcaklığını yitiren ve bir örtüyle üstü örtülen evler vardır. Artık yaşanmayan ve anıların saklı kaldığı terkedilmişliğin küflü kokusunun sindiği duvardaki resimlerin çivilerinden düştüğü yalnızlığın rutubet gibi damladığı evler gibi mi olacak beraber döşediğimiz ve her noktasında bizden bir parça bıraktığımız yuvamız. Sesinin duyulmadığı senin ve benim cümlelerimizin geçmediği bir sessizlik mi kalacak şimdi bana. Oysa ben sesini duymadan nasıl yaşarım, sesine inen perdeyi görüp de nasıl sabahları bekler geceleri özler nasıl nefes alırım. Benim dediğim ve sen olduğum biz kelimesine düşen karanlığın sesine inen bu gölgenin yalnızlığına nasıl dayanırım. İki kişilik bir yaşamı yazan satırları okurken aklımdan geçen korkuların yüzüne çarparken ellerimden yitene nasıl kahrolmam. Bir buz parçası gibi eriyoruz işte. Damla damla kan kaybediyor artık bizim olanlar. Ahhh sevgili sen bilmezsin bu uzaklığının, bu kapılar ardından gelen fısıltılarının, bir camın ardında kalan solgun ruhunun ve duvarların ardındaki güneş açan yeni sabahlarının nasıl içimi darmadağın ettiğini fırtınalar estirip beni parça parça savurduğunu. Bu evde ördüğüm duvarları benden km.lerce uzak sende görüp anlamamak mümkün mü. İşte asıl acı bu gerçeğin şimşekler gibi durmadan düşlerime çakması. Kalbimin durmadan dumanlı gri bulutlara yoldaş olması yersiz değil içimdeki ince sızının son ses çınlaması boş yere değil. Ayrılık ayrı düşmek değil, ayrılık adı konmuş bir hikaye değil, ayrılık yalnız uyanmak değil; ayrılık kapıların ardında kalman ayrılık gönlünü başkasına açman, ayrılık bizim olanı sıyırıp yenilere yer açman, ayrılık yeni heyecanlarla güne uyanman. Ayrılık bu işte, önüme bu duvarı koyman. Buluşup söylediğimiz türküleri düşünüyorum da şimdi kırık bir sazdan dökülür gibi notalarımız. Ahhh sevgili biz artık bir çocuğun eskimiş ve duvara asılmış ilk sazı gibiyiz.
..