Bu kış çok yağmurlu olsun istiyorum
Küçük nehirleriyle aksın gitsin elemler
Puslu,gri bir gökyüzü örtsün başımızın üstünü
Mis gibi toprak kokusunu çekelim içimize
Çizmelerimizin altında dansetsin damlalar
Yağmur gibi berrak olsun günlerimiz bu kış
Unutalım hatırlamak istemediğimiz ne varsa
..
Üzerinde otlar yeşerebilen
Gri-siyah kayalar yalnızlığa alışık
Selamsız sabahsız geçip giden gemiler
Deniz kuşlarının umurunda değil
Yuttuğumuz sudaki tuz
Bir kaç damla huzurdu aslında
..
Üzülme Hasankeyf, üzülme Belkız,
Dayan Fırtına Vadisi.
Diren Bergama, sıkı dur: Bolu, Düzce, Gölcük, Yalova…
Bekle gri kentimin Kırkikindi Yağmuru.
Kütük yorgunluğunu,
Yayla uykusundan kalkarak atacağız.
Tamamlanacak resimler,
..
güneş batarken gel
gri bulutlar kan rengine dönerken
ve bahçedeki menekşe henüz küsmeden
yağmur gibi bastırarak birden
sabahları erkenden,
ya da akşamın kollarında gel
..
Hayata devrik basliyorum cumlelerim gibi.
Seni seviyorum demenin yollari degisiyor bende,
Kimi zaman bir deniz ozlemini,
Kimi zaman mavisine koyuyorum gokyuzunun, yasadigim seyleri.
Gri bir istanbul sabahiyla baslayip gune,
Kızıla dönen güneş rengi saçlarınla bitiriyorum kendimi
Her zaman gece oluyor,
..
Bütün hesaplarım alt üst oldu.
Sen giderken hiçbir şeyi görmedi gözüm
Bir tek gözyaşlarımı bıraktın da geriye
Şimdi elde var hasret
Elde var hüzün
Takvimler on beşinde bir eylül sabahının
..
Dalgalı bir okyanus yüreğin,
Nice can beslenir içinde,
Rengarenk kovuklarında,
Özlem birikir.
Masmavi bir buluttur bakışın,
Umut aydınlığıdır yaydığı,
..
İstanbul'un sabahı dumanlı sisli,
ne zaman akşam olur,
örter zifiri karanlık
çirkinliklerin üzerini.
güzelliklerin dizginlendiği,
denizin mavisinin gri olduğu zamanı.
İstanbul'un dumanı sisi biter mi?
..
06 Ocak 2013 Pazar 09:26:49
Düşünen Düşünürlerin Düş Ürünleri ile ANADOLU İÇİN YÜRÜMEK! .
= 000.022 =
Düşünen Düşünürlerin Düş Ürünleri ile ANADOLU’DA İLERLEMEK! .
“YALNIZLIK” Adlı Romandan:
..
06 Ocak 2013 Pazar 10:57:14
Düşünen Düşünürlerin Düş Ürünleri ile ANADOLU İÇİN YÜRÜMEK! .
= 000.024 =
Düşünen Düşünürlerin Düş Ürünleri ile ANADOLU’DA İLERLEMEK! .
“YALNIZLIK” Adlı Romandan:
..
SENİNLE BULUT OLMAK
Seninle güneşi doğurmak, ayı batırmak
Yer değiştiren bulutlar sinemasında
Hem seyirci, hem oyuncu olmak,
Bazen belirip, bazen enginlerde kaybolmak.
..
Karanlıktan!
Çıkmak istedim,
Camsız duvarlarımı,
Beyaza boyadım,
Siyahtan!
Kurtulurum diye,
Sadece;
..
Sıcaklık, mutluluk, sevgi,
heyecan, iyimserlik, güven,
zerafet, umut, fedakarlık,
beyazdır...
Soğukluk, mutsuzluk,
riyakarlık, kötümserlik, kin,
..
gri köprünün lodosa bakan yamacında,
oltanın üç kağıtçı tarafını daldırmıştık
içi karadan çok pislik barındıran denize.
tepemizde aydınlık bir gökyüzü
ve aç martılar dolanıyor
bütün masumiyetlerini kaybedercesine.
bizse; birden çok balıkçıyla,
..
ölümün rengi gri.
bir de özgürlüğüm var;
senin ve onun adı mavi;
gökyüzü ve deniz gibi.
..
Bu sabah gri uyandım
sızamadığım maviliğin içinde.
Ne yeşildi baktığım
ne de siyah gördüğüm.
Kızılım toprak
..
Gelme üstüme kahverengi hüzün
Gelme üstüme yeşil ayrılık
Gelmeyin üstüme toplumun baskıları
Kara kara
Yüreğimi yara yara
Gelme üstüme gri kıskançlık
..
Kim Yarattı İnsanı; DÜŞÜNCELERLE OLGUNLAŞIR DEYİ? .
VATAN SATHI DOSTLUĞU; Aşk ile Anar İken Umudumuzu:
Gökteki Gri Renk Uyumlu Rota ile Yine Aşk Bulutu! .
Düşmeden Yıldırım, Yanmadan Orman; Aşkı Ne Güzel! .
Bir Acil Durum Olmaksızın Günlüğe Not Düşüvermek! .
..
I
Deselerdi inanmazdım; çocukluğumun son, gençliğimin ilk günlerinde bir kentin anlamının,anlamlandırmalarının bu kadar dar, sıkıcı olabileceğini.Ayrıntılarda bile kaybolmak meğersem ''kır'a'' özgüymüş; ormandaki ağaç misali.Oysa kent büyük bir yığınsa da o kadar da bir kopyaymış: her şeyin aslında birbirinden tamamen farklı olmasına rağmen.Duyumlarım kentin beton bakışlarında gri bir sertlik algılıyor; ve geçiş'genliğin olamadığı bir yerde derinlik de bulamıyor.Tüketimlerin binbircesinin, ve her gün kopya da olabilse yenisinin, yaşandığı bu kentte ''yaratımların sınırlarında dolaşımının'' kaygısı var her'alde: üretilenlerin sürümünde, malların pazarında,azınlık alıcının beklentilerinde,çoğunluk alıcının gerçekleştirebildiklerinde.....
II
Küçük bir sahil kasabasının özlemini neden silemiyor, büyük bir sahil kasabası olan bu kent? Düşlemlerimin kumsalının enlemesine boylamasına geniş yolu boyunca, ufukta gördüğüm o kalabalıklar, neden; sadelikleri, dokunulmamışlıkları ve yaratma ihtimallerini özletir oldu.Gerçekleşenlerin dışlayıcılığını, kalabalığın sakat örgenliğini, basamadığın toprağa yabancılaşmayı, daha kırdayken, çocuğun ilkel bilinciyle, en azından, kavramasam da sezebildiğimi hatırlıyorum; ama anlatmak istediğim ve anlayamadığım, nicel olarak yığılan bu kalabalığın neden ben de bir türlü nitel dönüşümlere yol açamadığı... Beni rahatsız eden de, yalnızlığımın diyalektiği olarak gördüğüm, kentin yığılmışlığının da büyük bir yalnızlık olması.Yığılmışız, yığılıyoruz: Tıkılmış bir çöp torbası gibi bu kente, ve bütünlenemiyoruz; en yakınımız, arkadaşımız, işimiz, odamız, penceremiz, her günkü mücadelemizle; bütünleşmek bir yana kendimizden bile ayrılıyoruz, mekanik uzantıların fiziği yoran ruhu unutturan, oldukça çok ama sığ düzlemlerinde...
..
Yürürken yaşamıyor gibiyim adımlarımı sonsuz uzanan hiçliğin içinde atar gibiyim. İnsanlara görünmüyor gibiyim, insanlar görmüyor gibi beni. Yokluk bende tanımlıymış gibi, yokluğu tanımlayan tüm kelimeler bir uzvummuş gibi.. Tanrı yalnızca bir sesin uçurumlarda yaptığı yankıymış gibi, koca bir yanılgıymış gibi. Zaman ise korkunç görünen sis.. Hiç yaşamıyor gibiyim, annemin karnında hiç çarpmamış gibi kalbim.. Kalbim… O kendini bilmez, sürgün edilmiş, kirli, gri sakallı yaşlı bilge... Kalbim.. O bana ihanet eden hain… Tanrıların lanetleyip içime attığı karalar giymiş azap meleği.. Ve çoğu zaman da hüznün şehrinden kaçıp sevdanın şehrine yelken açan tek gözlü korsan.. Ki, gemisinde getirdiği hüzün incilerini sevdanın toprağına dağıtır canhıraş acı çığlıklarla. Kalbim… İsyan edip çıplak yamaçlarda savrulan ve kaydı dünyanın kara kaplı koca defterine geçmemiş olan bir gerilla... Hiç olmadık bir vakitte yakar ateşini dağ başlarında ve atar kendini hiçliğin boşluğuna. Cesedini, son umudunu da tanrılara satmak üzere olan bir kartal alır, diriltir yavrularının karnında.
Zamanın en sararmış, en eski güncesinin bir sayfasındaymışım gibi... Düşmanına saplanmayı bekleyen keskin bir kılıcın üzerindeki kan lekesiymişim gibi, soluk soluğa kalmış cengaver bir atın yelesinde dolaşan çöl tozuymuşum gibi.. Kalbim ise atın dizginlerini elinde tutan kara peçeli savaşçı ve kimliğinden sıyrıldığı vakitlerde atın ayağındaki nal… Zaman güncesini birkaç asır daha geriye çevirdiğinde uzun ince, derisi çekilmiş elleriyle kıllı yaratıkların gözündeki çiğ damlası oluyor kalbim. Ciğeri oyulmuş kayaların sert tenine taşın soğukluğuyla çizilmiş resim oluveriyorum ben de.. Ki, çığırtkan dili oluyorum o vakit mağara adamlarının… Kan kırmızı dillerinde akmak için çırpınıp duran anlamsızlıkların adlandırılmış heyecanı oluyorum… Her çizgide biraz daha tamamlanıyorum ve her çizgide biraz daha ulaştırıyorum onları zamanın güncesindeki ak sayfalara..Onlar beyaz gecelere yaklaştıklarını sandıkça ben yitiyorum bir nebze.. Kalemine takılan bir engel, kalemini yolundan şaşırtan kötü sıfatı oluyorum zamanın, beyaz geceleri beyaz kılmak adına, kıllı mağara adamlarının umutlarını yakmamak adına… Ve zamanın güncesinde sayfalar ilerleyip asır oldukça her asır beni içinde taşıyor sır diye. Zaman yüzündeki kırışıklığı belli eden bir gülümsemeyle çevirirken sayfaları güncenin bir yerinde kalmış bir insan lekesine takılıyorum. Kalbim, sesi vadileri yaran bir çingene oluyor, kırmızı gül takıyor saçlarına ve çıkıyor meydanlara. Bedenini ağzı şarap kokan meyhane şairlerine satıyor geceleri… Kendi rengindeki kırmızı bir elmayı ısırıyor gün batımında kokusu cezp ediyor zamanı ve çekip alıyor beni insan lekesinin içinden… Kocaman, irinli bir leke gibi duruyor insan bundan sonraki sayfalarda ve gittikçe büyüyor, sarıp sarmalıyor zehriyle zamanın güncesini. Kelimeler çırpındıkça, zamanın elleri titrek bir mum alevi gibi geziniyor sayfalarda. Meydan okuyor zamana ve güncenin içinde yüzen beceriksiz kelimelere. “Nedir seni böylesine gizemli ve anlamsız kılan? ”diye soruyor insan lekesi zamana. “Hükmün ne vakte kadar sürecek böyle, ne vakte kadar nefessiz kalacağız, saniyelerin boğazımızı tıkayacak! ? ” Zaman duruyor o vakit, elleri durup düşünüyor, beyni, kalbi… Gözleri küflenmiş yüreğime takılıyor, bir derin ah çekiyor. “Siz hep beni yaşadınız, hep koştunuz, hesapladınız. Gün geldi sevdiniz çabuk dediniz gün geldi sövdünüz yeter olsun dur dediniz. Belki benim hükmümü giyinmiştiniz zor geliyordu size akmaktan yorulmayan, sonu olmayan bir nehirde kürek çekmek. Ve benim sonsuzluğumda ayarlı bir dilimin kahramanıydınız.. Ben bir saatin durmadan dönen akrebiydim sürekli dönüyordum siz ise bir tik ya da tak sesiydiniz tükenip gidiyordunuz sonra.. Ve sırada bekleyenler vardı gelip geçiyorlardı içimden. Siz beni tükettiniz, güzelliğimi sattınız soylu zamanlar çaldınız kendinize. Siz anlamlar yüklediniz kendinize ve bana.. Ben ise hep boşlukta kaldım bilmedim kendimi çünkü hiç de kendimden sıyrılıp kendimi dışarıdan seyredemedim. Ben hep kendimle birlikte bir hiçliğin içindeydim.. Ben hiç yaşamadım, adımı bilmedim.. Siz zaman dediniz akıp durdum akmak nedir bilmiyorum. Zaman nedir bilmiyorum.. Köleyim bu evrende ve kölelikten kurtulmayı düşlüyorum. Bir kurbağa benim içimde benimle birlikte onu saldım aranıza anlattı durdu beni. Aktım durdum. Hiç yaşamadım ben yaşanıp tüketildim yalnızca…”
Zaman sönmek üzere olan bir mum aleviyken gözleri yaşla doluyor, hiç dillenmeyen dili dillenirken yaşlar akıyor birer birer ve sönmeye başlıyor. Ben, zamanın içindeki kurbağa… Güncenin silik kısımlarına doğru koşuyorum. Hiçliğin karanlık dehlizlerine bırakıyorum kendimi, yüreğim ise zamanın meşale gibi dikildiği ve kendisinin erittiği mum oluyor.. Sesim kaybolurken aynı notada kalbim eriyor, zaman yaşlarının yağmuru altında sönüyor… İnsan lekesi ise, Tanrı’ya sunulmuş olan güncenin sayfalarında ve Tanrı’nın en sevdiği oyuncağı olan dünyanın tarihinde, kara bir leke olarak kalma hükmünü giyiniyor…
..



