(bir gün çok zengin olacağım ve barımı açacağım)
Bir yağmurlu cumartesi sabahında, gene içim kan ağlıyor ve yine işime gidiyorum. İşim dedim ise, sahibi olduğum bir işim değil, paragöz bir adamın –ki bu adam vergi vermemek adına sürekli her personeli adına paravan şirketler kuran ve onlar arasında kar aktarması yaparak “karhane” olarak kullandığı- iş yeri.
Hani derler ya: el parası ile gerdeğe girilmez, sanırım ben hala bu yüzden evlenemiyorum. Evlensem de, bir hayrını görmem diye korkuyorum.
Ha, burası da benim ezel ebedi çalıştığım bir yer değil keza. Sigortasız çalıştığım ilk yerleri de hesaba katarsam; mezuniyetten sonra ki sekizinci iş yerim.
İlk iş yerim, ilkokul arkadaşım Ercan’ın babasının elektrikçi dükkanıydı. Elektrik tesisat işleri yapıyorduk orada ve ben ara sıra dükkana bakıyordum. Hatta, ben ilkokula giderken yenisi yapılacak diye yıkılan ve yapımı yılan hikayesine dönen, o güzel caminin inşaatında çalıştım; tam üç hafta.
Ancak yaptığın işten ne kadar zevk(!) alırsan al, bir an geliyor ve maddiyat etkiliyor hayatını. O üç haftanın sonunda ayrıldım. Ayrıldıktan üç gün sonra 17 ağustos depremi oldu. Ayrıca ayrıldığım gün minarenin en uç noktasına çıkmıştık Fatih ile.
1999 yılı kasımında, Arçelik beyaz eşya Pendik servisinde işe girdim. Burada Dört ay çalıştım. Lakin buradan sigortam yapılmadığı için ayrılmak zorunda kaldım. Sonunda burada ÜÇ saplantımı ezmiştim, ama ”DÖRT” saplantım çıkmıştı bu defa…
Bu defa 2,5 ay iş aradıktan sonra 2000 yılı mayısında kalite kontrol sorumlusu olarak Kral Aydınlatma’da işe başladım.
İş çok rahattı, kolaydı ve olduğum yerin tek adamıydım. Ancak işe gidiş ve geliş ne rahattı, ne kolaydı, ne de tek araçla idi. Gidişte üç vasıta, dönüşte üç vasıta değiştiriyordum. Defalarca kez, adı Süleyman olan fabrika müdürüne durumu anlatıp, bir hal çaresi istedim. Aldığım cevap “o zaman gel bu civarda ev tut” oldu. Ben de, bu cevaptan sonra, son bir ayımda geç işe gelişlerimi arttırdım. Ama haklıda görüyordum kendimi; neden?
Mesai saatleri 08 – 18 arası olup, hergün 2 saat fazla mesai uygulanıyordu. Buna bende iştirak ediyordum, ancak bu mesailer maaşıma etki etmiyordu. Oysa ki, işe giriş antlaşmamızda, bu fazla mesailer maaşıma yansıtılacağı yönünde idi. İşte bu ücretlendirme ve yol masraflarım birleşince haklılığımı kendi gözümde perçinliyordu.
Dördüncü ayın sonunda istifamı vermek zorunda kaldım. Yine dört sorunumu geçiremedim. 23 gün işsiz debelenirken, 23 ekimde ASM Telekom’a girdim.
İş, kolaydı, rahattı, zevkliydi, ortamda neşeli idi. Hatta işe girişimin 2. gününde Beşiktaşımın, Milan ile Dolmabahçe Stadı’nda oynadığı ve 2 – 0 yenildiği Şampiyonlar Ligi maçında görev yaptım. Yenildik, ama canı sağolsun Kartalımın.
Bu işte mobil istasyonlar ile Turkcell’in, zamanın moda tabiri ile “kovalamaca” yani kapsama alanında genişlik sağlanması ve servis verilen kullanıcı sayısının arttırılması işlevini yürüyorduk.
O kadar çok sevilmiştim ki burada! Neco, Aytekin, Ahmet Şengül, Ercü, Serdar Babam, Aydın Ağabey, Murat Ağabey, Barış, Ertan Ağabey…
İşe başlayışımın daha ilk ayında, bu Ramazan’a denk geliyordu; böbrek taşı düşürdüm ve bana kafadan 20 gün izin verdiler, evde yatırdılar.
Bu süreyi takip eden yılbaşında Taksim’de görev yapmamı istediler, balıklama atladım. Güzelde oldu ama, harika bir gece oldu. Hatta sabahın dördünde işimiz bitince yanımda getirdiğim şampanyayı patlatmıştık. Her şey öyle güzel gidiyordu ki. Temmuz ayında kankam Fatih ile Uğur ve Ekrem’in de burada işe başlamasına vesile oldum.
Ve kasım ayı, ayrılık vakti gelmişti. Herhangi bir sorun değil, askerlik dönemim gelmişti.
24 Kasım 2001 gecesi çıktım yola… Yolda değilde, Amasya’ya acemi birliğime teslim olduğum an “ne yapıyorum lan ben, nasıl bitecek bu askerlik” dedim.
Acemi eğitimimi, Amasya’da; hayatımda ilk kez uçağa binmeme vesile olan kadro görevimi, Kıbrıs’ta yaptım.
Çok sevdim orayı ve insanlarını, hatta bir tanesini daha çok. Beni sevende oldu, vakitsiz olduğumda mektuplarımı gönderen, gazete bayiliği yapan bir anne ile iki kızı vardı mesela asla unutamayacağım insanlar onlar ve Kıbrıs Türk Bankası’nda bir güzel kadın; ki o en ihtiyacım olduğu anda ATM’den çekemediğim on milyon liram için cebinden çıkarıp vermişti. Daha sonra geri ödemiştim tabiki ve çok hoşuna gitmişti.
Lakin, o askerliğimin 18 ayı boyunca edinebildiğim, dahası onun tabiri ile benimle arkadaş olmasına izin verdiğim tek insan Uğur Dönmez idi. Hala görüşürüz onunla ve bir aksilik olmaz umarım, 2007 şubatında bir oğul babası olacak. Ayrıca beni her konuda koruyan komutanım Astsubay Faruk Ballı’yı çok kırdım disiplinsizliğim ile. Öyle ki hayatımda ilk kez, onun sayesinde demir parmaklıkların ardını gördüm. Ama yazıhane işlerinde de bana çok güvendi ve hiç mahcup olmadı.
Günü geldi ve 20 Mayıs 2003’te askerliğide bitirdim. 21 Mayıs sabahı eve girdim, kahvaltımı yaptım, ve can-ı gönülden sevdiğim Beşiktaşımın 100. yıl şampiyonluğunu görmek adına bilet almaya gittim. Ne mutlu bana ki, bu mutluluğu yaşadım.
2 hafta dinlendikten sonra, 9 Haziran sabahı eski işim ASM Telekom’da tekrardan iş başı yaptım. Ama hiç bir şey eskisi gibi değildi. Çok şey değişmişti şirket işleyişinde. Çok mal beyinli ve görüntüsü ile, davranışları ile bunu perçinleyen bir mühendis müdür olmuştu. Geriliyordum her iş gününde, ancak bir vefa borcum vardı patrondan öte ağabeylerime. Asker iken çok maddi yardımda bulunmuşlar, hatta Kıbrıs’ta beni ziyarete gelmişlerdi. Çalışıyordum, ama mutlu değildim.
Ve o dönem Ramazan Bayramı’nı Kıbrıs’ta geçirmeye gitmiştim; O, uğurunda öldüğüm kıza. Öyle böyle geçti, gitti, bitti. Bana kalanı ise, o zamandan bozulan iktisadımı hala toparlayamamam. O kadar uğraştım, ettim, ama şu anda bile onun etkisini hissediyorum. Yani bir kriz hali olsa ekmeksizim dersem anlayın.
Bir salı sabahı idi. Şirkette maaşlar konusunda tartışma çıktı. Takım şefleri soluğu mal müdürün yanında aldılar. Bağarış, çağarış derken, neredeyse yumruk yumruğa giriyorlardı. Bu durum, canımı iyice sıkmıştı. O hafta kuzenimin kocası Harun, beni arayıp teklifte bulundu, şansım varmış. Çaresiz kabul ettim.
Bu süreç gelişirken, çok önemli bir olayı unuttuğumu ilk maaş ödemesi sırasında unuttuğumu ilk maaş ödemesi sırasında anlayacaktım. Biz hiç maaştan söz etmemiştik! Ve neredeyse 15 günde bedava çalışmış, o sürecin parasınıda alamadım! ...
Bu yeni işim, sigortacılıktı. Koluman Sigorta’da çalışıyordum. Harun’a göre, bir çömez sigorta danışmanı, ama genel görünüşe göre ise, ofis-boy idim. Dert etmemeye çalıştım. Olmadı, hiç bir şey zorlamasa asgari ücret alışım etkiliyordu ruh halimi. Yardımcısı olarak alındığım Ebru ile, biraz iyi biraz kötü anlaşıyorduk.
İyi kızdı, ama yılandan daha yılan olabiliyordu. Her ne ise diyerek ben, internetten iş aramaya devam ediyordum her gün. Artık herkes ile çok samimi bir ilişkiye bürünmüştüm. İnsanlar bana, gelecek planlarını, hatta evde yaşadıkları sorunları anlatıyorlardı. Hatta şirkette çalışan bir çok kadın (bayan kullanımını asla kabul etmiyorum, zira o bir hitap şeklidir. Beni yanlış bulan varsa, o zaman benzeri bir anlatımı, bir erkek için bay olarak kullansın ve saçmalığa şahit olsun) , alımlı giyinişine etkilenmiş gözlerle bakışımdan rahatsız olmuyor, aksine memnuniyetini gösterir bir eda ile bakıyor veya konuşuyordu.
Bazıları bu durumları pas verme olarak nitelesede, düşünce yapım gereği ben, bu tutumları dostça değerlendiriyordum. Zira asla iş ortamından biri ile arkadaşlık hariç her hangi bir ilişkiye girmem, girmeyeceğim. Ama şunu da söylemeden edemeyeceğim; kafamı duvarlara vurduğumda çok olmuştur hani.
Günler böyle geçip giderken, 2004 Nisan’ında aboşum Ayşin ablamla tanıştım. Ben onu dengim sanırken, o benden yaşça değil, kalben büyük çıktı. Yaşça da büyüktür, ama 18’lik bir kızdan afrkı yoktur aboşumun. Bundan 3 ay sonra beni, Damla ile tanıştırdı. Hollanda’da yaşıyordu, hemde benim takımım Feyenord’un şehrinde. 1 Ağustos Pazar günü, Aboşum ile Büyükada da birlikte Aya Yorgi Kilisesi’ne gittik. Bundan 3 hafta sonra da, dünyanın en güzel kızı ile tanıştırdı beni. İrem ile tanıştırdı beni. Öyle bir kız ki İrem, o güzel teyzesini çok örnek aldığını, ona hayran oluşunu bangır bangır haykırıyor hal ve hareketlerinden.
Eylül ayının sonlarına doğru çok üzücü bir haber almıştım. İrem lösemi olmuştu. Bu durumu öğrendiğim anda beynimden vurulmuşçasına donmuştum bilgisayar karşısında. Aboşum ile netten görüşüyor ve İrem kızın durumu ile bilgi alıyordum.
Bu arada bizde sigortada üç kişi olmuştuk. Raziye katılmıştı aramıza. Çok alımlı, çok anlayışlı ve bir o kadardan fazla da dünya görüşü olan bir insandı. Aydınlı idi, ama bir İzmir aşığı idi. Sevincini öyle aman aman göstermez, ancak hüznünü de pek göstermeyi sevmezdi; gözlerine bakmadıkça. Aboşum ile aynı yaşta, evli ve bir kızı olan bir güzel kadın işte.
Artık iyiden iyiye araba kullanmam gelişmişti. Bankaya araba ile gidip geliyor, günleri bir bir yiyordum. Ebru ile tartışmalarımız hep oluyor, zaman zamandan daha çokta gülüp eğleniyorduk. Raziye ile de fikirler üstüne konuşuyorduk; o gülünce günde çarçabuk bitiveriyordu.
İrem’in tedavisi sürüyor, Damla ile sürekli tartışıyorduk. Manevi kardeştik, ama anlaşmazlıklarımız gün be gün artıyordu.
Ve bir gün İrem kızın tuttuğu takım fenerbahçenin kevgir kalecisi rüştü müşterimiz olmuştu. Hemen aklıma ilk gelen İrem’i aramak ve onunla konuşturmak oldu. Üç hafta sonra İrem’i fenerin tesislerine götürdük. İrem kızın yüzü gülmüştü.
20 Haziran da hayatımın ilk yıllık iznini kullandım. Askerlik arkadaşım Uğur’u ziyarete gittim. Sevgilisi Deniz ile yeni yeni çıkmaya başlamışlardı. O gün “siz evlenirsiniz” demiştim (evlendiler. Şubatta oğulları doğacak) . O gece otobüse binerek, Antalya Finike’ye yola çıktım. Aylardır mailleştiğim Aysun ile birlikte tatil yapacaktık. Gittim, gördüm. Çok iyi bir kalbi olan, esmer bir kadın idi. Arkadaşı Sevgi gibi.
Sevgi, o gün biraz soğuk davranmıştı bana, ama denize yüzmeye gittiğimizde bambaşka bir insan oluvermişti. Beni arkadaşı olarak kabul etmişti artık.
Ertesi gün üçümüz ortak karar alarak Kaş’a gitmeye karar verdik. Bende dönmeye niyetlenirken, yol üstünde, beni ben yapan iş yerim AMS’den iş görüşmesine çağırdılar. O gün çok güzel geçti. Hatta Sevgi ile yüzerken bir andan panikledi, bana tutunuverdi ve benide beraberinde götürüyordu. Günün sonunda ayrıldık; önce Kaş’tan, ardından ben onlardan.
Gene bazıları özel durumların olabilirliğini düşünebilirler. Ama olmadı, düşünmedim öyle bir şey. Dostluk her şeyden evvel gelir…
4 Temmuz Pazartesi AMS’de iş başı yaptım ve gecesi beni Ankara’ya eğitime gönderdiler. İşte bu ilk iş günü hayatıma damga vuran insanların başında yer alan Funda’yı tanıdım.
Ona olan ilgim aşk değildi. Sadece hayrandım ona. İşine olan hakimiyeti ve deliliği onu seyretmemi sağlıyordu. İşte bu yüzden onunla muhabbetimi kaybetmemek adına işimde, elimden gelenin en iyisini vermeye gayret ettim.
Birde Bora bey vardı orada. Bora Bora, Bora bey. Oda işi çok iyi biliyordu, ama çok pezevenk bir herifti (bu tabiri asla hakaret olarak değil, aksine o ufacık boyu ile her işin altından kalkmasından dolayı espri mahiyetinde kullandım) . İnsanın “yüzüne karşı“ çok çok iyi, benzeri bulunmaz bir insan, bir ağabey idi (hatta Medist 2006 fuarında bizi baba – oğul sanmışlar) .
Lakin şirkette, benim hakkımda dediklerini başkalarından duyduğumda asla inanmak istemiyordum; iyi yada kötü ayrım yapmadan (ben aslen asla ve asla bey kelimesini kullanmayı sevmem ne adımdan sonra, ne de başkalarının adından sonra. Ancak bu adama yakışıyor; zira Zühtü Bora demek yerine, kısaca Bora Bey demek rahat oluyor) .
Birde Gökçe vardı, Bora beyin yardımcısı. Çok iyi bir kızdı, ama gözleri hiç samimi bakmıyor gibi gelirdi bana. Sarışın oluşundan belki de, iç servetli konuşmak gelmedi içimden (oldum olası sarışınlar bana itici gelir) .
Aynı şekilde Hanife’ye de mesafeli kaldım. Çok Şeker Kız Candy idi. Benim gibi, panikti; işler karıştımı Allah Allah! ... Aycan ağabeyin deyimi ile kız çocuğu idi işte.
Aycan ağabey, köyün delisi idi. Alper Pirmit “kermit” ise, yeni muhitimiz san franŞİŞKO; Ahmet ağabey ise, Bora beyin en yakın hasmı idi.
Sertan, dünyanın kitabı olmayan, ama çok iyi yazan yazarıdır. Ah bir de inandırıcı olabilse. İzzetim, kardeşim gibi oldu, aynı işe girdikten sonra Güneyim gibi oldu.
Şubat 2006 da aramıza katılan Erdem ise, çok tehlikeli gibi geldi benim için. Tıbbi mühendisti, çok iyi İngilizce biliyor, ancak çok zorlamadıkça bilgisini paylaşmıyordu; aynı Taner gibi.
Taner; onunla beraber iş başı yapmıştık. Ancak o ilk görüş anında ısınırsam ısınırım ben. Isınamadım herife! Neden? Çünkü benim eskiden yaptıklarımı korkusuzca uyguluyordu, uyarınca sebeb soruyordu, olayları fazla umursamıyordu. Bazı hallerde sattım onu, oda beni sattı. Çünkü ikimizin bildiklerini kimse bilmezdi. Her şey bir yana, kalbini bilmem, ama poposu büyüktü ve iyi bir arkadaştı. Yalnız İstanbul hayatında biraz değil, oldukça yontulması gereken bir kerestedir kendisi.
Ve bir akşam Bora beyi es geçip, Ankara’ya tepkimi göstermek adına bir elektronik posta göndermem beni çok ezdi. Sonun başlangıcını hazırladı kanımca. Gönderdikten sonra ben ne ettin dedim, ama çok geçti artık. İki gün sonra Bora bey ile, bu konuyu konuştuk ve ilk kez onunla tartıştık. Bu bana çok ağır geldi ve utandım. İlk fırsatta istifa edip ayrılmam gerekiyordu, yaptım. Hatta istifa mektubumda Bora bey değil, Bora Özdemiroğlu diye söz ettim ondan ve anlaşamadığımızı bu sebeb ile ayrıldığımı yazdım. Bana kin duysun, unutsun istedim. Umarım başarmışımdır.
Oradan ayrıldıktan sonra ki ilk pazartesi günü, yeni işime başladım. İnşaatlarda amelilik olayı gibi bir şeydi bu. Hakketmiştim bunu. Bu işte yorulduğum için değil, bilmediğim bir sebebten dolayı terlemelerim artmıştı. O gece de terleme olayım devam etti. 19 Eylül 2006 günü iş başı yaptıktan 3 saat sonra acı veren bir gaz hali oluştu bende. Geğiriyordum, ama acı an be an artıyordu. En sonunda hastahaneye gittim ve durumumu öğrendim. Apandisitim patlamak üzere idi. Derhal ameliyata aldılar. Hem de eski dost bir cihaz ile.
Asla olmam gözü ile baktığım ameliyat olayını da rahatsız etmiştim. 20 gün istirahatli olarak evde yattım. 10 Ekimde Segatech’deki işime geri döndüm. Zor geliyordu çalışmak, bu inşaat işinde elektrik işi yapıyordum, ancak ameleydim yahu, düz bir amele. Küçümsediğim için değil, alışmamışım ben öyle çalışmaya zor geldi bu yüzden. Ama çok iyi insanlar tanıdım. En iyisi de Selahattin idi. Çok temiz bir kişiliği olan pırlanta gibi bir çocuk idi. Saflığına ve temizliğine su değmemişti, yağmur altında dolanırken bile.
Burada şunu anladım; kim ben işçi ruhluyum derse, ona şunu demek gerek: “gel lan, çalış, madem ruhun işçi, bedeninde işçi olsun! ”
Eğer çalışır ise, sözüne güvenilir biridir; çalışamazsa, sallayacaksın onu ve çöpe atacaksın.
Bu sebeb ile, iş aramaya başladım ve secretcv de teknik servis ilanı olarak, Saneta Su’yu gördüm. Benim işim, teknik servis; ben, insanlarla muhatab olmalıyım. Çünkü ben insanları seviyorum, onlar ile ilgilenmeliyim. Onara gerçek doğruları göstermeliyim.
Başvurumu netten yaptım. Ertesi hafta çağırdılar. Konuştuk, antlaştık. Sanırım ilanlarına tek cevap veren bendim. Zira çok heyecanlı değildiler ve saçmalıklarıma ses çıkarmadılar.
İş çok basit, maaşı idare eder, ancak ortam buz gibi.sırf müşterinin parası ile işleri olan paragöz kişilerden kurulu bir müessese. Hatta kar aktarımı yaparak vergi kaçırmak için 6 ayrı şirket var aynı çatı altında.
Bildiğimiz su sebilleri var ya, işte onların bakım ve kontrollerini yapıyorum. Ancak şu ara havalar çok yağmurlu olduğu için, çok ıslanıyorum. Araba konusunu açtım, araba yok dediler, veremiyoruz dediler. İçeriye veridğim masrfalrım ikinci haftasına girdi ve hala alabilmiş değilim. Üstüne üstlük sürekli yenileride biniyor üstüne.
Çok canım sıkılıyor, hem de çok! ...
Hani Öfke İle Kalkan, Zarar İle Otururmuş Ya; Hani Ali Yazar, Veli Bozarmış, Küp Suyunu Azar Azar Çekermiş, Üzülmüşüm Ne Ye Yaramış, Keskin Sirke Küpüne Zararmış…
İşte Bu, Öyle Bir Hayatın Kısa Bir Özeti: Yazan Erbil, Bozan Erbil, Üzülsede Hayatını Bok Eden Yine Erbil, Küpüne Zarar Veren Keskin Sirkedir Erbil…
“Sevgilerimle
Buraya Özgeçmişimi Yazmak İsterdim, Ama Benim Özgeçmişim Yok. CV’mde Yok! Ben Dün İle Değil, Daha Çok Bugün Ve Yarın İle İlgilenirim. Çünkü Düne Bakarsam Yaşadığım Negatif Olayları Referans Alabilir Ve Hareket Alanımı Daraltabilirim. Örneğin Mezun Olduğum Okul En İyisi Değilse, En İyi Okuldan Mezun Olan Birini Benden Daha İyi Görme Gafletine Düşebilirim. Oysa Ben Henüz Hiçbir Negatifliğe Bulaşmayan Bugün Ve Yarın İle İlgilenirim. Bu Beni Daima En Öne Götürür. Çünkü Geleceğimi Şekillendiren Dünün Geyiği Değil, Yarının Hayalleridir.
Ben Bugün En İyisi Olduğuma Eminim. Yarında Benden Daha İyisi Olmayacak. Göreceksin! ”
Erdal DEMİRKIRAN
“Ben Dünyanın En Akıllı İnsanıyım” kitabından
2002 © Basımı
Kayıt Tarihi : 27.11.2006 22:08:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
ayrıca bu kadar seyı yazmak ıcın delı olmak gerekır
manyakmısın kardesım...
TÜM YORUMLAR (1)