"Umutların bizi yaşama bağladığı o güçlü anlarda, yaşadığımız yerin neresi olduğu konusunda pek fazla sorun yaşamayız genellikle. Fakat dış dünyanın arzu edilen cazibesi kaburgalarımıza basınç yaptığı zamanlarda ise çaresizliğimizin dipsiz kuyularında buluruz kendimizi çığlık çığlığa. Bu tuhaf çelişkilerin zihnimizde yarattığı dünya dünyaların en kötüsüdür.
Beyaz sayfalara çizilen eğri büğrü çiçeklerin isimlerini bilip kokularını belki de bir daha duyumsamdan, yaz sıcağında kuruyan otların çıtırtısını, üzerinde gezindiğimiz dünyanın yağmur sonrası toprak kokusunu ciğerlerimize çekmeden yaşamak...
Böylesi bir insan kuşatılmış olduğu ümitsizlik batağından hangi meydan okumayla kurtulabilir?
Kurtuluş; kapana sıkışmış olduğumuzu inkâr edip hayali bir senaryoyla gerçeğe karşı kazanılacağına inanılan bir sorumsuzluk halimidir?
Kurtuluş: yaralı olanı azarlamış olan bu hoyrat dünyanın sunulmamış olan nimetlerine, lanet okuyarak ve daha fazla zalimleşmesine izin vermeyerek, onu reddederek gerçekleşir.
Açılır göğün uçuk mavisi
bakışlarında kara bulutları yararak.
Bir uzak ırmak serinliğinin sevincini sunar
çağırır adınla seni.
Ne hatırlamak istersin o metalik yengilerini
ne de avutmak için okşarsın
Evler zamanla bağlantısı olmayan mekanlar olarak tasvir edilebilirlerdi. Birbirlerinden farklı dünyalara sahip olanlar, sessizce odalarına çekilerek yarattıkları küçük evrenlerinde ya da düş denizlerinde sonsuzluğu arayabilirlerdi. Kimsenin asla diğerine çarpma imkanına sahip olmadığı bu geniş düş dünyaları onları kendi içine çekerek o kontrolsüz soyut hâliyle gövdeleriyle bütünleyebilirdi.
Evet düşüncenin o karmaşık fikirlerle yegâneleştiği mekanlarda herkes bir şeyleri bıraktığı yerden devam ediyordu bir sonraki güne. Bu başka bir hakikati de dayatıyordu insana; devam edilen her yaşam parçası, çürümeye de bir başkaldırıydı.
Neden beklendiği bilinmiyor ve neden acısına bir dokunuşla taze bir var oluş peşinden koşma cüreti gösteriyordu insan? Hayır kabul edemeyiz bunu ya da kabul edilmemeli ! Çünkü kabul etmek için henüz çok erken, artık daha büyük hayalleri ve yitirilmiş bir geçmişi zamanın içinde soysuzlaştırmamak gerekiyordu! Bunun sözünü kim kendine verebilirdi ki? Evler, sadece pencerelerinden güneşi ve yıldızları görebildiğimiz bacası olan tabutlardan ibaretti. O zaman herkes bir ölüydü ve herkes ölü olduğunu kabul etmemekte ısrar ederek yaşamı değerli kılabilmek için yaşıyor numarası yapmaktaydı. Ne kötü!
Halbuki o beton yığınlarına hayat veren bizlerdik, fakat farkında olmadan ruhlarımızı o dört duvarlar arasında bir anda kaybettik. Ne acı öyle değil mi? En değerli mahlukatken bir beton yığınının seni öldürmesi. Bazen olur böyle şeyler diyemiyorum artık, çünkü hep oluyor ve gün geçtikçe biraz daha yok oluyoruz…
Yıkıntın, bir zafer alayı gibi sert adımlarla yürürken yüreğinin sokaklarında.
Düşüncenin bütün putları secdeye duruyordu.
Açık bir maviliğin peygambervari doğasına yakıştın sen.
Avuçlarında kâinatı taşıyorsun ki
tanımıyorsun kendini.
Tanı kendini...
"Çağır gövdemi bu sonsuz akşamında ey gök.
Tam burada düştüm ve kanıyor yaram ay gülümseyince.
İnsan biraz kendini sevebilir, kendine anlatabilir ucuz bir hikaye.
Böyle diyordum uzak bir yol boyunca.
Söyle ey kendim, düş dediğin nedir ki?
Nerelerde aranır ve nerede unutur asıl sahibini
Kötü bir küfrün özgürlük rüyasında
belleğin ihanet senfonisi çalarken.
Geçerdi bir gölge misali kısır umutların son çaresizliği,
hatıraların tozlu eşiğinden.
Sonra,
soğuk bir hançerin keskin yüzüne dönüşürdü,
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!