...GÖĞE AÇILAN HİÇ KAPILARI...(Düz Yazı)

Naime Erlaçin
955

ŞİİR


43

TAKİPÇİ

...GÖĞE AÇILAN HİÇ KAPILARI...(Düz Yazı)

Sosyo-ekonomik ve politik pencerelerden bakıldığında bireyin çıkarları ile küresel sisteminkiler arasındaki tutarsızlığı fark etmemek olanaksız. Sahte değerler ve sahte haberler servis ederek, özellikle de kitle iletişim araçlarıyla kamuoyunu yönlendirmek artık sıradanlaşmıştır. Böylece gerçek hayatta hiç olmayan ama olması istenen rol ve insan modelleri yaratılmakta, öte yandan da bireyin sıkıntıları küresel sistemce ve bilinçli bir biçimde göz ardı edilmektedir.

Post-Kant’çı ahlâk tartışmalarında, örneğin Stirner’in Kant değerlendirmelerinde bireyin vicdanına bir ‘ahlâk bekçisi’ yerleştirildiğinden söz edilir. Günümüze gelindiğinde ise bireyin aklına taklit edilmesi beklenen kopyalar istiflendiği görülür. Baudrillard’a göre iletişim araçlarıyla, özellikle de gündelik haberlerle oluşturulan; tarihin yok olmasına da hizmet eden bir ‘tezgâh’ aracılığıyla yepyeni iktidarlar kurulmaktadır. Kişisel özgürlükler başkalarının uygulamaya koyduğu toplum mühendisliği projelerince yönlendirilmekte ve birey sürekli olarak ‘simülatif” (taklitçi) bir yaşam tarzına doğru güdülmektedir. Birey-özgürlük ilişkisine müdahale eden post modern öğelerin egemenliklerini ilân ettiği, bireyin köleleştirildiği bir çağa gelinmiştir artık. Tüm yaşama alanlarını bir eğlence parkına (Disneyland’a) benzeten yazar, “Her şeyin her şeyle değiş tokuş edilebildiği bir dünyada değerin hiçbir anlam ifade etmediği söylenebilir” der ki burada aslında gerçeği sorgulamaya başlamıştır. (“Sanal Evren ve Haber Dünyası” – Baudrillard) Sorunsala Hegel’ci bir bakışla yaklaşıldığında ise tarih ve yapının düşünceyi oluşturmadaki rolü öne çıkar. Tarih bilinci yok edilmekte ve ana yapı bozulmaktayken, bireyin kendiliğine kavuşmasını beklemek hayal gücünü fazlasıyla zorlamak demektir. Diyalektik mantığın kurucusu olan Hegel, tarih ile yapının düşünceyi oluşturmadaki rolüne değinmenin yanı sıra efendi-köle diyalektiğinin anlaşılmasında ‘öteki’yi de dikkate alarak, öz farkındalığın oluşmasının altını kuvvetle çizmiştir. Aynı şekilde, kesin itaati zorunlu kılan ‘çağdaş akılcılık’ da özgürlüğü kısıtlama etmenidir, çünkü altında dayatma, yönlendirme ve güdüleme yatar. Stirner, Sartre, Foucault ve daha pek çok düşünür birey-özgürlük ilişkisini sıkça irdelemiş; bireysel özgürlüğün olmadığı yerde iktidarın etkisinden kurtulmanın, tam anlamıyla özgürleşmenin olanaksızlığından söz etmişlerdir. Oysaki etkin direniş gösterebilmek için, “Hiçbir şey benden üstün değildir! ” diyen felsefeci yazarın da işaret ettiği gibi ‘kendiliğin’ oluşturulması önkoşuldur. (“Meselemi Hiçe Bıraktım”- Max Stirner)

Felsefi-sosyolojik-ideolojik yaklaşımları birbirinden çok farklı da olsa, bu düşünürler bireyin özgürleşme olgusuna sıkça yoğunlaşmışlar; bireylik, kendilik, biriciklik, öz farkındalık gibi kavramları önemsemişlerdir. Temelde mülkiyetçi bir görüşe sahip olan Stirner dahi, “Özgürlük, insanın kendi yararına uygun olan şeyleri gerçekleştirmek için bir araç olarak değil, liberalizm için istenir olmuştur; özgürlükle özgürlük için ilgilenilir olmuştur… En yüksek değer veya en yüce hedef olarak özgürlük bireye hiçbir şey sağlamaz” diyerek özgürlüğün herkese mal olabileceğini ama kendiliğin-biricikliğin kişiye özel olduğunu belirtmiştir. Yazara göre ‘ben’ varsa özgürlük vardır. Baudrillard ise sınırları çağın değişimlerine uyumlu olarak genişletmiş, analizini K. Marx’ın değerlendirmeleri doğrultusunda ve bir adım daha ileri götürerek, liberalizm ile kapitalizmin de boyunu aşan küresel gücün etki alanına yönelmiş; böylece oldukça isabetli bir tespitte bulunmuştur. “Küresel güç (bu gücü kapitalizm olarak nitelendirmek pek doğru değildir) günümüzde artık yalnızca kendi kendisiyle boğuşmak durumundadır. Bundan böyle bu güce komünizmin hayaleti değil kendi hayaleti kafa tutacaktır”. (Baudrillard – agy.)

Şurası bir gerçek ki iktidarlar çağlar boyunca vardı. Onlara boyun eğenler ve eğmeyenler de… Üstelik sanat ile iktidar arasındaki ortak yaşamsal bağı (symbiyotik bağ) ve sanatın çoğunlukla iktidar tarafından desteklendiği gerçeğini, kısacası aradaki çıkar ilişkisini görmezden gelmek mümkün değildi. Buna rağmen gücü elinde tutan iktidara boyun eğmeyen insan, sonuçları başarılı olsun olmasın, topluca ya da bireysel olarak bağımlılığa karşı çıkma girişimlerinde bulunmuştur. Peki, günümüzde konuyu tekrar güncelleştiren, özellikle de bireysel özgürlüğe dikkat çeken unsur nedir?

Biliyoruz ki sözde demokratik ve aşırı küreselleşmiş dünyamızda değerler sistemi kökünden sarsılırken, birey bir çarkın dişileri arasında öğütülmekte, aynılaştırılmakta, duyarsızlaştırılmakta; kısacası negatif başkalaşım’a uğratıldığı için zamanla kendi ben’inin kölesi olmakta, kendi isteği ile kişisel hapishanesine çekilmektedir. Bilinci artık buğulanmıştır. Özüne yabancılaştığı için kendisine bile yaklaşamamakta ve iktidar tarafından biçimlendirilen yapay bir ben’in kölesi olmaktadır. Konuyu önemli kılan işte bu gelişmedir. O halde toplum içinde yaşamını sürdürmek ve süreçten büyük ölçüde soyutlanmak zorunda olan insan ne yapmalıdır? Felsefi irdelemelerle sorulara yanıt arayan veya sanatla uğraşan birey, ne sürekliliği ne de diyalektik çözümleme yeteneği kalmış bu düzenden, küresel güç ağının baskısından nasıl kurtulacaktır? Edebiyatçı/şair yolunu nasıl çizecektir? Diyelim ki insan tarihsel bir varlık olarak irdelendi (Wilhelm Dilthey yaklaşımı) veya Husserlci bir yaklaşımla varoluş- öz tartışmasına girişildi ya da gerçekçi bir felsefi anlayışla bilgiden yaşama mı yoksa yaşamdan bilgiye mi geçtiği tartışıldı. Yani yaklaşım ontolojik, epistemolojik, ahlâki veya her ne olursa olsun, insanın iktidarla olan ilişkisi, ona karşı duruşu, onunla kurduğu bağın yapısı ve niteliği yine de temel sorunsaldır. Çünkü birey kendisinden doğacak eserleri ancak özgürlüğün geçerli olduğu ortamda, kendisini özgür hissettiği bir ruh haliyle yaratabileceği gibi başkasına ait eserleri de yine bu özgür ortamda değerlendirebilir. Diğer bir deyişle kölelik, dayatmacılığa teslimiyet ve uymacılık seçimi kısıtlar. Özgür olmayanın seçim hakkı da yoktur. Yaratma, çözümleme ve yorumlama kapasitesinin olmadığı gibi… “Köle gibi yaşayan köle gibi düşünür” (kölelik ahlâkını içselleştirme) diyen Afşar Timuçin de sağlıklı düşünme yolunun aslında özgürlüğe açılan kapıdan geçtiğini ima etmektedir. (“Evrensel Değerler Çerçevesinde Sanatın Felsefi Derinliği”- Afşar Timuçin)

Sadece yaşadığı toplumun değerlerine ait olmayı yeğleyen bireyden evrensel anlamda düşünen ve sorgulayan bireye gelindiğinde farklı önerilerle karşılaşırız. Bunlardan birisi (yorumlama bağlamında) , Ahmet İnam’ın parametrelerini ‘hiçseme’, ‘hiçleme’ ve ‘hiç içinden yolculuk’ olarak tanımladığı önermedir. (Aslında, pek çok kez ortaya konulmuş olan bir önermenin farklı bir biçimde formüle edilmesi de denilebilir.) Dayatılmış değerleri reddetme ve otoriteye başkaldırma açısından bakıldığında her ne kadar ilk bakışta nihilist bir yaklaşım gibi gözükse de İnam’ın önerisi yaratırken ve yorumlarken yenilenmeyi; böylece taze bir başlangıç yapma girişimini destekleyendir. Bir tür planlı ve ileriye dönük bilinçli hiçleme’dir bu. Nihilizmde reddedilen ‘gelecek’ kavramı bu görüşte önemli bir etken olarak devreye girer. Düzen karşıtlığı ve inkârcı sistemsizlik, yerini farklı bir düzen ve düşünce sistemine bırakır. Şöyle ki, “Hiçseyerek yaklaşılan yapıt, üzerine giydirilmiş anlamlardan kendini arındırmaya başlar… Bir yorumlama, yapıt üzerindeki anlam tozlarını üflemektir. Hiçlemede ise çıkarılan gözlüğün ardından, içine düştüğümüz anlam boşluğunu, anlam travmasını, noetik travmayı yaşamaya başlarız. Hiçseme cesaret gerektirir; hiçleme ise sabır ve tahammül.”(“Hiç Gözüyle Edebiyat” – Ahmet İnam) Demek ki önce tozlar silkelenecek, görüşü bulandıran sis dağıtılacak; sonra da birey, yaşadığı anlam boşluğundan kurtulup yepyeni bir anlama doğru yola koyulacak. Bunun için de sabır ve tahammül sınavlarından geçecek. Kısacası A. İnam, ‘bulanıklaşan’ bilinci temizleyip dünyaya yeni baştan, özgür bir pencereden bakmaktan söz ediyor. Sürecin sanatla bağlantısını ise şu cümlelerle kuruyor: “Sanat insanın hiçleyebilme gücünden doğdu… Sanat bu dünyada olmayana açılan bir kapı. Hiç kapısı… Hiçlenince dünya yiter. Yeni bir anlam dünyası gelir. Kokuşmuşluğun kaynağında hiçleyememe beceriksizliğimiz durur.” (“Hiçleyemeyen Sanat Yolcularına”- Ahmet İnam)

Beceriksizliğin üstesinden gelmek elbette kolay değildir. e.e. Cummings’in de vurguladığı gibi büyük çaba gerektirir. “Ben’in sürdürebileceği savaşların en zorlu olanı, ben’i an be an başkası olmaya zorlayan bu dünyada, kendinden başka ben olmamak için savaşmaktır ve bu savaş hiç bitmez.” Böylesi bir eylem aynı zamanda doğuştan gebe olunan yolculuklara çıkmayı göze almak, etiketlerden ve dayatılan değerlerden arınmak, ‘hiç içinden’ yürümeyi keşfetmek, kendini bulmak, kendisi olmak anlamına da gelir. Öyle ki, şair/yazar, genetik şifrelerinde taşıdığı hiçliğin sınırlarında dolaşma yeteneği ile yetinmeyip sözüyle de bu sınırların ötesine geçmekle yükümlü kılınmıştır. Varış biçimi kişiye göre değişir. Sartre’a göre, kişinin kendisi için olan varlığı bulmak amacıyla kendindeki varlığı hiçlemesi, önceden yüklenmiş olan özü silmesi demektir. Bu süreçte insanı ileriye götüren araç ise yetkin bilinçtir. Örneğin k. İskender bu bağlamdaki kişisel yorumunu ‘hiçleme küstahlığı’ olarak adlandırıp “Hiddetlendirme, kışkırtma, baştan çıkartma, rolleri kırma ve böylece gerçek yüzleri ortaya çıkartma telaşı” olarak nitelendirir ve sürecin aslında ‘imha’ olmadığı da ekler (İmlasız, Sayı 3, 2003) . Şair hiddetli, sanata yakışan ölçüde şiddetli ama yapıcı bir tavır ve söylemle çıkmaktadır ortaya. Yöntem ne olursa olsun, süreç bellidir. Evren yasalarına egemen olan zıtlıklar paradoksu, edebiyatta da tutsaklıkla özgürlük arasında sıkışmış, farkındalık düzeyi yüksek, bilinci yetkinleşmiş bireye özgürleşerek yenilenmeyi emreder. Bu ise Susan Sontag’ın Frankfurt’ta Barış Ödülünü (2003) alırken yaptığı konuşmada belirttiği gibi sınırların aşılmasını sağlayan bir pasaporttur. ''Edebiyata (dünya edebiyatına) ulaşmak, ulusal kibrin, dar görüşlülüğün, zoraki taşralılığın, anlamsız müfredat eğitiminin, sonu olmayan kaderlerin ve kötü talihin meydana getirdiği hapishaneden kaçmaktı. Edebiyat, daha büyük bir hayata, yani özgürlük alanına giriş pasaportuydu.” (S. Sontag)

Felsefi ve sanatsal anlamda hiç içinden kişisel yolculuk bir ölçüde olanaklı ise de, sosyolojik anlamda oldukça zordur, çünkü özneden ve öznenin seçimlerinden bağımsız olan dış etmenler, iktidar ve sistem tarafından dayatılan simülasyonlarla köşeye sıkıştırılmış olan bireyi ters yönde etkiler. Sonuçta kişi hem dışarıda süregelen, hem de içselleştirdiği iktidarlarla aynı anda baş etmek mecburiyetinde kalır. Böylece süreç, sorunlu ve çelişkili bir hale dönüşür. Sorunu yaratan nedenler, kısmen Baudrillard’nın etkili tezgâhlar diye adlandırdığı, küreselleşen ve bireyin kendiliğinin oluşmasını engelleyen ilişkiler ağından; kısmen de insanın kendine özgü bağımsızlık savaşındaki öznel duruşmalardan kaynaklanır. İki farklı cephede dövüşmek ve çoğu kez de bir kanadı kırık kalmaktır bu. Ancak tüm olumsuzluklara karşın denemek ve hiç kapılarını aralamak gerçek sanatın ve sanatçının görevidir. Giderek güçlenen iktidar odaklarıyla savaşabilmek için şairin de güçlü olma mecburiyeti vardır. Üstelik güçlü olmak yetmeyebilir. Diliyle, duruşuyla, dünya görüşüyle, gerektiğinde karmaşa ve çelişkiye karşı sergilediği tavırla gücün kendisi olmak zorundadır! Küresel sistemin onu zorladığı ölçüde o da sistemi zorlamalıdır. Evrensel değişimle göğüs göğse çarpışabilmek için bir önkoşuldur bu.

Şair, gök alfabeden armağan edilen sözcüklerle hiçleyerek, hiçseyerek, dilin ve düşüncenin tüm olanaklarından yararlanarak, direnerek, diyalektik çözümlemeler yaparak ya da bambaşka bir yöntem kullanarak ikinci kanadın eksikliğini doldurmanın yolunu mutlaka bulmalıdır.

Çünkü özgürlük peşinde göklerin ihtişamını keşfe çıkmış inatçı bir Galileo’dur o.

Hayal Dergisi, Sayı 31
(“Galileo – Hayal Yazıları”, Hayal Yay. Ekim 2009, Sayfa 73)

Naime Erlaçin
Kayıt Tarihi : 2.1.2010 14:48:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Ünal Kar
    Ünal Kar

    çok güzel bir paylaşımdı...

    defalarca okuyacağım değerli bir makale...

    kendimizi zaman ve mekana göre sürekli sorguladığımız bir dönemde mesajları ve analizleri ile değerli bir çalışma...

    belki yeni soru işaretleri gerektirecek bir düşünmeye iten nefis çalışma...

    veya çözümsüz sorulara cevap olacak küçük ışıklar...

    saygılar yüreğinize...

    Cevap Yaz
  • Mehtap Altan
    Mehtap Altan

    Göğe açılan hiç kapılarının ardında gerçek olna mana var aslında ki..

    Şair ve kalem sorgularının peşinde büyyyen bir gökdelendir aslında...

    Saygıyla....

    Cevap Yaz
  • Perihan Pehlivan
    Perihan Pehlivan

    kaleminize sağlık güzel bir konuda hazırlanmış sunum. ama içinde yaşadığımız şu keşmekşlik siyasetinde en vasat insanın bile ne oluyor diyebildiği olaylara hala bazı yazar,şair ve edabiyatçılarımız. gizli el ilkesiyle hükmetme ve gerçekleri göz ardı eterek kendi çarpık fikirlerini topluma empoze etmeye çalışan siyasilerin adeta maşası olmaya oynamaktadır. göğün güzelliğini, derinliğini ve bitirilmemiş,hatta hiç açılmamış yeni fikirlerin ülkesinde yıldızlara yan gözle bakmakta isrsrlı olmayı büyük ideal sanmakta. şu kirlenmiş dünyanın belkide en temiz kalmış kara parçası üzerindeki bir toplumun fikirlerinin derinliği, kültürünün zenginliği ucuz lidarliklere heba edilme sürecinde can çekişmekte. her duyarlı vatandaşın katkı yapabileceği bir bakışla hiçlik denizin kıyılarından sonsuz mavilikler kaldırıp başını alamlı düşlerle bakması gerekir. diliyoruz yeni yılda hurdalıklara gömülecek etkileşimlerden hızla sıyrılıp. keşfedilmemiş yıldızlara hantal gezegenlerden yer açmak azim ve iradesini göstermesidir.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (3)

Naime Erlaçin