Erguvani bulutların saray bahçelerinin sessizliğine eşlik ettiği mahzun bir âlemde tabiatın şefkatine sığınıyoruz. Yavaş adımlarla öpüşen çiftlerin arasından geçerken saka kuşlarını işitiyoruz. Kısa ve kesik çığlıklar yankılanıyor yüksek ağaçlardan... Üç kez arka arkaya aynı inatçı yakarışı tekrarlıyorlar sanki. Arkadaşım kuşların çiftleşme mevsimindeki değişimlerinden bahsediyor. Çiçek tarhlarının gökkuşağının renkleri gibi parladığı bir ânın içinde, asırlar evvel o bahçelerden geçip gidenlerin mahrem hülyalara daldığı ikindilerin ruhunu hissetmeye çalışıyorum.
Başımızı kaldırınca ihtiyar çınar ağaçlarına yuva yapmış leylekleri fark ediyoruz. “Ah, gelmişler işte” diyerek sevinçle el çırpıyorum. Önce biri süzülüyor aydınlık göğe doğru, daha sonra diğerleri... Boynum ağrıyana kadar göçmenlerin ince, uzun pembemsi bacaklarına bakıyorum. Kanatlarını dev bir yelpaze misali açıp yeryüzünü altına aldıklarında, uzun kırmızı gagalarının yardımıyla boyunlarını uzatıp gümüşi bir yay gibi geriliyorlar. Vücutlarını kullanışlarındaki zarafete hayran kalıyoruz. Sonbahar geldiğinde onlarla birlikte göçüp gitmek istediğimi fark eden dostum, çocuk çarpıntılarımı hissetmişçesine anlatmaya başlıyor: “Biliyor musun, Ahmet Haşim vaktiyle yazmıştı; Osmanlı’da Gureba-i Laklakan adında bir vakıf varmış. Yaşlı, kanadı kırılan, sakat, garip leyleklere bakıyorlarmış. O dönemde dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey olmamasına rağmen Anadolu’da böyle bir evin olması ne hoş değil mi? ” Ilık bir tebessüm yayılıyor yüzüme. “Ne güzel, şimdi de olsaydı keşke. Önce iyileşenlerle Afrika’ya göç eder, sonra sakat olanları toplayıp geri gelirdim”, diyorum. “Olabilir, bacakların onlarla bir akrabalığın olduğunu söylüyor zaten” deyip güldürüyor beni.
Tam da o sırada sahih bir dostun hissettirdiği güvenin ‘aidiyet’ duygusunun bazı sahte kodlarından daha önemli olduğunu anlatmak istiyorum ama o asude ânı bozmamak için susuyorum. Ânın derinliğini, taze bademler gibi açılan lale-i Rumiler, mavi acem tırnakları, rayihası genzi yakan ak sümbüller, alacakaranlıkta mora kesen yaban kirazları, sarı çiçeklerini göstermekten utanan defneler, heybetli meşeler, yalnız kadınların ayakkabılarına sürtünen kediler, taravetini güneşle yitirmiş nergisler, uhrevi serviler, kilisenin mavi vitraylı camları, gül bahçelerinde dolaşan ezan sesinin ebedi ruhu anlatsın istiyorum. Ve sadece yeni öğrendiğim o cümlenin zihnimde yankılanan anlamlarını sayıklıyorum. Garip leylekler evi, garip insanlar evi, garip erkekler evi, garip kadınlar evi, garip çocuklar evi, garipler evi... Dünya aslında büyük bir göçmenler evi!
ister hapisaneme, ister hastaneme gel,
gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte,
şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte
Antalya tarafında ekinler seher vakti.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta