Göçtük,
zamanın gölgesinde,
durmayasıya,
duramayasıya göçtük…
Her gecenin sabahına,
Kabuslardan, rüyalardan sıyrılarak,
uyanamama korkusuyla,
güneşin ilk ışıklarına tutunmak için göçtük…
Bazen bir mahalleden, bir mahalleye,
..
Severek yaşamak, sevilerek yaşamak ve ardından ihanet zincirleri ile sırtımızın yaralar içinde kaldığı, kanımızın donduğu, ağlamak sütunları ile ezildiğimiz bir bensizlik çamuru…
Kaybettiğimiz benlikler acılar içinde yıkanırken, ıslak gözlerle baktığımız aynadaki hasret bakışlarımızdaki göz bebeklerimizdi…
Kimlere acındık,
kimlerle acılandık,
her acılanmanın üzerimize gelen okları nerelerimizde yaralar açmadı…
Ve
hangi yaralarımızı kapatmak için olmadık çarelerle savaştık…
Ben kimim?
Ben kiminle arenada silahsız ve korunmasız olarak kumların üstünde dolanıyorum?
..
Yolların eskitemediği bir çift ayak tabanı…
Asfaltın ziftlerine yapışan tabanlarıyla, çile kadını…
Göç yolu savaşçısı…
İçindeki unuttum kelimesiyle şarkılardan aldı hıncını…
Göç yolu toz diken.
Asfalt zift kokularıyla çamur bir derya, göl kurusu…
Bedenleri çürüyen insanlar arasında bir kartopu kristalliği ile parlayan bir göç kızı…
Ak ve beyaz…
..
Hep içinde hasretleri barındırıyordu…
Hasret sevgiyi darmadağın etmişti…
Hangisi öndeydi, hangisiydi geride kalan?
İçinde taşıdığı bir kordu alevin közüydü sanki, iç çeperleri yanıyordu hasreti, sevgiyi içinde tutan yüreğin…
Bir başka türlü doğuyordu, bir başka şehirde güneş…
Beyin yön kavramını veya görüş, hissediş kavramını değiştiriyordu…
Güneşin veya yorganın ısıtamadığı bedeni hasret ısıtıyordu…
Ve içinden hep, ben hasreti kucakladıkça içimde yüreğim patlıyor diyordu…
..
Kendini yerden yere atan,
titreyen,
hayata tutunmak için can çekişen, bir balık bu…
Oysa,
biraz sonra yenileceğini bilme hakkı bile olmayan, bir canlıydı…
İşte böyle bir şey yaşamım, dedi usulca, kendi kendine…
Kendi titremelerim, korkularım, sevinçlerim, benim elimde değil dedi…
..
Ellerimi ceplerime daldırıyorum…
Ceplerime avuç avuç sıkıntıları, hüzünleri dolduruyorum…
Kazıldıkça gün ışığına çıkan dertlerimi avuçluyorum…
Ceplerim dolu dolu oluyor…
Sağa sola yaslanıyorum…
Kimsesiz kaldığımı sandığım bu kesme taşlarının gözlerime battığı bu yollarda,
köşe başı sakinlerinden biriyim sanki…
Hani avuçlarını açarlar, bir şeyler isterler, insanın gözüne gözüne bakarak göz diplerine resimleri yapışır acılı bakışlarının…
..
Bir ateş çemberinde yüreğim;
döndükçe içinde, hep ateş duvarı...
Aşamadım, aşamayacağım da,
dön dur içinde, dönebildiğince.
Her defasında estikçe rüzgâr,
sağa sola savrulduk.
Savruldukça önümüzü göremez hale geldik.
Rüzgâr bu, hayatımız gibi;
nereye, nerelere attı bizi?
..