Gün boyu cami avlularında kanatları ağırlaşan kuşlara, banklarda uyuklayan emeklilere, çareyi unutuşta arayan kışla düzeninin memurlarına, tebeşir kokan çocukların bıkkınlığına, aç kedilere, kahvelerde iskambil kâğıtlarıyla kaderlerini seyredenlere baka kalıyorsun. Çiçek demetlerini okşayan kış güneşinin sevinci sana mütemadiyen “hadi git artık buralardan” diyor. Çok direnemeyeceğini biliyorsun. Ne zamandır hayallerinle kapandığın mahpushanede dünyanın uğultusunu dinliyorsun zaten. Gece kalbinin incecik, tül gibi uyanışına sağır kalan bedenin inceden sızlıyor. Her sabah aynı saatte geçen muslukçunun çağrısı, geceyi yırtan bozacının yanık feryadı, telaşlı, mutlu, mutsuz, korkak, öfkeli ayak sesleri, inip kalkan paslı kepenk gıcırtıları, sıkışık hayatının kapalı döngüsünü hatırlatıyor artık. Hâlbuki senin geniş hem de çok geniş bir dünya tasavvuruna ihtiyacın var. Avare dolaşmak, hesap vermemek, soru sormamak acı kıymığının battığı yerlerini büsbütün unutmak istiyorsun.
Walser’in hikâyesindeki o çocuk gibi “dünyanın sonunu” merak ediyorsun en çok. Açlık, uykusuzluk, yorgunluk hissetmeden, durup dinlenmeden oraya kadar yürümek istiyorsun. Buğulu bir rüya gibi tarif ediyordu Walser o meçhul diyarı; “Derin bir uçurum, güzel, yeşil bir çayırlık, sonra bir göl, sonra minik benek benek desenli bir kumaş, sonra yoğun, koyu bir bulamaç, sonra sadece saf hava, sonra beyaz, temiz bir düzlük, sonra onu tatlı tatlı sallayıp duran sınırsız bir sevinç denizi...”. Mercan rengi şafaklarda bakışların duvardaki çatlaklara, tavan köşelerindeki örümcek ağlarına takıldığında “dünyamın sonu” nerede diye soruyor musun hiç kendine? O çocuk kısacık hikâyesinin bittiğinde, aradığı yerin sadece teklifsiz, sıcak, huzurlu bir ev olduğunu anladı. Bunu kavrayabilmen için önce kovuğundan çıkıp özgürlüğünden ürkmeden bir başına dolaşman gerekiyor.
Hayran olma yeteneği...
Tabiatın değişim sarhoşluğunu damarlarında hissetmek için kendinden, bildiklerinden, umutlu, umutsuz bütün sevdalardan, aklından bir süreliğine vazgeçmelisin belki de. Sadece nehirler, ay, yıldızlar, ulu ağaçlar, buluttan başka her şeye benzeyen bulutlar dostun olmalı. Kış boyu acı sigara dumanları gibi ciğerlerinde sakladığın sıkıntıları, otların arasından tebessüm eden narin nergislere, bembeyaz kır sümbüllerine anlatmayı dene. Yaylalarda, dağlarda dalgın yürüyenlere varsın aylak desinler, onlara aldırma. Gezginler, şairler, hayalperestler, “deliler”, yazarlar kaderlerini böyle itinayla ilmek ilmek örer. Sen de eşlik et bu kez onlara. Sazlıklardan, yılan gibi kıvrılan yosunlardan, kuru dallardan yatak, ormanlarda uçuşan kayıp hayvan tüylerinden yastık, Tanrı’nın gece fısıltılarından yumuşak ninniler yap kendine. Uyuduğun yerlerde zamansız, mekânsız, dilsiz olsun rüyaların. Bilincinin kuytusundan öylesine derin ve sessiz aksınlar ki eve dönüp Nerval’in “Doğu’da Seyahat”ini okuduğun vakit gördüklerinin kıymetini kalp bilgisiyle hatırla.
Senden iki asır evvel şahitlik ettiklerini, dostuna içten bir mektup yazar gibi anlatan Nerval’in bakışıyla hemhal olduğunda, zamanın usulca çözülüşünü hissedersin belki: “Hayatımız ne acayip şey! Her sabah, aklın çılgın rüya imgelerini yavaş yavaş yenilgiye uğrattığı yarı uyku halinde, kurşuni bir göğün zayıf ışıkları, kaldırımları döven tekerlek gürültüleri ile hayal gücünün dışarı çıkamayan bir kanatlı böcek gibi camlara çarptığı ve kaba mobilyalarla döşeli iç karartıcı herhangi bir odada uyanmayı doğal, akla yatkın ve Parisli kökenime uygun bir şey olarak görmüşümdür. Ama, şimdi gittikçe artan bir şaşkınlıkla, ülkemden binlerce kilometre uzakta bulunuyorum kendimi ve bizimkinin tam karşıtı olan bir dünyanın bulanık izlenimlerine yavaş yavaş açıyorum duyularımı. Yakındaki minarede ezan okuyanın sesi, yoldan geçen devenin küçük çanları, ağır yürüyüşü ve kimi zaman çıkardığı garip ses, havayı çalkalayan belirsiz uğultular ve ıslıklar, pencerelerin çentiklerini duvara yansıtan aceleci şafak, içe işleyen korkularla yüklü olan ve kapımın perdesini kaldırarak avlunun duvarları üstünde hurma dallarının dalgalanan uçlarını bana gösteren sabah rüzgârı; evet bütün bunlar şaşırtıyor ve hayran ediyor beni.”
Hayran olma yeteneğinin, hayret etme dürtüsünün, sadece tanık olduğun anlarla, aşina olduğun hayatla değil geçmişi, geleceği ve sana yabancı olanı da içeren derin bir kavrayışla mümkün olduğunu anlamak için başkalarının yüzüne bak. Dünyanın ilk tarihçisi ve seyahat yazarı sayılan, MÖ 5. yüzyılda Halicarnassus’da doğan Heredot’u düşün mesela. O da senin gibi en çok “bilinmeyene” meraklıydı. Dinleri karşılaştırmayı sevdiği kadar eskiden sonsuz bir deniz olan Mısır’ın dağlarında bulduğu deniz kabuklarını araştırmayı da seviyordu. O zamanlar bugünkü Antep’in yakınlarındaki bir limana inip kendi ülkesindeki yapılara hiç benzemeyen Babil tapınağıyla ilk karşılaştığında ne hissetmişti acaba?
Pierre Loti’nin içindeki seyyah
Hem biliyor musun insan kuruyan, solan, filizlenen ve sonra yine yeşeren tabiatın değişimine eşlik ederken, tecrübelerini unutup her defasında ilk kez âşık olan birinin tılsımlı ışıltısına kavuşuyor sanki. Başka türlüsünü kaldıramaz. Bildiğin hayattan uzaklaş biraz. Eline öksüz bir dal alıp deniz kenarındaki çakıl taşlarını dürtmenin, kumlara kuşların göç yolunu çizmenin nasıl da sağaltıcı bir keder olduğunu anlamıyor musun? Uğultulu sanat galerilerinde, tek kişilik biletlerle karıştığın kalabalıklarda, sıkıcı partilerde, pazarlarda, kitapçı dükkânlarında kimse seni fark etmiyor işte. Git ağırlaşan başını ihtiyar ağaçların omuzlarına daya biraz. Kabuk kabuk dökülüp yenilenen gövdelerindeki suyollarını takip et. Ya da istersen kadim şehirlerin kalıntılarında dolaşıp oymalı sütunlara dokun. Kimbilir, belki sen de Asya’nın yüksek yaylalarını dolaşan Pierre Loti gibi aramadan bulduğunu, harabelerin, mavi çinili camilerin, türbelerin ruhundan, zamanın ağlarından süzülüp gelen eşyada görürsün ansızın.
Loti, İsfahan’a Doğru başlığıyla kitaplaştırdığı seyahat notlarında hayatı, kendini tekrar eden trenin melankolik tınısıyla anlatıyordu. Masallar hiç değişmiyor, sadece hikâyeler üst üste yığılıyor: “Esrar mahzeni bu eski toprak üzerinde dolaşırken ayağım yarı gömülmüş bir ağaç parçasına çarpıyor. Görmek için çıkarıyorum. Bu, çürümek bilmez Lübnan çamından kesilmiş bir kirişin parçası olmalıydı. Dara’nın sarayının kerestelerinden olduğuna şüphe yoktur. Onu eviriyorum, çeviriyorum, bir yüzü siyahlanmış, yanmış kömür halinde ufalanıyor; İskender’in meşalesini yaktığı ateş...! Bu efsane sanılan ateşin izi, işte ellerimin arasında yirmi iki sene sonra hâlâ meşhud. (Görünür) . Bir an zarfında benim için geçmiş zamanlar siliniyor. Zannediyorum ki yangın dün olmuştur. Sanki bu cam parçasında eski hatıraları ihya edici bir sihir kuvveti var.”
Delice saymak...
O eski hatıraları da bugününe, geleceğine katabilmek için ihtiyacın olan gücü, duygularını kuşatan köşeli bir hayatın içinde kaybetmişsin. Gündüzlerin gecelerine benzediğinde, arzulama, seçme hevesini yitirdiğinde korkunç bir kayıtsızlıkla bakıyorsun dünyaya. Mazgalları, uçamayan kuşları, topal kedileri, yemeden ayırdığın zeytinleri, kırık kaldırım taşlarını, içilmeden hunharca söndürülen sigaraları, teki unutulmuş bütün çift eşyaları, unutulmuş sokak isimlerini, yalnız sardunya tenekelerini aklını büsbütün yitirmiş bir meczup gibi sayıyorsun. Yalnız olduğunu, muhtemelen hep öyle yaşayacağını bildiğin halde zamanı bir budala gibi eritme hevesiyle avutuyorsun işte kendini. Başkalarının kaderine ortak olmayı hepten unutmuşsun. Üzülme yalnız değilsin. Bak Zweig da o muhteşem anlatımıyla sana “kendinden öteye git ki tabiatın mucizesinde kendini gör” diyor.
Kış sonunda kasvetli bir Paris gecesini tarif ettikten sonra seni götürüp kurşuni gök kubbenin altında taşlaşmış insanların öylece durduğu bir gara bırakıyor: “Sonra gece trenindesin. Saatler geçiyor, bilinmeyen topraklara ilerliyorsun. Tek gürültü, tekerleklerin çıkardığı biteviye ses. Sonra sabahın ilk ışıkları. Pencereden dışarı bakıyorsun. Şafak söküyor, öteler, ufuk alev alev yanıyor; inanılmaz bir görüntü. Tarlalar çıplak, ağaçlarda tek yaprak yok. Fakat bu doğada bir şeylerin gizli olduğunu hissediyorsun. İlkyaz kapıda, çiçekler fışkırmak üzere, tohumların en alttaki sapları çoktan toprağa dokunuyor, yürek gibi atıyorlar. Biraz sonra görüyorsun ki, ilk yeşillikler toprakların üzerine incecik, narin bir örtü gibi yayılmış. Doğa gittikçe yeşeriyor, tepecikler arasında filizler süren ağaçlar çoğalıyor. Bazılarının dalları rengârenk, kocaman çiçeklerle dolu. Olağanüstü bir olayı, ilkyazın gelişini bütün görkemiyle yaşıyorsun, sadece bir saatin içinde. İlkyaz kendine Provence’den daha güzel bir ülke seçebilir miydi? .. Ozanların, şövalyelerin âşık oldukları kadınlara besteledikleri duygu yüklü şarkılar sonsuz bir güzellikteki, çiçekler bu doğaya nasıl da uygun. İnsan bu ılık, güneşli havada, ta uzaklarda beyaz bir ata binmiş yakışıklı bir şövalyenin tırısa kalkmış gittiğini hayal ediyor.”
Bahar yine gelecek...
O “beyaz atlı şövalye” hayali çok mu basit ve “romantik” geldi sana. Peki, Zweig mevsimlerin görkemli dönüşümünü birkaç cümleyle anlattığında, milyon yıllık tarihimizde bir iğne başı kadar küçülen o “bir saate” neler sığabileceğini merak etmiyor musun artık? Binlerce bebek taze soluklarıyla ilk çığlıklarını savuracak dünyaya, bir ihtiyar son nefesini başını dayadığı bir ağacın köklerine doğru üfleyecek belki. Âşıklar “son mektup” sandıkları boş kâğıtlara bilmeden kaderlerini kazıyacak. İşçiler paydos saatinde çamura saplanan yorgun bakışlarıyla sokaklara dökülecek. Bak, balıkçılar ağlarını ağırdan toplarken güneş kızıl şalıyla yeryüzünü usulca örtüyor. Hiç usanmadan yapıyor bunu. Hüzünleniyorsun, nicedir güzelliğine şahit olamadığın bu tekrardan biraz bıktın değil mi? Ama biliyor musun bahar sana, bana, bize, dünyanın uğultusuna inat yine gelecek. Geldi bile. İçindeki sarhoş gezgini dinle. Yükseklerdeki kar kristalleri çözülürken beyaz satenden örtüsünün altında gizlediği katırtırnakları, çiğdemler, nergisler nasıl da merhametle gülümsüyor sana. İskenderiye, İsfahan, Provence, Kars, Kudüs hepsi aynı mı? Hem öyle hem değil. Yorgun yüzlere düşen kış güneşinin oyunlarına, “gezgin” bir yazarın ışıltılı cümlelerine bak. Yolda bulduğun sıradan bir taşın hikâyesini dinle. Kadim şehirlerin üst üste yığılan harabelerine sürt ellerini. Hayat kıvılcımları orada, muhtemelen bulmayı ümit etmediğin o gölgeli kuytuda gizleniyor işte.
(Doğu’da Seyahat, Gérard de Nerval, YKY Yayınları, Çev. Selahattin Hilav)
(Yolculuklar Üzerine, Stefan Zweig, Everest Yayınları, Çev. Ahmed Arpad)
(İsfahan’a Doğru, Pierre Loti, Kapı Yayınları, Çev. İsmail Hakkı Alişan)
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:01:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!