Denize damlayan dallarından gurubun, yüzüme kalkan şavkında başlardı seremoni. Güneşin göğsüme çöken doygunluğundan ışık ışık saçılırdı gecenin içine saçlarının alevi. Lavanta esintisi üşüşürdü buğusuna kaynayan suların. İçin için yanık bir türkünün uğultusu başlardı kızılçam tozaklarından. Yeşilin yanık kozasından sağılırdı gök. Ilık bir düştü, uysal sokuluşların coşkusundan fışkıran sarhoşluğuydu sevdanın. Göğsünde bıldırcın ötüşlerinden bir bahar, yazı hep az buhranların kozalaklarından boşalan mağrurluğuydu mevsimin. Kuşların göğsünden damlardı çiyli bakışların, neminde yosun yeşili ışıyışlar yıkanırdı. Bakışlarında kaybolurken, ince nağme kızlar yükselirdi ne zaman dönüp bakacak olursak; yeşil mavi bir ışığın kanatlanan alevinden göğe doğru. Etrafımızda olup bitene inat biz, birbirimize döner; bakışlarımızda çırpınan derinliklerin göğsüne dalıp bir bilinmeze akıl giderdik? Begonvil ağrıları sarardı her yanımızı. Tırmanıp en tepeye damlacıklarımızdan doğmaya kalsak o ince nağme kızların tılsımlı düetleriyle deniz içine çekilir çekildikçe aynı hızla dizlerimize kadar basar seli suya katardı. Biz ışığımızda saklanan kıpırtıların doyumsuzluğuyla kumsala uzanır, ayaklarımızı yalayan köpüklü dalgaların o sarhoşluğuyla üzerimize yağan yakamozlara teslim olur için için salgılanırdık. Gece nazlı gelin edasıyla inerdi kollarımıza mor kuşağından süzülürdü rüyalar. Kıskanırdı yıldızsız gecelerden içtiğimiz mavisi gecenin nasıl delirir alev alev dağlanırdı kirpiğimizde… Hep sarhoştun Gökova sarhoştu! Coşkusunda sevdanın eriyip gittiğimiz o masallar sarhoştu.
Bitmeyen o seremoninin ahengiyle kıyıya inerdi yıldızlar, sıyrılırdı teninden ay serilirdi çırılçıplak kumsalların üşüyen kucağına. Yamacımızdan fışkırırdı güllerin gecesi. Begonviller dolardı köknar dallarını boynundan, okaliptüslerin gövdesinden, sütleğenler yağardı. Deniz kızının bizi giyinip gidişinden dökülürdü istiridyeler. Deniz kabuklarından boşalırdı nefes. Yanardık. Masmavi hayaller yanardı. Palmiyelerden sedir evimizin çatısı, kucağımızda mavi gülüşlü çocuklar yarınlarımızı yavrulardık. Somon larvaları titrerdi bedenimizde mercan rengi balıkların esnekliğinden kalan o sabah rüzgarları. Sığırcık sürüleri geçerdi koynumuzdan, gün altlarında şavkına saklanırdık sevdanın. Yaz kollarımızdan geçerdi, hayal hep baharlara salgılanırdı. Salkım salkım bıldırcın göllerinin altında nasılda çillenirdik. Kaburgalarımızdan fışkırdı sürgünleri Azmak akışlarının. Süzgün işmarındaydı Azmak, buğusunda ham kokusu, tadına doyamadığımız dokunuşlardan damlayan susuzluğumuzdan çağlardı. Ah dudaklarımızda çatlayan çeşmilerin sonsuzluğundan dökülürdü. Salına salına gelen sabahın göbeğinden sızardı…
Sahi ne güzeldi sabah o zamanlar! Ilık ılık dokunuşlarıyla üzerimizde gezinen akışları. Mavi mercan kucağı…Sarı turkuaz tomurcuklara gebe sancıyışları ...Kızardıkça kucağı ince bel gelinciklere çiseleyen sütlenişleri. Koynumuza serpilen süt kabarcık sayıklayışları güne. Güneşe imrenen kıpırtılarında dudaklarımızda eriyen tadı. Şarap rengi kadınlara verdiği göğsü .Eşikte bekleyişlerine akşama çoktan kaptırdığı edası. Kızıl kısrak taylara rüzgarı fısıldadığımız uçsuz bucaksız kanatları. Taze fesleğen kokan koynu, kekik yanan sayıklayışları… Kararsız bir edayla titreyişi sayıklayışların. Kağıttan gemilere yüklediğimiz ışığına karışıp gittiğimiz umutlarımız…Döşünde sevdamızın sarı saçlı kızlar, bıyığı henüz terlemiş oğlanlar, deltasında maviye gebe kaldığımız ağrısı gizlerimizin... Eteklerinden kuzeye astığımız şavkımızın duvağı, mercan adaların yanıklarına yavrulayan istiridyelerin çatırtısına uyandığımız yalnızlığımız…
Biz seninle coşkusunda eridiğimiz sevdamızın kollarında; birbirine döner, birbirine karışır iç içe menevişlerimizin körlüğünde, sonsuz kıyıların ışığına titrerdik. Uykuda yakalandığımız kelebeklerin larvaları kollarımızda sızlardı. Etkisiyle uyandığımız sızının kollarımızda dönüşen serüveniyle masmavi göğe yükselir allı morlu kelebeklerin rüyalarında bulurduk yönümüzü.
O şaşkınlıkla birbirimize bakarken kirpiklerimize takılırdı koynumda bir an duraklayan kelebekler. Uğur böcekleri gıdıklanırdı burnumuzda derken meleklerin tılsımından bir kalkan yarı çıkmış canın bedenimize ağulanan doyumsuzluğu, masmavi bir rüyanın gün ışığına kıvılcımlanan düşünde bulurduk kendimizi… Ben sana saklanırdım sen bana. Sabah kıskanır burnunu kıvırır geçip giderdi boyun boşluğumuzdan. İzlerinde baharlara topladığımız su birikintileri, çiyi bozulmuş doğum sancıları yine akşamı ederdik .Gece sevmelere sakladığımız bizi çıkarır çıkarır çıkarır ışığımızdan lavantaların küllerine sağılırdık. Koyun boşluğundan toplardım nergisleri göğe ekerdim damlacıklarını göğüslerinin. Lohusa kuşların sütünden içerdik aşkı sevdayı cıvıldardı kucağımıza sokuldukça ışıyışlar…Bahar diplerimizden çiselerdi, yavru çimen salıntıların uğultusu ezilirdi tende, gölgesine sığmadığımız bakışları fışkırdı Gökova’nın her yerimizden.
O dinmeyen seremoni o mavi göğüslü resitaller, yosun kokulu uyanışlar, üşüyen silkelenişler o kuşların koynu o körfez…Şimdi bir avuç özlemin tütün sarısında; efkara dem tutan bir nefeslik hasret! Susuzluğunda çatlayan göğün derinliklerinde sızım sızım gelincik ağrısı!
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla