ALPER GENCER FUTBOL ŞİİRLERİ

ALPER GENCER FUTBOL ŞİİRLERİ

Alper Gencer

Futbol, şu fani dünyada vademizin dolmasına yardımcı olan eğlencelik bir seyirdir benim için. Koyu bir Fenerbahçeli olmak, bana ait gibi görünen diğer birçok şey gibi, benim isteğimle gerçekleşmiş değildir. Takım tutmanın, rasyonel bir izahı da yoktur zaten. Takım tutmak, bildiğin, gönül işidir. İnsan, hangi kıza âşık olacağını seçemediği gibi, hangi takımı tutacağına da karar veremez.

Fenerbahçeli olmak, kanserojen bir hayat deneyimidir. Hiç zannetmiyorum, tuttuğu takımdan dolayı bizim kadar acı çeken olsun! Son maçlarda kaybettiğimiz şampiyonluklardan, ikinci lig takımlarına kupa maçlarında elenmeye… Yirmi küsur senedir Türkiye Kupası’nı alamamaktan, Avrupa sahnesinde bir türlü boy gösterememeye… Türkiye futbol ligi tarihinin hemen her sayfasına kazılı şike hadiselerinin, bizim başımıza patlamasına kadar… Acı çektik, acıları hep bize fatura ettiler, bizim hesabımıza yazıldı bütün olan bitenler!

Bizi belki biraz Galatasaray taraftarı anlayabilir. Onlar da, sürekli Fenerbahçe’ye mağlup olan bir takım olmasından dolayı empati kurabilir. Galatasaraylılık da, Fenerbahçe’ye sürekli mağlup olmaktan ötürü sabrı zorlayan bir iştir. Ama dedim ya, takım tutmanın rasyonel bir izahı yoktur. Gönül işidir bu, gönül…

Acıya endeksli bir fanatik olmak, dünyanın çetinliğini de tanımlar. Çocukken her şey güllük gülistanlıktır. Ama ergen halinizle dünyaya şöyle bir bakmaya başladığınız zaman, müşahhas duvarlara çarparsınız. Gerçeklerin, kurulan hayallerle kurduğu bağıntı başka bir şeye evrilir. Hayatta kalmak için, mücadele etmek gerektiğine şahit olmanın o ağır yükü tebelleş olur birden. Ama işte hayat, yani bir can sahibi olmak, bir canı taşıyor olmanın şahitliği; bir emaneti kollamanın aidiyetine dönüşürse, o cana musallat olan hemen her şeyi, bir istifade alanı olarak görürsünüz.

Holiganlık, bu bahsettiğim aidiyetin putlaştırılmasıdır. Holiganlık; sizin bir takımı tutmanız değil, bir takımın sizi tutmasıdır, yani bir tutulmadır. O vakit siz, tuttuğunuz takımın bir aidiyetine dönüşürsünüz ki, bir takım tarafından tutulmanız size ne kazandırır bilemem ama birçok şeyi kaybettireceğini daha en baştan savlayabilirim.

..

Devamını Oku
Alper Gencer

2 Temmuz 1993… Sivas’ta bir oteli yaktılar. Kimler yaktı? Camide, sokakta, kıraathanede ellerine tutuşturulan imzasız kâğıtlarla galeyana gelen; kendini inancının muhafızı, sözcüsü ve hatta sahibi ilan eden cehalet! Kim dağıttı o imzasız kâğıtları? Derinlerine kadar pisliğe bulaşmış bir devlet! Kimler yandı? Otuz beş can ve itibar-ı millet!

Madımak’ı yaktıklarında, henüz 13 yaşındaydım. Aziz Nesin’in yazdığı çocuk kitaplarından birkaçını iştahla yutan bir çocuk olarak, televizyonun karşısında olan biteni büyük bir dehşetle izlediğimi hatırlıyorum. Hissettiklerimi, bu duyguya o yaşlarda benzeyen bir başka duygumla ancak izah edebilirim. Çocukken futbol maçlarına giderdik. Ve takımımız yenildiğinde, seyirciler arasından bol küfürlü ve tehditkâr tezahüratlar yükselirdi. Bazen kendinden geçen birkaç seyircinin, soyunma odasına giden yolda, mağlup takımımızın oyuncularını sanki “öldürmek” istercesine tel örgülere yapıştığını görürdüm. Tam burada, o tel örgülere yapışan adamların korkusuyla dolardım. Aziz Nesin’in de itfaiyeden, sanki bir timsah havuzuna koca bir but atılırcasına, hınç dolu bir kalabalığa atılmasını izlerken, seyircilerin tel örgülerinin olmadığını fark etmemle bu korkum tavan yapmıştı. Tel örgülere inanmıyorum. Ama böyle insanlığa da inanmıyorum ben!

Aziz Nesin; ne tanrıtanımazlığı, ne Salman Rushdie distribütörlüğü ile benim hafızamda yer etmiştir. Çünkü çocukluk, bir insanın hayatını ele geçirmeye teşnedir. Eğer Nesin’in yazdığı çocuk kitaplarını okuyanınız varsa, bu kitaplarda yazılanlar bir çocuğa bir emaneti teslim edercesine kaleme alınmıştır. O kitapları okuyanlar, Aziz Nesin’in tanrıtanımazlığına da, Peygamber’e hakaret ettiğine de inanmaz. O kitapları okursanız, Aziz Nesin’in kalbinin oraya gömüldüğüne şahit olacaksınız, zira kalbi olmayan biri o kitapları yazamaz!

Bir tanrıtanımazdan hiçbir şey öğrenemeyeceğinizi düşünüp, sırtınızı ona dönerseniz ve hatta gidip sırf bu yüzden onu öldürürseniz, en açık haliyle söylüyorum, siz de Tanrı’yı tanımıyorsunuz yahut tanımak istemiyorsunuzdur fikrimce. Tanrıtanımaz mucitlerin bir listesini yapalım isterseniz? Tanrıtanımaz bestekârların, müzisyenlerin, ressamların, şairlerin, matematikçilerin, fizikçilerin, mühendislerin, öğretmenlerin bir listesini yapalım! Ortaya koyduklarına bakarsanız, inanmadıklarını söylerken sadece boş bulunmuş olduklarını anlarsınız! Ortaya koyduklarına bakarsanız; inanıp inanmadığımıza aklımızın “karar” vermediğini, ağzımızın söylemediğini anlarsınız!

Aziz Nesin’in hafızamda en çok yer eden hikâyesi şudur. Bu hikâyeyi size aktarırken, ne kadarının Aziz Nesin’e, ne kadarının benim hayal gücüme ait olduğunu ayırt etmem zor! Küçük bir çocuk, karınca yuvasının üzerini bir fanus ile kapatıyor. Ve içine de bir çekirge atıyor. Karıncalar ile dev çekirgenin savaşı başlamış oluyor böylece -Savaşlar aslında hep böyle başlıyor-. Karıncalar çekirgeye bölükler halinde saldırmaya başlıyor. Ve çekirge de, türlü hamlelerle püskürtüyor karıncaları. Sonra yılmayan karıncalar, bir yandan kaybettikleri arkadaşlarının bedenlerini yuvaya taşırken, bir yandan da çekirgeye saldırmaya devam ediyorlar. Küçük çocuk, olanı biteni fanusun dışından, dehşetle izliyor. Karıncaların sayısı arttıkça, çekirgeye daha fazla yaklaşıyorlar. Neden sonra, birkaç karınca çekirgenin üzerine çıkmayı başarıyor ve bir bacağını koparıyorlar. Önüne gelen bütün karıncaları o vakte değin püskürten çekirge, düşmeye başlıyor. Karıncalar, çekirgenin eski gücünde olmadığını fark ederek ellerini, kollarını koparıp alıyorlar. Ve savaş, çekirgenin yerin yüzeyinde yüzü koyun yatması ile, yani karıncaların zaferiyle bitiyor. Hiç hareketsiz duran çekirgenin içine giriyorlar sonra. Bir süre çekirge ile yuva arasındaki yoğun karınca trafiğini izleyen çocuk, çekirgenin içi tamamen boşaltılana ve salt bir kabuktan kalana kadar bekliyor. Ve sonra muhteva çekilince, iskelet çöküyor. Karıncalar, tek bir parça bırakmaksızın çekirgeyi yuvalarına taşıyorlar.

..

Devamını Oku
Alper Gencer

Kardeşlerim!

Şiir üzerine konuşmaktan ve fikir üretmekten terk, edebiyatı dışarıdan bitirmeye çalışırken hayatı ıskalamamanın derdiyle konuşan biri gibi konuşmaya çalışacağım. Bu cümlenin neden böyle uzun olduğu ve yazının neden böyle başladığı hususunda en ufak bir fikrim yok. Lakin Yunus şahane bir şair, kendisini tanımayı çok isterdim. El kadar Türkçe ile hemen her şeyi söylemiş. Demek ki dilin zenginliğinden çok, başka bir şeyin zenginliği söze konu. Demek ki, edebiyat üzerine sarf edilen onca lafügüzaf dili söyletenin kaynağına, belki de dili bertaraf edemediği için yaklaşamıyor. Çok acayip başladı yazı, sonunu çok merak ediyorum. İsteyen burada ayrılsın, bazen feci sıkıcı bir adam olabiliyorum. Size bu yazıyı bir acil servis muayene odasından yazıyorum. Az evvel dâhiliyeci bir dostum oturdu karşıma, dedim ki; "Senin bir derdin vardı, ne oldu ona? Uzun süredir görmüyorum bakışlarında". Nasıl ama? Modası geçmiş bir şiir gibi değil mi! Moda, kusursuz bir eskimedir diyor Baudrillard. Allah rahmet eylesin, değişik bir adamdı. Kelimelerini öyle baştan çıkartıcı bir insiyakla örüyordu ki, düşüncenin niteliği söyleyişinin gölgesinde kalıyordu. Söz sükûtu çoğu kez kirleten bir şeydir. İnsan şiir okumaya başlayınca bir yerinden temizlenmeye başlıyor ama. Bu yazıyı dönüp tekrar okuyacağım diye kendimi acayip samimiyetsiz hissediyorum. Ne yani, siz beğenin diye mi yazıyorum bu yazıyı? Bütün diğer yazılar hep başkaları beğensin diye mi yazılıyor? Şimdi yok desek yalan, var desek mübalağa… Hakikatin hatırı diye bir şey var, inanır mısınız bilmem. Ben hakikatin hatırına inanıyorum, edebiyata inanmıyorum artık. Zannediyorum o da bana inanmıyor. Biz birbirimizi karşılıklı olarak kullanıyoruz. Biz birbirimizden fena halde kıllanıyoruz. O bana vesileler kuruyor, ben ona kelimeler… Aramıza bir üçüncü girince, ben oradan kalkıp gidiyorum. Gideyim. Gözlerim durur mu, onlar da benimle kalkıp gidiyorlar. Gitsinler.

Çok yorgun bir adamım Allah'a bin şükür! Dün halı saha maçı yaptım ama hiç halı saha maçı yapmasam da yorgun bir adamım. Dünyaya yorgun biri olarak gelmiş gibiyim. Yorgunluk bir çeşit yakıt, bir büyük sermaye... Keder gibi, Allah vergisi! Biri ölüyor, o zaman daha derinden kavrıyorsunuz onun yaşadığını. Muntazaman bir sürgün psikolojisi içerisindeyim, size de böyle oluyor mu? Geldik, gidiyoruz. Rutini bozan her duygu durumu beni şiire gebe bırakıyor. Fenerbahçe mesela yenildiği zaman acayip öfkeleniyorum gibi şiir yazıyorum ben. Kafamı bozan, beni aşka geçiren, vs... Bazıları şans diye görür bunu, şaşırıyorum. Bütün aynaların arasına bir ayna daha eklemekten ne farkı var şair olmanın? ! Dünyanın bütün imtihanı yetmezmiş gibi bir de yazdığını yükleniyorsun. Ama yazdıran yaz diyor işte, dedim ya, hakikatin hatırı var. Biri gemimize saldırıyor, biri kalbimize, birileri otel yakıyor, birileri köy basıyor, birileri sopalıyor birilerini. Kimsenin rahat durduğu yok, gel de şiir yazma! Bazen, nerden girdim bu işe diyorum. Yahu öyle bedbin bir hal ki, girince çıkamıyorsun da öyle kolay kolay. Sineye falan çekmen gerekiyor şahit olduğunu. Teraziyi iyice kaybetmek gerekiyor şiiri bırakmak için. Nikotin bandı gibi, iki mısra arıyorum şöyle her şeyi izah edecek. Yani ne yapsan dönüp sana cevap verecek iki mısra! Düşünün ki Turgut Uyar, Sezai Karakoç ile Cahit Zarifoğlu’nun omuzlarında! Düşünün ki, kol kola girmiş Mısri Niyazi ile Aziz Mahmut Hudâi. Kaygusuz’u, Fener gol kaçırınca, seyirciler arasında düşünün! Yani, öyle iki mısra…

Ortam kötü, herkes insanlıktan çıkmış. Benim de insanlıktan çıktığım oluyor, herkes çıkar bence. Ama sanki mühimi oraya geri dönmek, gönül almak. Bu vahşi kapitalizm, para-pul işleri, sermaye falan dengemizi allak bullak etmiş durumda. E müsaade ediyoruz da ondan! Diyeceksiniz ki, çok da elimizde! Ağır kaçacak ama evet, ben de cüzi iradeye inanmıyorum. Hatta cüzi olan külli olanın içinde kül olup gitsin istiyorum. Nasıl olacaksa?

Birazdan, başımıza ne geleceğini bilmeden yaşıyoruz. Verilerimiz ne olacağına dair çeşitli fikirler edindirse de, bir deprem oluyor ve her şey tuzla buz oluveriyor birden. İnsan da biraz böyleymiş gibi geliyor bana, yani sürekli bir depreme gebe. Ama hayretten dilimi yutacak raddede, bazılarının, gözler önüne serilen enkazı görmezden gelerek nasıl da hala hiçbir şey yokmuşçasına yaşayıp gittiğini anlamakta zorlanıyorum. Bir şeyi anlamakta zorlanınca, ona inat etmek gibi pis bir huyum vardı eskiden, şimdi iyice azaldı. Şimdi bir şeyi sevmekte zorlanınca, o şeyi sevmeye diretiyorum. Şiirin böyle şifahi bir etkisi var. Sanki ötede bir yerde, anlamadığımız bir ipi çekiyor düşülen her mısra. Ve bir bakıyorsunuz sonra, hiç kimseye izah edemeyeceğiniz bir şekilde anlamış/sezmiş/hissetmiş oluyorsunuz o şeyi. Rahatlıyorsunuz. Artık nasıl oluyorsa?

..

Devamını Oku