Artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek isteyen bir grubun seslendirdiği sabah türküsü, gözlerimize dolmuştu bir gün, güneşten önce. Sonra o ılık senfoni, gençliğimizin gölgesi gibi izledi başka başka ezgilerle günlerimizi. İsmini taşıdı, “Ezginin Günlüğü” oldu hep gönül günlüklerimizde sesi. İçindeki hüzün, esir aldı duyargalarımızı. Bir Azeri türkünün nağmelerinde döküldü duygular bir gün, başka bir gün bulutların asfaltında uçan martı olduk onlarla.
Ağzımıza yaklaştırdığımız kadehten seslendi bir ses; “içme sakın o şaraptan.” Yağmur böyle başladı, ince bir sızıya kavuştu yüreğimiz. Zeytinlikler içinde uzattık ellerimizi. Döndü dünya.
Biraz düşlerimize eğilince, o gün çiçeğe su vermeyi unutunca, kalbimizdeki rengi büyütünce; içimizde bulduğumuz “sen”deki sevecenliğe bayıldık. Bir kuş kondu badi parmağımıza, bir gece vakti. Ceplerimizden hacıyatmazları boşaltıp, elimizi aşka uzattık ritmlerinde şarkılarının. Mor mor mor leylaklar doldu parmaklarımıza. Aldırmadık, “sevdadandır” dedik.
Elimizdeki anahtar boşunaydı çünkü, ışığımız kitlenmezdi ki bizim.
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.