el yordamıyla köpüren lezzet
Bazen sular çağırır insanı, bazen güneş… Bazen yaprak çağırır, bazen eski bir şehir…Bir bilet alır gidersin peşinden yolların, dostlarını alırsın yanına. Çünkü yol yârsız olmaz. Yol çoğalmaz bölüşmedikçe; içini ısırır karıncalar, gözlerine çöker dehlizi.
İşte böyle bir gün düştüm yollara. O gün öylesi yoğun bir iş günüydü ki benim için; akşam olduğunda Eskişehir’e gitmek için bineceğim otobüsün kalkacağı yere kendimi nasıl dertop edip getirdiğimi bilmiyorum. Yolculuğum işten ayrıldığım anda başlamıştı çünkü otobüsüme yetişmek için dakikalarım sayılıydı ve ben metroda doğru çıkışı doğru zamanda bulabilmek için gördüğüm tabelâları bile okuyamayacak denli kafası karışık ve yorgun bir hâldeydim. Neredeyse el yordamıyla vardım diyebilirim Esentepe’ye. Nihayet beni bekleyen arkadaşlarımla birlikte kendimi içine atmayı başardığım otobüs, usul usul yol almaya başlamışken hâlâ iş yerinden gelen telefonlar hükmünü sürüyordu. Oysa yola çıkış anlarının lezzetini damağımda eze eze köpürtmeyi ne çok severim.
Otobüs yolculuğumuz, frenleri tutmayan kalorifer yüzünden pişerek geçti. Gece geç saatlere kadar sesi çıkmadığı halde ısrarla açık duran televizyonun gözleri hedef almış fosforu nedeniyle uykuya kaçmak da pek mümkün olamadı. Hiç kimsenin seyretmediği televizyonu kapattırabilmek ise deveye hendek atlattırmaktan zordu. Televizyon izleyen müşterilerin olasılık düzeyindeki varlığı, seyretmek istemeyen reel müşterilerin varlığını dövüyordu ve söylendiğine göre; televizyon gece 12’den önce kapanamazdı. Bu durumda cadılığı ele alıp hakkını istemeye kararlı bir müşteri tonunda konuşmaktan başka çare yoktu. Ben de mecburen öyle yaptım. İşe yaradı.
Kendimizi gecenin ve dolayısıyla uykunun koynuna bırakmaya imkân tanıyan güzel bir saatte varmıştık adı eski bile olsa bu yeni şehre. Üç kadın otobüs firmasının servis aracından indiğimizde kokladım, ilk kez şehri. Güven kokuyordu. Sokaklarda kimseler yoktu. Gündüz yolcuların beklediği tramvay durağı, çoktan uykusuna dalmıştı. “Güven” dedim sesli sesli. Şehre kendisinin bende yarattığı ilk duyguyla seslenerek “merhaba” demeliydim.
Arkadaşımızın ailesinin evine vardığımızda hep usul bir sessizliğin içinde yaşar gibi duran bir kadın karşıladı bizi. Gülümseyerek karşıladı. Dingin karşıladı. Bu karşılayış ne kadar da şehrin duygusuna uyuyor, karışıyordu. Hemen seriliveren yataklarımız sıcacıktı. Çantadan pijamalar çıkarıldı. Hızla üste geçirildi, o hızla da uykuya.
ilk dokunuş
Çok fazla değil sadece iki günümüz vardı şehri keşfetmek için. Güzel bir kahvaltı sofrasını takiben hemen düştük yollara. Bulutsuzluk Özlemi’nin, “Güneş bize gülümsüyordu, içimi ısıtıyordu.”dediği gibi şarkısında, soğukluğu ile ünlü bir şehirde kabansız dolaşıyorduk. Ellerde fotoğraf makinesi, geçen tramvayı bir önden, bir yandan, bir de giderken fotoğraflamanın telâşına düştük. Sanki o tramvay, o anda dünyanın en önemli konusuydu ve bir daha da sanki o yoldan geçmeyecekti. Tekrar tekrar geçeceğini biliyorduk elbette, ama biz orada olmayabilirdik. Oysa o iki gün içinde ne çok yanyana kaldık o tramvayla, ne çok geçtik demiryollarının yanından, tren raylarının üzerinden arabayla ya da yaya. Ama o anda ilkti. Hani, yeni bir insanla tanışma zamanlarının özel bir tadı vardır. Her huyu, her gülümseyişi, hatta her sorun çıkarışı dahi ilginizi çeker. Bilinmeyeni çözme isteği, onun çıkardığı olası sorunları bile sevimli yapar gözünüzde. Aynı şey mekânlar için, şehirler için, ülkeler için de geçerlidir. İşte şimdi biz de, o ilk tanışma anlarının tadını çıkarıyor, bize her ilginç gelen kareyi fotoğraflamaya çalışıyorduk.
Porsuk çayı kenarında buluşacaktık, diğer arkadaşlarımızla. Kardeşim üniversiteyi Kocaeli’nde okumuştu. Orada tanışan bu kızlar bir daha hiç bırakmadılar birbirlerini farklı şehirlere de dağılsalar; kimisi hâlâ bekârlığın sultanlığını sürerken, kimisi evlenip çoluk çocuğa da karışsa. Ekibin tamamı olmasa da bir bölümü Eskişehir’de bir araya geliyordu şimdi. Ben, okul arkadaşları olmadığım halde bu ekibe eklemlenmiş olmaktan hep gizli bir mutluluk duymuşumdur. Yaşımız ilerlese de genç kızlık hâllerinin sürmesi gibi bir şeydir benim için içerdiği anlam. Kadın kadına verilen pijâma partileri, bir yerde buluşup her beraber bir etkinliğe gitmek, bir doğum gününde buluşmak, hepsi de çok hoş gelir bana. Hani bir pop şarkısı nakaratında “Bütün kızlar toplandık, toplandık” diye tekrar eder durur ya, işte o sözlerdeki gibi kadın kadına toplanmanın içerdiği ince mizahı, yine en çok kadınların anlayacağı o basit ama özel tadı simgeler benim için bu grup.
Porsuk çayı üzerinde bir kafede buluştuğumuzda sıkı sarılmalar; sarılınca ayakta şöyle bir yanlara meyillenerek sarılmayı sündürme ve içimize sindirme hâllerimizle başladı bile söylediğim incelikler. Muhabbetin yoğunlaştırılmış bölümünü aşınca yani dikkatimizi birbirimizden etrafımıza çevirebildiğimizde gördük ki; Porsuk çayı, yer yer yapılan köprüleri, yan tarafındaki şık kafeleri ile çok yaşanılası bir yer haline gelmiş. Eski hâlini hiç görmemiştim ama bu görüntüsü çok cezbediciydi. Belli ki şimdi boş duran saksıları, birkaç hafta sonra içinden çiçek fışkırtacaktı. Heykeller, görkem vermişti çaya. Aslan heykelleri yüzünden mi bilmiyorum bu duygu ama daha sonra Anadolu Üniversitesi bahçesinde göreceğim heykeller gibi özünde bir düşüncesi dolayısıyla, bir tema’sı olan heykelleri şehirde de görmeyi gözlerim aradı.
Bu kadar kadın bir araya gelince ilk olarak nerede bulurlar kendilerini? Giysi satan bir mağazada elbette! Havanın sıcaklığı nedeniyle kazağı kalın gelen bir arkadaşa tişört bakmak için girilen mağazada bir anda her birimiz, kendimizi birer kabinde üstümüze bir şey denerken bulduk. Fakat ondan sonra durumun farkında olarak girdiğimiz her mağazada düşüncem katmerleniyordu. Eskişehir’de çok şık kıyafetler vardı. İstanbul’da dolaşa dolaşa, araya araya zor bulabileceğimiz modeller, burada doğal olarak yan yanaydı. Tamam, sadece iki günümüz vardı, mağazalarda mı harcayacaktık günü. Evet, belli ki; hiç değilse birazını harcayacaktık. Harcadık da. Ama abartmanın da gereği yok diyerek, derhal toparlanıp nereye gidebileceğimizi düşünmeye başladık. Eskişehir’e gelince Odun Pazarı Evleri, mutlaka görülmeliydi. Bir arkadaşımızın arabası vardı ve onun içine bütün kızlar doluştuk, doluştuk şekline getirip şarkıyı; doğru, Odun Pazarı Evleri’ne.
şık bir burukluk duygusu
Oldukça geniş bir alana yayılmış olan çok sayıda evi restore etmişler. Belli ki bu bölge, ileriki tarihlerde çeşitli şekillerde ticarete atılacak. Şimdiki hâlleri ise eski olmalarına rağmen yepyeni ve boş. Şık bir burukluk duygusu. O evlerin özne olduğu fotoğraflar çektik bolca. İnceledik.Yürüdük. Kenarda oturan yaşlı bir kadın, “Sizler öğrenci misiniz? ” diye sorunca iyice havaya girdik. Kesin çok genç bir enerji yayılıyordu ki üzerimizden, kırklı yaşlarda olmamıza rağmen öğrenci sanılabiliyorduk hâlâ. Bu hoşnutluk veren durum sağlaması bilgisi eşliğinde giderken, birden Osmanlı Evi çıktı karşımıza. İçi çok güzel düzenlenmişti. Evin ortasında bir avlu ve mis gibi yemek kokuları. Avlu içinde olma duygusu, bana hep hoş gelmiştir. Evlerin oturaklı koruyuculuğu içine ilişivermiş bir gizil açıklık duygusu olarak tanımlayabilirim bu duygumu. İki yüz yıllık bu evde renkli püsküllerle süslenmiş kapıdan çıkarak güneşe kavuşuvermek, oldukça iyi geldi hepimize. Avluya konmuş masaların renkli örtüsü ve üzerindeki lâleler gözümüze çok şık göründü. İstanbul’da gözümüze gözümüze sokulduğu için kendisini sevme duygumuzun bile iç mahkememizde suçlu bulunduğu çiçek; lâle, Eskişehir’de bir masanın üstünde, bir vazonun içinde karşımıza çıkıverince belki de doya doya seyredebilme duygumu tatmin edebilmek için direk kendisine bakmasam da gözümün bir ucu hep ondaydı. Bu kadar çağrı uyaranının bileşkesine daha fazla karşı konulamazdı. O an keşif psikolojisinde olduğumuz için yemek yiyelim demek, sanki ritüeli bozacak gibiydi, ama aramızda konuşmaya bile gerek olmadan avludaki çeşmenin yanındaki masaya yerleştik bile. Her ne kadar gözlerim kendisinde takılı kalmış olsa da, her an yemek yeme pozisyonum gereği masada çokça gezecek olan sakar kollarımın hareket alanına girmiş olan lâle vazosunu, devrilme riskinden kurtarmalıydım. Zihnim böyle yakalamakla bozmak arasındaki matematiksel dengelerle meşgulken yemeklerimizi sipariş ettik bile o arada. Çok lezzetliydi. Doğrusu, o gün orada o masada kızlarla birlikte hayattan yakaladığımız tatlı bir kaçamağı tutar gibi yediğimiz yemekler de, sohbetler de çok lezzetliydi. Osmanlı Evi’ni işleten yapı, belediye olunca ödemenin oldukça makul gelmesi de sürpriz bir lezzetti. Karnımız tok, sırtımız pek olunca elimizde fotoğraf makineleriyle daha bir keyifli gezmeye devam ettik evi. İşleme içindeki tavanlarını, kapılarını, şark odasını, minderleri incelerken bir yandan da orada olmanın tadına vara vara pozlar vererek günü belgelemeyi de ihmal etmedik.
Daha sonra Çağdaş Cam Sanatları Müzesi’ne gitmekten söz etti kızlar. Yeni mekânlarla tanışma zamanlarında süre sınırlıysa oraları iyi bilen arkadaşların yanımızda olması ne kadar önemli oluyor. Cam Sanatları Müzesi’nde oldukça çok ziyaretçi vardı. Ülkenin farklı yerlerinden ilginç örneklerle katılmıştı sanatçılar. Camın kıvrımlı renkli şeffaf soğuk ama cezbedici dokusu, camın düşündüğüm ve şimdiye dek karşılaştığım örneklerinin dışında yeni bir yüzüyle tanıştırıyordu beni.
Oradan çıkışta El Sanatları Çarşısı’na geçtik. Lületaşı, Eskişehir’in ismiyle özdeşleşmiş bir taş. Yerin yüz metre altından çıkan ve şimdi yeryüzünde minik bir kesici alet yardımıyla hareket eden usta parmaklara kendisini teslim eden taş, ya bir kolye ucu oluyor, ya pipo ağızlığı, ya da bir biblo o ellerde. Bir şehirden sembol olarak aldığımız küçük eşyalar, mekân-eşya-bellek bağlantısını tekrar tekrar içimizde kurarak yaşanılan anların altına imza atar adeta. Hemen birer kolye beğeniyoruz kendimize.
yara bantlı bir cam
Odun Pazarı Evleri’nin henüz restore edilmemiş olanlarına doğru yürüyoruz. İçinde insanların yaşadığı bu evlerin birisinin penceresi dikkatimizi çekiyor. Boydan boya eğri bir çizgi halinde kırılmış pencere camının üzerinde onlarca yara bandı var. Biraz önce başka bir biçimdeyken kendimizden geçerek seyrettiğimiz malzeme, şimdi başka bir çehrede. Cam’ın ironik çehresi… Aslında camın değil, insanın ironik çehresi demeli belki de. Yaralı bir bedenin koşmaya devam etmek zorunda oluşu gibi, bu cam da yara bantlarıyla ayakta kalıp o eve soğuğun girmesine siper olmak zorunda. Biraz önce müzede olduğu gibi coşkuyla değil, garip bir burukluk, bu ani tanıklığın getirdiği incinmişlikle basıyorum deklanşöre bu kez.
Keşfimiz devam ediyor. Kütahya yolu üzerinde yeni açılan bir parktan söz edip duruyor bizim kızlar. Oraya vardığımızda parkın geniş kapısının hemen yanında duran tekerlekli sandalyeler ilgimi çekiyor. Parkın yürüme engelliler de düşünülecek şekilde düzenlediğini öğreniyorum. Bu ince düşünce, insana kendisini iyi hissettiriyor. Parka girer girmez az ötede minik bir göl gibi tasarlanmış bir yapıyla karşılaşıyoruz. Ama ondan önce çarmıha gerilmiş gibi duran taze ağaçları görmemek mümkün değil. Belli bir formatta büyümesi için tahtalarla sıkıştırılmış dalları, ileride görselliği yüksek bir manzara oluşturacak olsa da, acı çekiyor gibi görünüyor gözümüze. İnsan doğayla kurduğu ilişkilerde sadece ondan yararlanırken değil, -yine kendisi için- onu güzelleştirirken bile müdahale ediyor aslında ona. Park, gerçekten güzel düşünülmüş. İçinde tekne olmadan su kayağı yapılabilmesine uygun mekanizmalar kurulmuş. Suyun kenarına oturup ördekleri seyrediyoruz. Hava, inanılmaz güzel. Hırkalar bile fazla geliyor.
Akşam oldu. Artık eve gitme zamanı. Arkadaşımızın annesi güzel güzel yemekler yapmış bile; bizi bekliyor. Bu arada geçen sohbetlerde şehrin üç tiyatrosu olduğunu, biletlerinse hemen tükendiğini öğreniyorum ve de cuma cumartesi akşamları devlet senfoni orkestrasının konserlerinde de aynı şeyin olduğunu. İşte bu bilgi, beni neredeyse tiyatrolara sevindiğimden daha fazla mutlu ediyor. Düşünsenize; havasına klâsik müzik karışan bir kent...
Akşam yemeğimizi bitirince şehrin gece hâliyle tanışmak için yine hevesli hevesli düşüyoruz yollara. Porsuk Çayı’nı merak ediyoruz en çok; gece nasıl görünüyor acaba? Porsuk’un yanında yine tatlı bir mağaza buluyoruz hemen. El yapımı giyecekler satılıyor burada. Her bir üründen bir tane var; seversen ve de bedenine uyarsa alırsın kabilinden. Beğendiklerimin hiç birisi bedenime uymuyor, ama buradan eli boş çıkmak olmaz derken yerde duran bir sepetteki eşarplara kayıyor gözüm. İki tane kırmızılı olan var. Yine ikisi de ayrı tonda, ayrı desende. Bu eşarpların dokusu, insanda yarattığı duygu Çingeneler’i akla getiriyor. Tony Gatlif’in çingene kültürü üzerine olan filmi; Gadjo Dilo’dan, Nora Luca çalınmaya başlıyor bile beynimde. O filmdeki güzel kız Sabina’nın başına bağladığı gibi bağladığımı düşünüyorum bu eşarbı. Sanki o eşarbı alır ve onun gibi bağlarsam onun gibi güzel, onun gibi alımlı olurum gibi hissediyorum. Onun gibi aykırı. O eşarbı alırsam Çingene olurum gibi hissediyorum. İçim kıpırdıyor.Sezai Sarıoğlu’nun Çingeneler’i anlatan şiirinden dizeler geçiyor eşarbı tutan ellerimden.
“hiçbir yerden gelip hiçbir yere giderler
hiçbir yerde otururlar hiç kimsenin akrabasıdırlar
hiç kimse nam-ı diğer başıbozukların, aykırıların
aşklardan, şarkılardan, şiirlerden ve düşlerden
emekli olduklarına şahit olmamıştır”
O anda diğer kırmızı eşarbı elinde tutarak almaya niyetlenen arkadaşımın aklından, gönlünden neler geçiyor bilmiyorum ama onun o bereket anası gibi fışkıran kıvırcık saçlarının bu eşarbın altından nasıl coşkuyla gülümseyeceğini düşününce ben de gülümsüyorum. İkimiz de elimizde tutuğumuz kırmızı eşarbı alıyoruz. O üstüne üstlük bir de çıtı pıtı bir etek buluyor kendi bedenine göre. İyi ki buluyor da, naylon poşetler yerine gazete kâğıdından elde yapılmış ve rafyadan sap takılmış bir çanta içinde verildiğinden haberdar oluyoruz böylece burada satın alınan giysilerin. Bu bile nasıl önemli bir ayrıntıymış birbirinin aynısı objelerin içinde birbirinin aynısı insanlara dönüşürken; dönüştürülürken biz.
Bu kadar gezmek yeter, biraz da mekânlarla yakınlaşalım derken o saatte türkü bar gibi seçenekler çok yorucu geldiği için çok daha rahatlatıcı bir yer seçmek istiyoruz. Haller Kültür Merkezi, eski hâl binasıymış. Şimdiyse restore edilerek yan yana dükkânların olduğu tepesinde koca bir avize, ortada serbest oturma birimleri ile iki kapılı kocaman bir avlu gibi görünüyor. Kültür merkezinin tam ortasında oturan bir delikanlı var. Elinde gitarı peş peşe şarkılar söylüyor. Öğreniyoruz ki hafta sonları canlı müzik yapıyormuş. Bize göre oldukça hoş bir hava yaratan müzikle işin gerçeği o anda bizden başka da pek ilgilenen yokmuş gibi görünüyor. Kendimize birer sandalye çekip bir tatlıcıya oturuyoruz. Mazlumlar Tatlıcısı, 1927’ den bu yana Eskişehir’de insanları tatlı yedirip tatlı söyleten bir yermiş. Gerçekten de tatlıları nefis. Orada oturup müzik dinlerken şarkı sonlarında alkışlayarak hem delikanlının, hem de oradakilerin ezberini bozuyoruz. Nasıl güzel bakıyor. Her birimiz yaptığımız güzelliklerin insanlara değmiş hâlini görmeyi umuyoruz aslında, diye düşünüyorum. Düşüncelerimi perçinlemek ister gibi mekânın sahibi Ferit Bey, çektiği fotoğrafları göstermek için yanımıza geliyor. Hafta sonları gidilen bir fotoğraf atölyesinden söz edip, bizim kızları kursa katılmaya davet ediyor. Ücreti oldukça uygun. Fotoğraf ekipleri oluşturulup çekime gidildiğinden söz edince doğrusu canım çekiyor bu şehirde yaşamayı. Küçük bir alan içinde onların yaşamlarına sığdırdığı kültürel etkinlikleri görünce gıpta etmemek mümkün değil. Arkadaşım haftada iki gün tenis oynuyor. Hafta sonları bir tura katılıp dalmaya gittiklerini söylüyorlar. Diğeri keman dersi alıyormuş. Elbette bu örnekler Eskişehir’de yaşayan herkesin bu şekilde yaşadığını göstermez ama buradaki kişinin hayatı anlamlandıran bir şeyler yapmak isterse imkânlarının ne kadar ulaşılabilir olduğunu gösterir. Kendi adıma düşünecek olursam, işle yol arasına sıkışmış hayatımı anlamlandırmak için bütün bunları yazmaktan başka çare yok, diye düşünüyorum.
Şu anda bir vapurdayım; insanlarla omuz omuza mesafede sıkışmış işe giderken bulduğum boşluklara harfler döşüyorum ve yazdığım cümlelerin içine sızan topak bir kaosa karışıp gidiyorum usulca. Etrafıma baktığımda; hemen karşımda gördüğüm bastonuna dayanmış amcayı, gözlüğünü düzelte düzelte telefonda mıyıl mıyıl konuşan genç kızı, kulağındaki aypoddan müzikler sızdıran çocuğu, kaçamak uykusunda zamanı sayan adamı, gazetesinin içine düşen sakallı amcayı da yazmalı diyorum İstanbul’dan. Hani Eskişehir’i yazıyordum. İstanbul öyle büyük bir karmaşa çekimi ki, rüzgârına yakalanıyor insan. Belki de orada en güzel olan şey, Eskişehir’deyken İstanbul’u unutmaktı. Mini minnacık ebruli bir kadın seven Nazım gibi, sevivermekti kenti bana sıcacık gelen duygu. Peki, ne diyorduk Eskişehir’in karasularında yüzerken, en son ne anlatıyordum diye hafızamı yoklayınca anımsıyorum kaldığım yeri.
sevinçli çözümler üreten cıvıltı
İki arkadaşımız Eskişehir Şeker Fabrikaları’nda çalıştığı ve dolayısıyla onun lojmanlarında oturduğu için koca bir orman gibi oluşturulmuş alanın içindeki evine gidiyoruz bir gece kalmak için. Bereket saçlı güzel arkadaşım, hazırladığı özel kahvaltılarla dillere destandır. Doğrusu çok heyecanlı ve hevesliyim bu kahvaltılardan birisi ile tanışacağım için. Özel olarak oluşturulmuş kahvaltı sofrasında dinginliğiyle usul usul gülümseyen anneyi unutmak mümkün mü? Gidip onu da alarak, hep birlikte bir sofra başında buluştuk yine; kızlar sofrası. Bu tadı da sanırım yine en çok kızlar bilir. Kendinden cıvıldayan bir neşe halidir bu. İşte bu hâli ben çok seviyorum. Biberdeki maydanozdan, börekteki haşhaştan mânâlar çıkartan, sevinçli çözümler üreten cıvıltıyı. Eskişehir’de haşhaşlı çörek çok meşhurmuş. Aslında bizim köyde de meşhurdur, diye bir cümle sarf edince kardeşim, haşhaşlı aslında nerenin simgesidir tartışması tatlı tatlı sürüyor yemekler tüketilirken.
Bugün, elde kalan tek gün. İyi plânlanmalı. Eve yakın oluşu sebebiyle yeni açılan parklardan diğerine gidelim diyoruz. Parka girer girmez kardeşim başlıyor hayıflanmaya, cendereye sokulmuş taze ağaçları burada da görünce. Bu gece gizlice gelip bu ağaçların kelepçelerini söküp serbest bırakacağım hepsini, diyor. Sanki gerçekten kalkıp gelecekmiş gibi, gece olduğunda trenden bile inmiş, çoktan İstanbul’a varmış oluruz, nasıl gelecek diye zaman sağlaması yapıyorum içimden. Belki de ona suç ortaklığı yapabilme imkânlarımı zorluyorumdur, kim bilir. Zapturapt altına alınmış tüyü bitmedik ağaçların dışında bu park, öncekinden de güzel geliyor bize. Denizi olmayan bir şehre üç yüz metre sahil yapma fikri bile düşünsenize; ne kadar şiirsel. Şimdiden sahile yerleştirilmiş şezlong ve soyunma kabinleri belki denizin yarattığı coşkuyu getiremez bir şehre ama yobazlıklarımızdan pekâlâ soyunabiliriz o kabinlerde diye düşünüp seviniyorum. Düşünmeyi öğrenmek, bilgiyi öğrenmekten daha değerli.
Haydi Anadolu Üniversitesi’ni gezelim diyoruz ağız birliği etmişçesine. “Bir şehre bir film gelir Akdeniz olur / Gülümse” demişti Kemâl Burkay. Belki de şehre gelen üniversitedir, buradaki ışığın sebebi. Arabayla hızlı bir tur atıp kampüsün içinde olabildiğince seri bir fikir sahibi olmaya çalışırken zamanla yarışıyor olduğumuzu biliyoruz, kısa süre sonra kalkacak trenin varlığından dolayı. Kampüsün içinde olan hastane, aslında olması gereken güzelliklere şaşırma kültürümüzün ezberini bozmuyor. Kampüste bir heykel dikkatimizi çekiyor. Etekleri uçuşan bir kadın heykeli. Kafası yok. Başının yerinde kapısı açık bir kafes var. Kafesten dışarı çıkmış ama henüz uçmamış kuşun kadının omzunda olduğunu görünce gel de Can Yücel’in muhabbetsiz kalmış muhabbet kuşu şiirini anımsama. O şiirde kafesin kapısı açıldığı halde uçmayan kuşun öyküsü anlatılır. Kuş hâlinin uçmak olduğunu unutmuş bir kuşun öyküsü üzerinden hayattaki kapılar, eşikler, engeller ve insanın bunlar karşısındaki hâli sorgulanır aslında. Eğitim tam da bunun için olmalı. Kafesteki kuşlarımızı özgürleştirmeyi teşvik eden mekânlar olmalı buralar. Hayattan ne alıp ne vereceğimizin niteliğini yükselten bir giriş kapısı gibi. Şehirdeki iki yeni park da bu düşüncemi pekiştirdi. Arkası açık olmasına rağmen sembolik olarak hazırlanmış iki kocaman kapı. O kapıların yanından da dolanmak mümkün, içindeki oyuktan da. Önemli olan ötesi olduğunu ve o ötenin belirlenmiş o sınırdan sonra olduğunu simgeledi benim gözümde.
oğlum bana terlik pabuç alacak...
Yavaş yavaş dönme vakti geliyor. Elimizde valizler gara doğru ilerlerken yolda kaldırım taşına oturmuş bir teyzenin bakışı ilgimi çekiyor. Selâmsız geçmek içime sinmeyecek. Yavaşça yanına yaklaşıyorum:
-Ne yapıyorsun sen burada teyze?
-Oğlumu bekliyorum.
Sanki çocuğu küçücükmüş de sokağa oynamaya çıkmış gibi bir edayla ama bu edaya hiç uymayan buğulu gözlerle söylüyor bu sözleri. Aklım iyice karışıyor, teyzenin yaşını ve hâlini düşününce oğlu da olsa olsa orta yaşlıdır diye düşünüyorum. Annesini bir yere götürecek olmalı.
Hayırdır teyze, seni doktora filan mı götürecekti, diye soruyorum. Yok, diyor terlik alacaktı bana. Askerden dönüşte getirecekti…Bu beklenmedik yanıt karşısında teyzenin askerlik yaşta bir oğlu nasıl olur, diye hesaplamaya çalışıyorum içimden. Oğlun askerde mi yoksa teyze, diyecek oluyorum ki, benim oğlum asker diye atılıyor ben daha sorarken. “Diyorlar ki ölmüş, diyorlar ki dönmeyecekmiş; artık bekleme. Hiç bilmez miyim ben ölmüş olsa oğlum. Ana sana terlik getireceğim demişti izne geldiğinde. Ayağıma göre bulamadı herhalde. Bakarsın şimdi çıkar gelir. Belki de iki tane bile almış olabilir anasına.”
Ne diyeceğimi bilemiyorum. Herhalde bulamadı teyze, diye geveliyorum; boğazımdan güç belâ çıkabilen bir sesle. Düşünüyorum da; öpe koklaya günbegün büyüttükleri oğullarını askere ya da dağa göndermek durumunda kalan acılı annelerin göğsü yırtık gözleri nasıl da aynı acıyla bakıyor. Usulca ayrılıyorum teyzenin yanından. Kızların yanına vardığımda ne konuştunuz, diye soruyorlar ama boğazımda bu yumruk varken ağzımı açsam; sesim çıkmayacak, biliyorum.
Aynur Uluç
Nisan 2009
Aynur UluçKayıt Tarihi : 24.6.2009 22:34:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
'Tutku son kalan çocuktur
Pembeleşen sessizleşen sokakta
Yalnızlığın koruduğu ağaçlarda
Akşamın korku gibi içilen karanlığı
Uzun bir yolculuktur'
TÜM YORUMLAR (1)