Eksik Hayatlar Ve Pascal Mercier...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Eksik Hayatlar Ve Pascal Mercier...

Tek eliyle araba kullanırken incecik sigarasından uzun ve derin bir nefes çektikten sonra yüzüme bakmadan “hissetmiştim, ayrılırken beni eksik öptü” dedi. O kadar kendinden emin bir ciddiyeti vardı ki, gülmemeye çalışarak “ne demek o” dedim. Aynı sıkıntılı ifadeyle cevap verdi: “İşte, gidiyorum diyen eksik öpüşlerden, senin başına hiç gelmedi mi” dedi. “Hayır, ne münasebet benim başıma gelenlerin eksiği yoktu, fazlası vardı çok şükür” gibi bir cevapla takılmak istedim ona. Acı çekiyordu ve bunu saklayamayacak kadar yorgun görünüyordu. Onu fazla huzursuz etmek istemedim ama yine de gevezeliğe devam ettim: “Biliyorsun onlar sadece eksik öpmezler. Bazen eksik konuşurlar, eksik sarılırlar, eksik affederler, eksik itiraf ederler, eksik yalan söylerler, eksik heyecanlanırlar, eksik severler, eksik vedalaşırlar ve nihayetinde biraz eksik yaşarlar ama özellikle böyle olmayı çok istediklerini sanmıyorum doğrusu. Kendilerine dair duyguları derinlemesine kurcalamaktan korktukları için başka türlü hayata nasıl tutunacaklarını bilmiyorlar sanırım.” Uzaylılardan bahsediyormuşum gibi yüzünü buruşturup “kim onlar” diye sorunca, eğlenceli ‘sıkışık adam’ hikâyeleri anlattım yol boyunca.

Onlara taktığım ismi sevdi ama neden onların bu koşullarda bile sevildiklerini merak ediyordu. “Ben de bilmiyorum” dedim ama biraz düşündükten sonra zihnimde uçuşanlar dile geldi: “Aslında onlar tam da öyle oldukları için seviliyorlar galiba. Kimsesiz çocuklar gibi insanda acımayla karışık ılık bir şefkat hissi uyandırıyorlar. Yetmezmiş gibi eksik kaldığı için köpüren şehvetli dürtüleri o ‘sıkışık’ ve mesafeli tavırlarıyla bazen bilmeden kışkırtıyorlar. Kadınların yaşayamadıkları için sonsuza kadar içlerinde büyütüp çoğalttıkları ‘hayali sevginin’ muazzam gücünü de unutmayalım tabii. Bir de o puslu görüntünün arkasındaki ‘gizemli’ dünyayı da merak ediyorlar haliyle. Ama o perdeyi açıp ardındaki ‘gerçek adama’ bakmaya da cesaret edemiyorlar muhtemelen. Ya kocaman bir boşluk varsa orada, düşünsene ne fena, iyi ki perdeyi aralamamışsın” diyerek kıkırdıyordum. Nihayet o da biraz gülmüştü. Sonra taammüden ıskalanmış bütün o anlar, yok yere hırpalanmış hayatlar için yas tutar gibi sustuk. Belli ki ben arabadan inince biraz da ağlayacaktı...

O hızla çekip gittikten sonra boğazın en tenha ve esintili noktasında kendimi ‘sıkışık adamlarla’ kavga ederken yakaladım. Hayaletlerin eşlik ettiği uzun yürüyüşler, bana genellikle unutamadığım hikâyelerin tuhaf kahramanlarını düşündürüyor. Aklım insan tabiatının eksiklikten beslenen kaotik düzenine takılınca, hakkında hiçbir şey bilmediği bir yazarın peşine düşen yaşlı bir adamın garip yolculuğunu hatırladım o gün.

Lizbon’a kalkan ilk tren...

Birkaç yıl evvel Pascal Mercier ismiyle romanlar yazan felsefeci Peter Bieri’nin Lizbon’a Gece Treni isimli romanını okuduğumda, sadece hayatı ve insanı didikleyen çok katmanlı yapısından değil dili kullanmaktaki ustalığından da etkilenmiştim. Sonradan onun da kahramanı gibi dilbilim üzerine çalıştığını da öğrendim. Kitapta antik diller profesörü olan 57 yaşındaki Gregorius, dersin ortasında sınıftan fırladıktan sonra Amadeu Prado isimli Portekizli bir yazarın izini sürmek için Lizbon’a giden ilk trene binip bildiği hayattan kaçıyordu. Tesadüfen tanıştığı bir kadını ararken kitapçıda karşısına çıkan kitabın ismi, ‘Sözlerin Kuyumcusu’ydu. Kendi hikâyesinin ve duygularının derinliklerinde kaybolmaktan ürküp insanlarla ‘sınırlı’ ilişkiler kurarak korunan bu adam, yabancı bir dile, ülkeye, insanlara ve edebiyata teslim olarak geçmişini anlamlandırmaya çalışıyordu. Sayfaları çevirdikçe Prado’nun kitabını okuyup onun güçlü kişiliğinin etkisinden kurtulamayan profesör gibi ben de yalnızlık, dostluk, aşk, hayatın sınırlılığı, adalet, hayal kırıklığı, intikam ve korkularımız üzerine günlerce tefekküre dalıyordum.

Eve dönünce hüzünlü bir konuşma bir vesilesiyle bulduğum kitabın içinde tekrar kayboldum. Orada tanıdık bir cümleyle karşılaşınca da eski bir yazının peşine düştüm. Ben bile unuttuğuma göre kimse bilmiyordur gibi biraz saf ve iyimser bir ümitle önce kendime sonra size bir bölümünü hatırlatmak istiyorum. (Bu da kendi geçmişime dönük yolculuğum oldu) Şöyle yazmışım: Gerçekleşmeyen arzularımızın bizi mutsuz ettiğini ama esas huzursuzluğumuzun nedeninin bu değil, hayatımızın tamamlanmamış bir eser gibi eksik kalacağına olan güçlü inancımız olduğunu anlatan yazarı düşünüyorum. Onun kahramanlarından biri, “rüyamda piyanoyu görmem, uyandığımda şunu kesinlikle anlamamı sağladı: “Hayatım Bach’ın Goldberg varyasyonlarını çalmadan sona erecek” diyordu. “Peki, neden acı, hayal kırıklığı veya keder değil de korku” diye soran yazara diğeri cevap veriyordu: “Senin ölüm korkunun tuhaf bir nesnesi var gibi; hayatının eksik kalması ki asla yaşayamayacağın bir eksiklik bu.” Sanırım en büyük zaaflarımızdan biri, hayatın sonunda eksik yaşadığımızı fark etmek değil, eksik yaşamaktan korkmak. Bazen henüz yaşamadan sezdiğimiz o endişenin bizi mutsuz etmesine müsaade ediyoruz. Böyle zamanlarda hissedilenle dile gelen veya yaşananlar arasındaki o büyük çatışma bizi olduğumuzdan başka biri yapıyor.

O gün ayrılık acısıyla kederlenen arkadaşıma olduğundan başka türlü davranan bazı insanların, buna benzer içgüdüsel bir korkuyla önlem alıp duygularıyla yüzleşmemek, fazla derinlere inmemek için ‘eksik yaşadıklarını’ söylemeye çalışıyordum. Ama öyle dramatik anlarda bu kadar felsefi ve çetrefilli konuşmalar yapılamıyor tabii.

İstemeden eksik yaşıyoruz...

Mercier’e göre kendi hayatının eksikliğinin bilincinde olmak başlı başına bir felaketse, hayatında bir şeylerin eksikliğini hissedenler hep mutsuz oluyor. O “Hayatı bir bütün olarak anlatabilmek için yeterince şey yaşamış olmaya mı ihtiyaç duyarız” diye soruyor. Onunla beraber ucu açık felsefi sorulara cevap ararken bizi sıkıştıran pek çok çelişkinin bu tür zıtlıklardan da beslendiğini düşünüyorum. Eksik yaşamamak korkusuyla isteyerek bazen de istemeden ‘eksik’ yaşıyoruz. Hayatın bir sonu olduğuna dair o korkunç bilgi bizi çoğu zaman istediğimiz kişi olmaktan alıkoyuyor. Gelecekte sahip olamayacaklarımızdan korkup kendimize o ânı yaşama hakkını tanımadan hayatın tabii akışından dışarıya doğru savruluyoruz. Yazar, “hayatta kalabildiğimiz her an hayatiyetini o bilinmeyen bütünlüğün yapbozunda bir parça olmaktan alır. Bu bütünlüğe asla ulaşamayacağımız kanaatine varınca, artık ona ulaşmak için yaşayacağımız zamanı nasıl geçirmemiz gerektiğini ansızın bilmez oluruz” diyor. Bilemeyince de neredeyse çocukça bir telaşla o ânın hazzıyla mutlu olmak yerine hep başka, farklı, merakımızın giderilmesiyle birlikte sönen yeni hazlar peşinde koşuyoruz sanırım.

‘Hayat yaşadığımız şey değildir...’

İnsan sürekli kendine bu tür sorular sorarak ve bu gerçeklerin farkında olarak hayatını sürdüremez elbette. İstediğimiz gibi yaşayamadığımızda bilincimizin karanlığında saklanan arzularımızı, tutkularımızı, düşüncelerimizi başka birileri bizden daha mı iyi anlatır acaba? Bunun için mi bu acayip soruları sorduran kitaplar okuyoruz? Prado’nun notlarında, “hayat yaşadığımız şey değildir, yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir” yazıyor. Bu acımasız cümle insanı biraz hırpalıyor ama bugünlerde kendime hatırlatmaktan hoşlanıyorum...

Eğer ‘insanın kendisini tam anlamıyla kavrayabilmesinin en iyi yolu bir başkasını anlamayı öğrenmekse’, bilinmeyen bir ‘söz kuyumcusunun’ peşinden içe ve dışa doğru bir yoluculuk yapmak iyi fikir doğrusu. İsterseniz Lizbon’a giden ilk trene atlayıp kendini bir yazarın hayatında keşfeden Gregorius’a siz de eşlik edin. Pascal Mercier, gerçek ismini romanlarına bağışlamak istemeyen, derin soruları şiirli cümlelerle çoğaltmayı seven çok özel bir yazar-felsefeci. Kendinizden başka ‘kim ve ne’ olabileceğinizi keşfedebilmek için onunla tanışın, bence pişman olmayacaksınız.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:47:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan