Tabiat, biriktirdiği bütün gözyaşlarını aniden ve tek bir defada akıtmaya karar verince yeryüzü büsbütün ıslandı. Üzerimdeki pike açık olan pencereden dolan soğuk bir rüzgârla havalandığı için sanırım, rüyamda küçük bir yelkenliyle ıssız bir adaya varmaya çalışıyordum. Bir süre sonra gerçekten yüzüme çiy gibi düşen ince su damlaları yüzünden uyanmak zorunda kaldım. Sabahın ‘şeftali kabuğu rengine’ döndüğü saate kadar yağmurun sokakları döven hırçın sesini dinlerken hiç lüzumu yokken birkaç sigara içtim. Sabahları sigara içmem. Sonra, da Vinci’nin ‘yalnızlıkla ve sırlarla’ kuşatılmış tuhaf hayat hikâyesini okumaya başladım, okurken uyuya kalmışım. Güneşin ilk ışıklarıyla gözümü açtığımda şehir eski haline bürünmüştü. Sokaklar, camlar yine kupkuru, insanlar her zamanki gibi telaşlıydı. Bugünlerde bir kolye gibi taşıdığım baş ağrımla birlikte evden çıkıp önce acı bir kahve içtim. Sonra insanların bir sürü halinde birbirlerine sürtünerek aktığı kalabalık bir caddeden geçip ‘insan denilen anlaşılmaz’ varlıkla ilişki kurmaktan bunaldığım zamanlarda uğradığım kiliseye girdim. Mat bir maviyle boyanmış narin kubbesinin altında kavuşmak istediklerimden artık kurtulmayı diledim. Bu tuhaf dilek beni bile biraz şaşırttı. Vitraylı büyük camlarından içeri süzülen loş ışığın gölgesine saklanmak, kim bilir hangi içten ve ‘imkânsız’ dualarla kumların içine gömülmüş mumların titrek alevlerini seyrederken ‘inancın’ gücünü düşünmek, rutubet kokan ahşap bir sırada oturup uzaktan belli belirsiz işitilen mistik bir müzik eşliğinde yeni hayaller kurmak sıkışmış ruhuma iyi geldi.
Serin, esen bir bahçeye doğru yürüyeyim, kitabımı orada bitireyim istedim. Ama tuhaf bir şekilde –belki ağrım yüzünden- yerimden kalkamadım. Kucağımda, da Vinci’nin uzun saçlı ve sakallı bir portresinin olduğu kitapla, tavandan aşağıya sarkıtılmış İsa’nın karşısında öylece donup kaldım. Etrafıma baktım, günün o erken saatinde sadece birkaç genç turist ve diz çöküp ibadet eden ihtiyar bir kadın vardı. Bruno Nardini’nin yazdığı ‘hayat hikâyesini’ süsleyen resimlerine bakıp, kaldığım yerden okumaya devam ettim.
ESERLERİMİN ÇOĞU SİZE ULAŞMADI...
Sayfaları heyecanla çevirirken zamanda yolculuk yapıyor gibiydim. Leonardo, ince kemikli yüzünü örten sarı dalgalı saçları, mavi ışıltılı gözleriyle yanımdaki sıraya ilişti ve abartısız zarif jestlerle benimle konuşmaya başladı: “O okuduğun yazarın üslubundan hoşlandım. Mesafeli, titiz ama samimiyetle yazılmış bir biyografiye benziyor. Malum, son yıllarda hakkımda çok fazla asılsız söylenti çıktı. Yeni kuşakların beni kötü yazılmış romanlardan yapılan filmlerle tanımalarındansa Rönesans’a dair araştırmalar yapmış, edebiyat seven bir yazarın anlattıklarıyla keşfetmelerini tercih ederim doğrusu. Yazarın insanlarla yaşadığım garip ilişkilerin mahremiyetine dokunmamış olması beni çok şaşırtmadı. Hakkımda çok şey bilinmez onun için genellikle efsanelerle idare ederler. Eserlerimin pek çoğu size ulaşamadı zaten. Ayrıca hakkımdaki yorumları doğru, ben hep kendimi gizliyor, bir duygunun bile ‘anatomisini çıkarmadan’ onu benimseyemiyordum. Gerçekliği kavrayabilmek için onunla aramda hep bir mesafe bıraktım Epeyce tuhaftım anlayacağın, ama sandıkları kadar yabani değildim”.
“Başlarda hangi sanatı seçeceğimi bilemedim ama o yıllarda bu çok zor değildi. Herhangi bir kiliseye girdiğinde çalışmakta olan heykeltıraşları, mimarları ve ressamları görürdün.” O meşhur sol eliyle işaret etti: “Şu gördüklerine benzer sırt çantalı turistler fotoğraf çekmek için dolaşmazdı mesela.” Artık onunla konuştuğuna kesinlikle inanıyordum. “Çocukluğumdan beri kırlardaki yalnız hayatı sevdim. Tabiatta gördüğüm her canlının resmini çizerdim. İlerde sol elimle çizdiğim gölgeli resimler imzamdan daha etkili olmaya başladı. Biraz daha büyüyüp kadavraları kesmeye başladığımda hepten delirdiğimi düşündüler. Halbuki sadece insana yaklaşabilmek ölüleri çizerek inceliyordum.”
BEN SADECE RESSAM DEĞİLİM ZATEN!
“Biliyor musun gençler beni genellikle ‘ahlak elden gidiyor’ edasıyla dinlerdi. Halbuki ben sadece filozofluğu Hıristiyanlığa tercih etmiştim.” Bütün bunları bir kilisede konuştuğumuzu hatırlatırcasına yüzümü buruşturunca, “Boş ver, vaktiyle beni Tanrı’yı çocuk olarak gösterdiğim için hapse atmışlardı. Bak şimdi, Louvre Müzesi’nin önünde uyduruk bir film vesilesiyle resimlerimi görmek için kuyruk oluyorlar. Ama sen yine de dikkat et. Aradan beş asır geçer, dünya kabuk değiştirir ama insanın bencil, vahşi duyguları hiç değişmez” dedi. Güldüm, “Ama sen bu yüzyılda yaşasaydın sen olmazdın ki, belki ressam bile olmazdın” dedim hınzırca. “Ben sadece ressam değilim zaten. Hep daha fazlasını olmak istedim. İnsanların gözardı ettiklerini inceledim. Doğumun öncesini bile merak ettim. Olayların sadece sonuçlarını değil nedenlerini bilmek zorundaydım. Hayatı böyle anlamayı denersen, muhtemelen her çağda ‘birşey’ olursun” diye cevap verdi.
Beş yüz yıl önce kendisine ‘büyücü’ denilen bir dahiyi büyülenmiş gibi dinliyordum. “Senin hayatını yazan herkes ‘göründüğü kadarıyla, söylendiğine göre’ gibi cılız cümlelere sığınmış. Ama bir yandan da geleceğin mühendislerine, mimarlarına uygarlığın yollarını açan keşifler yaptığın, bugün inşa edilen şehirlerin tasarımını daha o günlerden ön görebildiğin söyleniyor. Yetmezmiş gibi resmin dönüşüm sürecinde de devrim yarattığından ve not defterlerinden ayrılamayan bir yazı düşkünü olduğundan bahsediyorlar. Sen nasıl hatırlanmak isterdin? ” dedim ona. Omuzlarını silkip “Bilmiyorum. Bunu bilemezsin. Bazen ben de kendime ‘Ya, yalnızca resim yapmak istemediğim için, bir yanılgı olduysa hayatım’ diyorum” gibi kaçamak bir cevap verdi.
MONA LİSA, ÇOCUĞUNU KAYBETMİŞ BİR KADINDI
Kendime “Röportaj yapma, adamı hissetmeye çalış” dedikten sonra dayanamayıp ‘Mona Lisa’ meselesinin neden abartıldığını sordum haliyle. “Bunun neden hâlâ en çok merak edilen konu olduğunu bir türlü anlayamıyorum” dedi. İnsanların onun uçmakla ilgili hayallerinin ve çalışmalarının araştırılmasını tercih edermiş. Ama yine de anlattı: “Saçma dedikoduları unut, sipariş bir portre değildi bir kere. Çocuğu ölmüş hüzünlü bir kadının resmiydi. Lisa’yı resmederken hüzünlü olmasına dayanamadığım için çalışırken çalgıcıları çağırırdım. Ben sadece onun resmini yapmak istemiyordum. Karanlıkta genişleyen, ışıkta küçülen göz bebekleri, (bu o zamanlar bilinmiyordu) boynunda atan damarları, cildindeki gözenekleriyle canlı bir kadın çizmek istiyordum. Niyetim doğaya meydan okumak, onu aşmak için taklit etmek ve ölümün yok ettiği tanrısal bir güzelliği korumaktı. Hepsi bu” diye içtenlikle izah etti niyetini.
Aslında ondan çok genç olduğu halde kendisini delicesine kıskanan huysuz Michelangelo’yla aralarında tam olarak ne geçtiğini, ‘Son Akşam Yemeği’nin hakiki manasını, hakkında açılan eşcinsellik davalarını da soracaktım ama onu gevezeliğimle ürkütmemek için sustum. Tedirginliğimi hisseder gibi yüzüme bakıp “İnsanı sadece sırlarını çözme hevesiyle idrak edemezsin. Ben her zaman hayatın bir armağan olduğunu ve onun değerini bilmeyen kişinin onu hak etmediğini söylemişimdir. Kendini insan suretinde yaratan Tanrı gibi ressam da yaratıcısının izini taşıyan resimler yapar. Bakmayı bilirsen beni yarattıklarımda ve istediğin her yerde görebilirsin” dedi.
Kitabı kapatıp yavaş adımlarla aydınlığa çıkınca öğle güneşinin dik ışığı gözümü kamaştırdı. Beni böyle garip ‘hülyalara’ sürükleyen yazının gücünü ve son ana dek uçmayı hayal eden Leonardo’yu düşündüm. Sarışın bir oğlan çocuğu, avlunun tenha boşluğunda kumruların peşinden neşeyle koşturuyordu. Bir uçak masmavi gökyüzünde incecik bir ip izi bırakarak uzaklaştı. Bir an onu gördüğümü sandım ya da sadece bana öyle geldi.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 12:05:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!