Durrell Kardeşlere Ege Köylerinden Mektu ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Durrell Kardeşlere Ege Köylerinden Mektup Var...

Merhaba Larry,

Bugünlerde seni çok düşünüyorum. Gümüşi yapraklarıyla ışıldayan zeytin ağaçlarının salındığı vadilerde, mandalina bahçelerinde, limon servilerinin arasında dolaşırken edebiyatının bükümlü dilini, baharatlı kokusunu çok özledim. Yaz gecelerini gençliğimin uçarı hayalleriyle kuşatan heyecanımı anlatmıştım sana, hatırlıyor musun? Korfu’daki tabiatın tılsımlı şiiriyle yazdıklarını okurken nasıl da ürperirdim. Sanki beni çocukluğumdan beri gözetleyen biri zihin haritamı okuyor ve henüz yaşamadığım anların benzersizliğini sözcüklere dönüştürüyordu. Yerkürenin hafızasına kimse unutmasın diye kazıdığın ahenkli cümlelerine aileden başka birinin de ortak olduğunu bilmiyordum.

Gerry’nin yazı dünyasını yirmi yıl sonra keşfetmemin mutlaka özel bir manası vardır. Hayatın bizden bağımsız atan cılız nabzı kendi tesadüflerini yaratıyor galiba. Yirmi yıl sonra şehirden adaya döndüğünde, tortusu dibe çöken eski aşklardan, bağlılıklardan kalanları yazarken seçtiğin sözcüklerin sesi hâlâ yankılanıyor: “Ayın ışığı öylesine parlaktı ki suyun içinde ağaçların yansımalarını görebiliyordum. Evin tam altında küçük bir balık, açılan bir şişe mantarı sesiyle suya vurdu. Gece denizinin pürüzsüz derisi yeniden ayna gibi dümdüz olmuştu. Vigla yönündeki uzak yamaçlarda bir tilki bir kez uludu ve sustu. Yavaşça uykunun gölüne doğru kayıyordum...”


Dilin ortak kökleri

Bunca yıldır Gerry’nin kitaplarından bihaber yaşadığım için biraz utandım. Senin teşvikinle yazdığı ilk kitabının çok sattığını, sonrasında otuz altı kitap daha yazdığını bilmiyordum doğrusu. Kardeşinin, göçmen kırlangıçlar gibi yerleştiğiniz Korfu’daki aile hayatını bütün canlılığıyla anlatan kitabını okurken, tabiata, hayvana, edebiyata, insana olan merakınızı ifade etmek için kullandığınız zengin dilin köklerini de gördüm. Bir süreliğine sığındığım köyün kireç tozlu dar sokaklarında yürürken İngiltere’de yitirdiğin aidiyet duygunu oralarda yeniden nasıl kazandığını fark ettim çünkü. Dedikleri gibi sadece adanın lirik güzelliği değildi seni büyüleyen, hatta o kadim coğrafyaya dair anlatılan efsaneler, tarihi, mitolojisi de değildi. Siz ada ruhunun geleceğini geçmişin hikâyeleriyle buluşturarak anlatmayı seviyordunuz. Ağaçtan, taştan, tabiatın ham kumaşından yapılmış hiçbir şeyin ölmeyeceğine inanıyorsunuz galiba. Ben de eşyaya can veren ruhun sonsuza kadar bize eşlik ettiğini düşünüyorum epeydir. Geçenlerde üstünde binlerce yıllık tapınağın kalıntılarına rastlanan küçük adaya doğru yüzerken kaybettiğim incileri kara yosun yataklarının içinde görür gibi oldum. Hani şu yaşamımın en gizemli, sıradan, basit, özel anlarına tanık olan incilerim... Belki onlar da mercanlarla denizşakayıklarının yanında yeni bir hayata başlarlar diye sevindim. Biliyorsun, yaşama hakkı hiçbir varlığa sadece bir kereliğine verilmez, hayatın mana çemberini daraltan, ona sınırlar çizen biziz. İnsanın bilincinde gizlenen düşünce kırıntılarından usul usul biriktirdiklerinle ne güzel romanlar yazdın sen...

Bu ıssız köyde, hayattan müsaade alarak birbirlerine sığınanların, kimsesiz hayvanların, düşünceleri gövdelerinde saklayan ihtiyar zeytinlerin sevgiyi sessizce çoğaltmasını izlerken sizi daha iyi anlıyorum. Hatıraların arasından tebessüm eden hayaletlerimin ifadeleri giderek siliniyor. Bazen gün ortasında ağlayan ılgın ağaçlarının altına uzanıp ölenlerin tüketemediği eksik duygulardan kimsenin okumayacağı hikâyeler yapıyorum çocuklara. Köylüler bile yalnız başına oturup sayıklamamı anlamıyor. Verandanın gıcırdayan ahşabına kürek kemiğimi sıkıca yaslayıp gök kubbeyi seyre daldığımda, kekik kokan dağların masallarına da ortak oluyorum. Günlerdir keder biriktiren bulutlara sorduklarımı sadece rüyalarım işitiyor. Portakal kabuklarından yapılmış salların üstünde uyuyan kara, kavruk oğlanlar görüyorum bazen. Bir de çıngıraklı koyunlarını otlatırken paslı bıçaklarını bileyen deli bir çoban. Başka hayat hikâyelerinin rüyalar gibi bilinemez olduğunu ama onlardan korkmamız gerektiğini sen bütün romanlarında başka türlü anlattın.


‘Akıl hırsızı’ serviler...

Belki sizin kadar takıntılı olduğum için Gerry’yle sende iz bırakan ‘hayal ülkesinde’ ürkmeden dolaşabiliyorum. Dalları sopayla dürtene kadar susmayan çekirgeler, sarı neşeli çiçekleriyle çirkinliğini gizleyen dev kaktüsler, dikenli böğürtlenlerin arasından göz kırpan ateşböcekleri, papatya yiyen mahcup kaplumbağalar, hepsi bana yeryüzünün şiirini on yaşında bir çocuk gibi yazan Gerald Durrell’ı hatırlatıyor artık. Biliyorsun kitapta anlatmış; kara servilerin altında koyunların otları yolarken çıkardığı sesle uykuya dalarken bir çoban onu orada uyumaması için uyarıyor; “Gölgesi kuyu suyu gibi serindir ama tehlikelidir. Sen uyurken bazen kökleri uzayıp beynini çalar, kafan düdük gibi boş olur, çıldırırsın”. Bu mektubu böyle tehlikeli ‘akıl hırsızı’ servilerin altında yazıyorum işte... Limon servileri daha mı şefkatlidir sence?

Dağların usulca morardığı saatlerde melisaların yanık şekerli kokusunu içime çekerken dünyanın yeknesak hareketlerini izliyorum. Âni bir esintiyle yatan otların uysallığı içimi burkuyor nedense. Şeffaf yapraklarıyla titreyen badem çiçekleri, yamaçlardan sarkan katırtırnakları, masum çiğdemler, gökkuşağını kıskandıran begonviller, bereketli yağmurlarla çoğalan kudretnarları, denizin kıyı suları gibi ışıldayan mavi kanatlarıyla yalıçapkınları, suyu taşa dönüştürebilen rüzgâr, tabiatta gördüğüm her şey, Gerry’nin o muazzam anlatma coşkusundan bakışıma sızanlarla yeniden hayat buluyor. Ben yazının tekrarlarla serserice dolaşmasını da seviyorum galiba. Yıllar evvel sakin bir ada hayatını olanca içtenliğiyle anlatan kardeşin, bahar yağmurlarıyla kokusunu salan adaçayları gibi hakiki iklimime döndürdü beni... Sayenizde ormanların bilinmeyen tarihini öğrenmek, mezar taşı kitabelerini okumak, eski bir elyazmasının yabancı harflerinde kaybolmak, hayvanların sessiz tevekkülünü taklit etmek, asırlar önce bu topraklarda kilise taşı yontanların müphem hayallerine süzülmek ve bütün bunları yaparken kendimi büsbütün unutmak istiyorum.


En mutlu an...

Korfu’yu anlattığın başka bir yazıda, hayaletlerinle buluşmak için adaya döndüğünde kendini yazarı ölmüş bir yapıt gibi hissettiğinden bahsediyordun. Sedefli denizin üzerinden yükselen tepelerin yılankavi çizgisine bakıp yirmi yıl evvel saldıran kartalların keskin çığlıklarını, havayı döven kanatlarının sesini çok net hatırladığını söylemişsin. Ben de tıpkı seninkine benzer ürpertici bir çağrışımla, uzun sazlıkların yanından geçerken kurbağa seslerini duyduğumda gençlik hülyalarının iç kamaştıran yaz gecelerine dönüverdim. Ne garip değil mi? Geleceğimizin bembeyaz, taze bahar kokan temiz çarşaflar gibi gözümüzün önünde dalgalandığı kör bir zamanın içinde, hayatı o doğal seslerle, kokularla, işaretlerle algılayamıyoruz. Tanımadığımız dünyayla aramızda geniş bir boşluk varmışçasına etrafımızdaki varlıklara yabancılaşmak bizi işe yarar ilkel dürtülerimizden de uzaklaştırıyor aslında. Sonra bir an geliyor ince kesikler gibi sızlayan eski bir mutluluk ânını kurbağa vıraklamasıyla karnımızın altındaki boşlukta hissediveriyoruz. Hani sen bir daha asla yinelenemeyecek olanların yaşandığı bir yere dönmenin çok iyi bir fikir olmadığını söylüyordun ya, belki haklısın ama hayal kırıklıklarının sırrı hayattan saklandığımız yerde gizleniyorsa ne olacak? Sen de bu ‘kaçışın’ insanı çürüten bir yalnızlık olduğuna inanmıyor musun Larry?


Hayat yavaşlıyormuş...

Gerry gibi güvercinimle, baykuşumla, kertenkelemle, köpeğimle arkadaşlık edip kibrin, bencilliğin korkunç hazzını unutabilen mütevazı bir ruha sahip olabilmeyi isterdim doğrusu. Ânın biricikliğini onun kadar berrak görüp zamanı derisinden soyabilmeyi de... Adadaki kuş bilimcinin annesini ziyarete gittiği kadının gür kestane saçlarını tilkilerin parlak, kışlık kürküne benzetmiş. Yaşlı kadın, kendi döngüsünde güzelliğine dalıp sadece bunun için yaşayan insanlar gibi saçlarının bedeni toprak olduktan sonra da uzayacağına inanıyormuş. Seninki yatağa oturabilmek için saç yığınını yavaşça kaldırıp kenara çekmiş. Kıvılcım saçan saçları, ipeksi, ağır ve yumuşakmış. Mağaraların duvarlarındaki değerli taşlar misali parlayan çiçeklerin arasında yatan kadının teorisine göre bedenimiz yaşlanmıyormuş, bize ayak uydurmaya çalışan hayat yavaşlıyormuş. “Her şey uyuşmuş gibi, üstelik her şey böyle ağır çekim hareket ettikçe, olan biteni daha iyi fark edebiliyorsun. Neler görüyorsun, neler! Harika bir serüven” deyip göndermiş onu.

Sabah çiyinin asmaları buğulandırdığı şafak vakitlerinde, köy meydandaki kahvede kıpırtısız durup balık ağlarını tamir eden nasırlı elleri seyretmeyi seviyorum. Ansızın çiçeklerle fısıldaşıp duran o kadın beliriveriyor tahta iskelede. Yazının böyle köpürerek çoğalabildiğini sen öğrettin bana Larry. Bu da harika bir serüven gerçekten. Elime bir avuç incecik kum alıp toprağa yavaşça bıraktığımda yapay ‘kum saatlerinin’ hatırlattığı her şey anlamını yitiriyor. Olup biteni ağırlaştırılmış bir film gibi izlemek, sevgiyi zamanla, yakınlıkla, tutulamayan sözlerle ölçme hırsının çiğliğinden de uzaklaştırıyor insanı. Fazladan söylenenlerin şiddetli yıkımlara neden olduğunu ancak böyle kavrıyorsun. Seni sevdiği halde istemeden yaralayanların sezgilerini, hislerini, güdülerini, kalp atışlarını, zaaflarını keşfe çıkmanın aşkın kendisi olduğunu idrak ettiğinde hayat yeniden başlıyor.


Münzevi kadınlar

Bu coğrafyada kadınların kuşların daldan dala uçması gibi sevgilisi için kolayca can verdiklerinden söz ediyordun. Böylesine yakıcı bir mizahı soğuk şehirlerdekiler pek anlamaz. Dediğin gibi o kadınlar, dizginleri gevşetilen şehvetin bütün dünyayı altüst etmesine izin verir belki ama sevgilisi dışında başka hiçbir adamı sevmeye layık görmedikleri için sonunda bir münzeviye dönüşürler. Malum, ‘asil köylüler’ bu mahrem tutkuyu zarafetle taşır, kuzeylilere has o irkiltici nobranlıkla bağırmazlar.

Anlatımınızdaki tutkunun gücüne bakıyorum da buraların canlıları edebiyatınıza hayat vermek için doğmuş sanki. Gerry’yle buluştuğunuz o ‘hayal ülkesinde’ bana sık sık uzun mektuplar yazmadığın için suçluluk duyma sakın. Nasılsa yakında buluşur, belki bunları başka bedenlerin gölgesinde tekrar konuşuruz. Gerry’ye iyi bak, umarım orada meraklı saksağanları kovalayan köpeği Roger’la çok eğleniyordur. O da bundan böyle benim turunç kokulu kardeşim.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:42:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan