Sabah kalktığında kırmızı güller bulacaksın bahçende...
Onları, gece gizlice gelip bahçene fırlattıktan sonra kaçtım.
Bekçiler ayak seslerimi duydu.
Köpekler havladı.
Ama beni kimse tutamadı...
I
Oda loştu.
Aynalı masa siyahtı.
Ayna siyahtı.
Gümüş şekerlikte beyaz çikolata, dantel örtülü sehpanın kenarında, yakut pembesi bir tabakta,
içi jöleli şekerlemeler, kristal sürahide buzlu nane likörü vardı.
Açık pencereden fıskiyelerin serin sesi, gitmekte olan konukların neşeli konuşmaları
ve Schubertin Mi Minör Seneradı duyuluyordu.
Parfüm, çimen, taze toprak ve onun teninin sıcaklığıyla dolu bu ortamda
adeta ona doğru sürüklendim.
II
Hafif şıngırtılarla mavi porselen fincanlarda çay gelince, ona yakından daha dikkatlice baktım:
Tanrım ne kadar güzeldi. Ne kadar da güzeldi!
Uzun siyah saçları balerin başı gibi topuz yapılmıştı..
Yüzü biraz zayıflamıştı.
Kolları inceydi.
Elleri de ince ve zayıftı.
Eteğinin ucundan yanları açık rugan ayakkabısının ışıltısı görünüyordu.
Kesme şekerleri fincanlara atarken konuşmayı kesip bir ara göz göze geliyoruz.
Şimdi hep o koyu yeşil gözleriyle bana bakıyor ve çayını karıştırıyor şıngır şıngır....
Hep aynı hafif sesler duyuluyor.
Çayını içerken fincanı tutan eline bakıyorum.
Parmaklarına bakıyorum.
Parmak uçlarındaki beyazlığa,
tırnaklarındaki kıvrımın sedef parlaklığına bakıyorum...
Kırmızı-yeşil işlemeli tabaktaki yuvarlak keklere elinin ucuyla dokunarak muzipçe soruyor:
“Neden yemiyorsun? ... Ben yaptım...”
Ağzından çıkan gevrek ve sevimli bir kahkaha yere düşüp
binlerce parçaya ayrılan yer cüceleri halinde hoplaya zıplaya odanın köşelerine yuvarlanıyor
kalbim deli gibi çarpıyor ve nedensiz gülüp duruyoruz...
III
Yapraklarla dolu yoldan kimse geçmiyor.
Güneş tam karşımızda.
Açık pencereden kepenkler, kuru dallar, su kulesi, bacalar
Büyükada Aya Vorai manastırı ve ta dipte güneş görünüyor...
Güneş ne de çabuk gidiyorsun?
Ne de çabuk küsüyorsun?
Güz güneşi bu...
Soluk aldığımızı duymuyorum.
Manolya ağacının altında bir karga geziniyor...
Haydi bir şey olsun diyorum, bir şey olsun diyorum.
Ama, hiçbir şey olmuyor.
Sadece, fıskiyelerin süreduran fışırtısı ve eski duvar saatinin gonk vuruşları yankılanıyor..
Hiçbir şey olmuyor...
Aynadaki iki mavimsi hayal gibi birbirimize bakıyoruz....
IV
Bahçe şimdi çocuklara kaldı:
“Kurt geliyor, kurt geliyor” diye çığlık çığlığa birbirlerini korkutuyorlar.
“O piti piti karamela sepeti, terazi lastik cimnastik, der-si-miz ma-te-matik...”
benzeri sesler ağaçların arasında yankılanıyor...
Ona yazmış olduğum şiirlerimi okuyor.
Arada bir bana göz atıyor.
İçinin sevinçle kaynadığını hissediyorum...
V
Hava kararıyor.
Işıklar daha yanmadı...
Yandaki yazlık konağın pencereleri bomboş, perdesiz, çiçeksiz......
Su sesleri kesilir gibi oluyor.
Yakacık tepelerinde, gecikmiş yolcular iç geçiriyorlar.
Umutla bekliyorlar.
Kuşlar yorgun argın yuvalarına dönüyor.
Sayfalar çevriliyor.
Manastırın ürperti veren hazin çan sesleri,
belli belirsiz Süreyya Plajının yalı kalıntılarına doğru yankılanıyor...
Su kulesi öylecene duruyor.
Yeryüzü sanki su kulesinin ayakları dibinde bitiyor....
Daha ötesi, sonrasız ve saydam bir boşluk...
Yanıma gelip fısıldadığında -sevgili an ne olur sona erme- yüzüme değiyor saçları.
Güneş bakır bir mum parçası gibi eriyor. Çekiliyor bengi akşam. Makineler uğulduyor. Savuruyor dumanlarını hırçın kent... Bir kaşık, bir fincanın kenarına çarparak şıngırdıyor. Ve yapraklarla dolu yoldan kimse geçmiyor.
VI
Günün sonu idi ki nihayet ona sordum: “Ne vakte kadar? ... Daha ne vakte kadar..? .”
O sadece gözlerini indirdi, ve, uzaklaşırken, genç bir kızın, veya, sürüklenen ağır bir mobilyanın, veya, körfeze yavaşça sokulan, bir kedi gibi mırlayan, ama sonra, pençesini sertçe rıhtıma savuran bir dalganın sesini duydum...
VII
Işıklar yanmaya başladı tek tük.
Kimsesiz bir dünya sanki burası....
Manastır korkunç dev bir heyulaya dönüştü...
Şimdi sokak lambaları daha bir parlıyor, uzak ışıklar pıtır pıtır yanıyor, ama sesler azalıyor.
Büyükada ve Heybelinin ışıkları göz kırpıyor.
Başbahçıvan, karayelin, belki de yüreğinin, toprakta oluşturduğu kahverengi izleri eliyle yokluyor.
Yamağın omzundan tutarak, aksalkım ağacının dalından sarkan yosunu gösteriyor. Başını sallıyor yamak. Sol gözü frengiden kör. Omzuna astığı sepetin içinde çördük otu, kaba yonca, ıhlamur kabuğu var. Bunlardan anasına ilaç yaptıracak...
Artık su sesleri kesildi.
Ağır perdeler çekildi.
Rüzgar dindi....
Aynalı masanın üstünde, kapağı açık kalmış kırmızı bir mücevher kutusu, pırlanta taşlı bir iğne, ucunda haç olan altın bir kolye, glayöl desenleriyle süslü mor kaplı bir mektupluk, parfüm şişeleri, pudriyerler, orkide fidanları -benim ona getirdiğim.... Bana yazmış olduğu notu okuyorum yeniden:
“Sevgili şair,
Anladım ki beraberlikler bana göre değil.
Belki hiçbir şey bana göre değil.
Belki bu dünya bana göre değil...
Onun için benden hep uzak kalmalısın.
Aşkı ve hülyaları yaşatan uzaklık, özlem ve ruhtur.
Onlar ikimizin üstünde olan, ikimizi aşan, beraberliğimiz değil, ama ayrılığımızdır.
Beni hep kalbinde tut.”
Tüm oda,
ve odanın içindeki her şey
her nen,
hepsi bana bakıyor
hepsi değişik değişik
kıpır kıpır
küçük küçük seslerle,
anlaşılmaz bir dille konuşuyorlar...
Kapılar kapanıyor....
Pervazlar titreşiyor...
Birden yükseliyor akşam rüzgarı...
VIII
Açık pencereden
yaprakların düştüğünü görüyorum.
Ağaçların hışırtısı artıyor.
Akıp giden çok sulara benzer seslerle
tüm benliğimi ürperterek adım adım örüyor
ve yapraklar hep düşüyor
Bazıları düşmeden önce bir nice uçuyor rüzgarda.
İlk ve son uçuşları bu.
Özgürce uçuyorlar.
Yükseliyor.
Alçalıyor.
Uzaklara gidiyorlar koptukları daldan, ana gövdeden...
Keşke ben de gidebilsem.
Keşke ben de uzaklara gidebilsem koptuktan sonra dalımdan!
Ah sen su kulesi sen olmasaydın ya!
Ya sen karşımdaki kara yapı sen de olmasaydın ya!
Hiç biriniz olmasaydınız ya!
IX
Sağanak habercisi çatık kaşlı bulutlar geri geliyor.
Saat on bile olmamış.
Bomboş bir zaman parçası savrulup gitmiş
İnce mumlar eriyip bitmiş
Çoktan kaybolmuş battığı yer güneşin...
Bırak hayat!
Bırak artık beni!
Bırak beni bu kaybolmuş mekanın bağrında
bu sonsuz anın parçasında!
Bir mum gibi olayım burada eriyip giden
Ve kimse aramasın beni!
Hep böyle kalayım burada o yüksek sonsuz kule gibi!
Çünkü o uzak günlerin ötesinde
Dragos tepelerinde veya başka bir yerde
hala o hafif sesler iç çeken hüzün sesli rüzgarla birlikte
çamlıklar arasından yankılanıyor
beyaz pırıltılarla geziniyor gözlerinde
ve hala bir kaşık
bir fincanın kenarına çarparak şıngırdıyor
ve yapraklarla dolu yolda ayak sesleri duyuyorum!
Kayıt Tarihi : 6.3.2006 17:44:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Anadolu yakasından Marmara'yı seyrederken,anılar,düşler,düşlemler,geçmişe duyulan özlemler, yarım kalmış aşk, geleceğe umut, kırılışlar, doğayla sarmaş dolaş, gel-gitlerde sallıyor bizi. Bu duyguyu, Türkçenin güzelliği temelinde, yerli yerinde uyaklar, söz sanatları biçem (Üslup) sağlıyor elbette.
TÜM YORUMLAR (1)