Gece, sessizliğiyle etrafı sararken, bir veda rüzgarı esiyordu yüreklere. Yıldızlar bile bu vedanın ağırlığını taşımakta zorlanıyor, hüzün dolu bakışlarını yere indiriyordu. Ay, her zamanki parlaklığından vazgeçmiş, gökyüzünde silik bir hatıraya dönüşmüştü.
O ve ben... Yollarımızın bir zamanlar kesiştiği, şimdi ise birbirinden uzaklaştığı o noktada duruyorduk. Konuşmaya cesaret edemeden, gözlerimizde biriken onca sözcüğü sessizce birbirimize fısıldıyorduk. Kalbimde yankılanan her cümle, dilime gelmeden soluk birer gölgeye dönüyordu.
Ellerimiz, artık birbirine kavuşmayacağını bilen iki yabancı gibi titreyerek geri çekildi. Oysa bir zamanlar, dünyanın en sıcak sığınağıydı avuçlarımız. Şimdi ise, soğuk bir yalnızlık sarıyordu her birimizi. Zaman, bizi acımasızca ileriye taşırken, ardımızda bıraktığımız hatıraların üzeri ağır bir sisle kaplanıyordu.
Ey bâd-ı sabâ, hâtırımı yârana ilet,
Gam yüküyle dolmuşum, bir hâlime nazar et.
Seher vakti açılmış gül yüzlü dilberimin,
Lâlezâr-ı aşkında bir âh ile perişanım.
Câm-ı aşkı sunarken mestâne nazar eyle,
Hasret, sevdanın en derin yarasıdır. Bir kez düştü mü kalbe, zamanla büyür, kök salar. Öyle bir sevda ki bu, her anı özlemle, her nefesi hasretle dolu… O ve ben, ayrı diyarların iki yalnız yolcusuyuz, ama kalplerimiz hep aynı ritimde atar.
Onu her düşündüğümde, içimde bir sızı uyanır. Gözlerimi kapattığımda yüzü belirir, bir zamanlar bana gülümseyen o parlak bakışlar... Ama şimdi, o gülümsemenin ardında kilometreler, belki de hiç aşamayacağımız yollar var. Her gün yeniden doğan bir özlem, geceleri içime işleyen bir sessizlik…
Mektuplar yazıyorum ona, her satırında özlemle dolu cümleler. Ellerim titreyerek kağıda dokunuyor, sanki ona dokunurmuşçasına. Her harfi özenle seçiyorum, çünkü kelimeler yetmiyor bazen bu hasreti anlatmaya. Kağıda dökülmeyen onca şey var, ama bilirim, o da kalbinde hisseder her kelimenin ardındaki duyguyu.
Anne, hayat nedir? Söyle bana…
İlk adım mı, ilk yara mı?
Babamın sesi mi geceye karışan,
Yoksa düşlerde büyüyen umutlar mı?
Gece, sessizliğiyle etrafı sararken, bir veda rüzgarı esiyordu yüreklere. Yıldızlar bile bu vedanın ağırlığını taşımakta zorlanıyor, hüzün dolu bakışlarını yere indiriyordu. Ay, her zamanki parlaklığından vazgeçmiş, gökyüzünde silik bir hatıraya dönüşmüştü.
O ve ben... Yollarımızın bir zamanlar kesiştiği, şimdi ise birbirinden uzaklaştığı o noktada duruyorduk. Konuşmaya cesaret edemeden, gözlerimizde biriken onca sözcüğü sessizce birbirimize fısıldıyorduk. Kalbimde yankılanan her cümle, dilime gelmeden soluk birer gölgeye dönüyordu.
Ellerimiz, artık birbirine kavuşmayacağını bilen iki yabancı gibi titreyerek geri çekildi. Oysa bir zamanlar, dünyanın en sıcak sığınağıydı avuçlarımız. Şimdi ise, soğuk bir yalnızlık sarıyordu her birimizi. Zaman, bizi acımasızca ileriye taşırken, ardımızda bıraktığımız hatıraların üzeri ağır bir sisle kaplanıyordu.
Bir ateş yanar içimde, sessiz ve derinden,
Adını anmak bile yasak bana, gizlice severim.
Seninle dolu her anım, ama yalnızca hayalimde,
Bir bakışın için yaşarım, hep uzağında kalarak.
Gözlerin yıldızlara benzer, ben karanlık gecede,
O kadının adı, kokusuyla ruha işleyen o narin çiçekten geliyordu. Lakin, onun hikâyesi çiçeklerin solup gitmesi kadar basit değildi. Zira aşkın solması ile bir çiçeğin solması aynı şey değildi. Biri mevsimlikti, diğeri ise ömrün yükünü omuzlarında taşırdı.
İstanbul’un yıllara meydan okuyan taş sokaklarından birinde, sabahın en tenha saatlerinde, kahvesini içen bir adam duruyordu. O adam. Yahya Kemal’in “saf şiir” dediği o hakiki şiirin peşinde bir ömür geçirmiş, edebiyatın derin kuyularında kaybolmuş bir adam... Elinde tuttuğu kitap, Baudelaire’in *Les Fleurs du Mal*iydi. Melankoliyi severdi o adam, tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarındaki zamansız kahramanlar gibi. Ama en çok da, içindeki aşkı tek başına taşımaya alışmıştı.
Ve işte, o sabahın serinliğinde, taş sokaktan bir kadın geçti. O Kadın… Beyaz bir elbise içinde, saçları omuzlarına dökülmüş, gözlerinde adını koyamadığı bir hüzün taşıyan kadın. Onun yürüyüşü, Divan edebiyatındaki mazmunlarla anlatılacak kadar ahenkli, ama bir o kadar da Mevlânâ’nın şiirlerindeki gibi hakikati içinde saklayan bir sır gibiydi...
Dalgaların ritmine uyumlu bir fısıltı gibi yankılanıyordu adı: Pel. O, taş çağlarının sisli sabahlarında doğmuş, çağların karanlık örtüsüne rağmen ışığını hiç kaybetmemişti. Onun hikâyesi, neolitik ve paleolitik çağların eşiğinde, insanlığın henüz hayata şekil vermeye çalıştığı zamanlarda başlamıştı.
Pel, kayaların ve ağaç gövdelerinin arasına oyulmuş ilkel sembollerin içinde yaşıyordu. Onu ilk bulan, Ayak izlerini mamut kemikleri arasında süren genç avcı Atis’ti. Atis, kabilesinin en cesuru, en hızlısıydı. Ama ruhunun en derinlerinde, gücüyle değil, kelimelerle anlam bulan bir yan vardı. Onun gözleri, ilk defa Pel’i gördüğünde yanmış bir ateş gibi parladı. O, bir kadından öte, toprak ve suyun birleştiği yumuşak bir rüzgâr, akarsuyun kayaları şekillendiren sabrıydı.
Pel, kabilenin büyücü kadınının kızıydı. Onun doğumu, bir ay tutulmasına denk gelmiş, bu yüzden kaderi en başından beri farklı çizilmişti. İnsanlar ona yaklaşırken bir tereddütle bakar, sesinin yankısı bile gölgeleri titretecek kadar büyülüydü. Ama Pel, lanetli değil, kutsanmıştı. Çünkü o, toprağın ve suyun ne dediğini anlayabilen bir dille doğmuştu.
Ey mehtâbın nuruyla yıkanan geceler,
Ey yıldızlar arasında saklı gül yüzler,
Görünmez mi bu derd ile mahzun olan gönül,
Ahü figan içinde pervane gibi biter?
Bir aşkın, zamanın örsünde dövüldüğü, kelimelerin kadife misali ruhları sardığı bir hikâyedir bu. Düşünceler içinde savrulan, tutkulu bir muhabbetin kanaviçeye işlenmiş inceliklerinde soluklanan bir serüven…
Kelimeler, tıpkı Sâbit gibi, titrek bir mum ışığında titrer; ve aşk, Attar’ın Simurg’a ulaşan hikâyesi gibi bir arayış içinde var olur. Şu dünyada en çok sevdiğini kaybedenlerin kelimeleri en keskin olanlardır ve biz, yitirdiklerimizi kelimelerle sonsuz kılmaya çalışan bahtsız seyyahlarız.
Sevda, tarih boyunca filozofların, şairlerin ve bilginlerin en derin düşüncelerine konu olmuştu. "Aşkın özü, ruhun ölümsüzlüğüne inanmaktır," derdi Platon, çünkü sevda, insanı kendisini aşmaya çağıran bir yankıdır. O halde, aşk dediğimiz şey, bizleri benlik sınırlarımızdan koparan, karşılaştığımızın içinde kendimizi bulduğumuz o büyük titreşim değil midir?
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!