- Bak zevk düşmanı geliyor karşıdan. Hiç krem renk üstüne eflatun gider mi? Hahhahha!..
Sustu birden! Sessizleşti… Uzun süre hiçbir şey söylemedi. Nefesini ve hafif kıpırtılarını duymasam yanımda olduğundan bile şüphe edecektim. O kadar derindi sessizliği!.. Utanmıştı muhakkak; anlık bir patavatsız söylem sonrasında…
“Krem renk” demişti değil mi? Bir de “eflatun” galiba!.. Bunlar gören insanların “renk” dediği kavramlardı; yani benim hiç bilmediğim kavramlar!.. Görmek, ışıklar ve renkler benim hiç bilmediğim kavramlardı. “Görme engelli” diyorlardı benim hakkımda konuşurlarken. Garipti aslında; görmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeyen bir insana görmemeyi, engelinin ne olduğunu nasıl tarif edebilirdiniz? Neyim engellenmişti benim? “Işık?”.. Işık nasıl bir şey bilmiyordum ki!.. Mesela hiçbirimiz öldükten sonra ne olacağımızı, nasıl bir yerde olacağımızı bilmiyoruz. Böyleyken her insana “ölme engelli” mi demeleri gerekiyordu? Bir ‘şey’in engel tanımına uygun olabilmesi için, o şeyi birilerinin yaşıyor, biliyor ve algılıyor olması gerekiyordu demek ki. ‘Görebilen biri’ için ‘görmemek’ engel oluyorsa, ölüm sonrasını bilmeyen hepimiz de “ölme engellisi” mi oluyorduk, ölüm sonrasını bilen ölülerin nazarında? Yani ‘özel birey’ olarak anılmak da, ‘engelli’ olarak anılmak da, tamamen ‘ötekilerden’ farklı bir dünyaya konumlandırılmak gibiydi aslında.. Kırıcı, aşağılayıcı ve ötekileştirici…
Sazım’ın çok uzun süren sessizliği boyunca kafamı kurcalayan bu felsefi aforizmalar arasına kaybolmaktan, yine Sazım’ın üzgün ve özür dileyen tondaki sesiyle kurtuldum nihayet:
- Kusura bakma ne olur! Bir an boş bulundum.
Güldüm:
- Boşveeer gitsin! Alışkınım ben; biliyorsun…
On saniyelik sessizlikten sonra, sırf meraktan ve aslında daha çok sormuş olmak için sordum:
- Eflatun ne demek?…
Yine sustu!.. Yalnız bu sefer ellerinin istemsizce hareketlendiğini hissediyordum. Bir şey üzerine düşündüğü ve daha çok bir plan kurduğu zamanlarda hep yaptığı gibi. “Çok geçmez yeni sürprizler duyarım kesin” diye düşünmeye başladım. Yanılmamıştım:
- Gel benimle!..
***
Sazım’ın çok sevdiği Polo Classic aracıyla Ege’nin virajlı yollarında 1 saat 20 dakika yol aldık. Yol boyunca hiç konuşmadı; alçak bir sesle, müzik sisteminden gelen yanık Anadolu ezgilerine eşlik ederek araç sürdü. Öğlen sıcağının iyice hissedildiği sıralarda nihayet bir yerde durduk.
- Geldik, hadi inelim!…
Nerede olduğumuzu sormadan, ama merak da ederek araçtan indim. Yanıma geldi ve elimi tutarak
- Buraya seninle hiç gelmedik. O yüzden elimi bırakma ve yavaşça ilerleyelim, diyerek yürümeye başladı.
- Nereye getirdin beni Allah aşkına bu sıcakta?
- Merak etme, arabadaki yedek şapkamı da senin için aldım, güneş geçmez kafana. Yanımda sularımız da var, diye konuşurken elindeki şapkayı kafama geçiriverdi. 5 dakikadan daha uzun süre yine konuşmadan yürüdük. Giderek yerin yumuşadığını ve bir yerlerden dalga seslerinin gelmeye başladığını farkettim. Yüzümü okşayan rüzgar da epey kuvvetlenmişti.
- Deniz kıyısına mı geldik? Kumlu bir yerdeyiz, ayağım gömülmeye başladı!…
- Evet, sahildeyiz. Buraya gelmemiz biraz uzun sürdü; çünkü tenha bir yer olmasını istedim. Yakın plajlar genelde kalabalık ve yapmak istediğim şey için hiç uygun değil. Boş bir yer olması gerekiyordu ve işte burası tam yeri; neredeyse kimse yok.
- Ne yapmak istiyorsun ki?..
Cevap vermeden daha hızlı yürümeye başladı. Bastığım her yer tamamen kumdu ve Sazım’ın hızına ayak uydurmak çok zor olmaya başlamıştı.
- Yavaş biraz ya, yürüyemiyorum ki, kum doldu ayaklarıma!
Gülüşü iyice kuvvetlenen rüzgarı bastırmıştı:
- Pek de kibarız, aman ne güzel! Geldik zaten, çıkar madem ayakkabını; ben çıkardım bile.
Durmuştu. Niyetinin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu; isteksiz bir tavırla ayakkabımı çıkardım ve sıcak kumların üstüne oturdum. Dalgaların üzerinden yüzüme ulaşan tuzlu ve nemli rüzgar sakinleşmeme yardım etmişti. Yüzümü rüzgara teslim ederek denizin kokusunu içime çekmeye devam ettim.
- Hey, tembel tembel oturmaya gelmedik. İşimiz var, kalk hadi!
Havanın keyfini çıkarmaya başlamışken duyduğum bu sözlere şaşırdım:
- Ne yapacağız ki, ne işi?
- Kalk bi sen önce!
- Kalktım, buyur işte; ne olacak?
Ellerimi birbirine sürterek yapışan kumları silkelerken kafamı iki yana sallamayı sürdürdüm. Bana daha da yaklaşarak yüzüme doğru konuşmaya başladı:
- Bana bazen yolda yürümekte zorlandığın zamanları anlatıyordun hani. Tümsekler, engeller ve çukurlar yüzünden yaşadığın zorlukları. Hatta takılıp düştüğün bile olmuştu bazen.
- Evet, görmeyen biri için sıradan şeyler (bu konu nereye gidecek acaba?)…
- Tamam, yürümek kolay değil senin için, bunu biliyoruz. İşte şu an kumsaldayız ve her yer tertemiz, ne güzel! Taş yok, çukur yok, engel yok, takılıp düşeceğin hiçbir şey yok. Burada çok rahat yürüyebilirsin. Ama ben senden daha fazlasını istiyorum. K O Ş M A N I ! Şimdi ceplerinde ne varsa ver bana ve koşmaya başla!
- Koşmak mı?!.. Yürümekte zorlanıyorum ben, alay mı ediyorsun?
- Aşkolsun ya! Neden alay edeyim? Burada koşamayacaksın da, başka nerede koşabileceksin ki? Hatırım için! İnan, tehlikeli bir durum olsa senden bunu istemezdim. Kesinlikle güvenebilirsin. En az 200 metre bomboş alan var etrafımızda. Şimdi çılgınlar gibi koşmanı istiyorum senden, lütfen!
Cebimde sadece telefonum vardı. Cebimden çıkarmamla birlikte telefonumu elimden alıvermişti.
- Tamam, şimdi hazırsın koşmaya.
- ?!!!
- E hadi ama!
Bunu der demez hızla itmişti beni; tökezleyerek birkaç adım attım. Ardından kuma bata çıka, rastgele bir yönde, bastonsuz yürümeye başladım. Henüz onbeş adım atmıştım ki, Sazım’ın bağırması tüm sahile yayıldı:
- De hadi koşsana!
Sazım benim çocukluk arkadaşımdı. Bugüne kadar güvenimi boşa çıkartacak hiçbir davranışına şahit olmamıştım. Yine ona güvendim ve adımlarımı daha da hızlandırdım… Giderek çok daha hızlı adımlar atmaya başladım; derken öyle hızlanmıştım ki, adımlarım arasındaki çok kısa sürede iki ayağım da havada olmaya başladı. Evet, koşuyordum! Sanki üstü açık bir arabada gider gibiydim. Yüzüme çarpan rüzgar iyice kuvvetlenmiş, saçlarımı savurmaya başlamıştı.
- Kollarını da aç koşarken!..
Kendimi tamamen Sazım’ın komutlarına bırakmıştım. Hızla koşarken kollarım da iki yana açtım. Açmamla dengemi kaybedip yüzüstü yere kapaklanmam bir oldu! Sazım’ın duymayacağını umduğum bir sesle küfrederek ağzıma dolan kumları tükürdüm. Sazım’ın kahkahası geliyordu arkamdan yine:
- Kalk, kalk, bir şey yok! Gayet yumuşak bir düşüş oldu!
İçerlemiştim ama yaa! Bu kadar da olmazdı, alay ediyordu sanki…
- Kalk ve devam et, çok iyiydin. Dengene daha dikkat et ve koşmaya devam, hadi!..
- Peki madem, ne olursa olsun, inada bindi iş, diye söylenerek yeniden hızla koşmaya başladım.
Yön duygum hiç yoktu. Belki dümdüz, belki de geniş daireler, ya da zikzaklar çizerek 2 dakika daha koştum. Hoşuma gitmeye başlamıştı koşmak. Sanki uçar gibiydim. Sazım’dan gelen hiçbir uyarı olmadığına göre devam da edebilirdim diye düşündüğüm sırada, ayaklarımın hızla suya girdiğini farkettim. Hızımı alamadım ve yeniden, bu kez denizin içine kapaklanıverdim. Suyu vücudumda hisssetmemle, sıcak havada ısınan tenime aniden buz çarpmış gibi irkildim. Ellerimin yardımıyla ayağa kalktım. Yüzüm, saçlarım ve tüm vücudum sırılsıklamdı!..
- Off, şu halime bak, diye söylendim.
Şuh kahkasını atarak yakınıma gelmişti:
- Gel hadi buraya taze balık seni…
- Aşkolsun ya, ne olacak şimdi? Su içinde her yerim!
- Aman, canı da pek tatlıymış! Ne var ya, temmuzun ortasındayız. Gel, çıkart tişörtünü. Oturalım şurda, 10 dakikaya kupkuru olursun.
Sazım’ın dediğini yaptık ve kendimizi kumların üzerine bırakıverdik. Islak vücudum temmuz güneşi ve rüzgarın etkisiyle kurumaya başlamıştı bile. Islak tişörtümü iyice sıkıp kumların üzerine yaydık. Onun da bu sıcağa çok fazla dayanacağını sanmıyordum.
- Koşarken ne hissettin?
İlk konuşan yine o olmuştu.
- Bilmem… Korktum ilk başta aslında. Bir yere çarparım, düşerim, yaralanırım diye düşündüm ve korktum. Ama sonrası güzeldi, farklıydı.
- Senin için tehlike oluşturacak bir şey olsa, seni öylece bırakmayacağımı biliyorsun.
- Tabii ki, bundan şüphem yok, teşekkür ederim.
- Şimdi toparlayalım… Koşarken hiçbir engelin yoktu değil mi? Alabildiğince özgür, korkusuz, sınırsız ve uçsuz bucaksız bir düzleme akıp gidiyordun. Takılmadan, herhangi biri tarafından tutulmadan, dilediğin yere doğru ve dilediğin şekilde süzülüp gidiyordun. Böyle hissetmedin mi hiç?
Tam da benim o an hissettiklerimi tarif etmişti aslında:
- Evet, aynen böyle; buna benzer şeylerdi, ilk korkumdan sonraki hislerim.
- Çok güzel; bak şimdi bir rengi gördün işte, M A V İ Y İ !.. Uçsuz bucaksız bir özgürlük, süzülüp gitmek; koşmak, hatta uçmak dilediğince… Engelsiz, korkusuz ve güvenle akıp gitmek öylece, istediğin her yere…
- Mavi mi? Böyle bir şey mi mavi?
- Tastamam böyle bir şey işte. İnsana görür görmez uçsuz bucaksız ufukları, süzülüp akmayı, özgürce koşmayı, uçmayı, dilediğin yere gönlünce yol almayı hissettiren rengin adıdır mavi… Özgürlüğün ve korkusuzca kanat çırpmanın rengi…
Büyük bir hayranlıkla ve dediklerini anlamaya çalışarak dinliyordum Sazım’ı. Güneşin sıcaklığını unutup, serin bir huzurla dolduğumu farkettim. Sesi zaten her zaman güzel gelirdi bana ama, bu sefer yüreğimi okşar gibi konuşuyordu:
- Derkeeen, sonra cumburlop denize, hahhaha!..
Gülüşü, okşanan yüreğime konan küçük kelebek gibiydi o an… Kendimi tutamayıp ben de sesli gülmeye başladım.
- Evet, cup diye denize düştün bir anda. O daha farklıydı tabi değil mi? Koşmak gibi ılık, serin, özgürce bir ortamda değildin. Soğuktu her şeyden önce! Yine hareket edebiliyordun, ama dışardaki gibi değildi. Daha yoğun bir şey sarmıştı bedenini; her tarafında hissedebiliyordun etkisini. Serin, kuvvetli, hareketli, gittikçe daha da derinleşen ve en sonunda içinde kaybolup gideceğin bir ortama girmiştin.
- Doğru, suyun içinde dışarda olduğum gibi olmuyorum sonuçta. Aynen bu anlattığın gibiydi deniz.
- Harika! Bak bir rengimiz daha oldu şimdi; L A C İ V E R T !.. Derin, maviden çok daha ağır, her hareketinde varlığını ve yoğun etkisini hissettiğin, bedenini çepeçevre saran bir renktir işte lacivert…
O nefes almadan konuşuyordu; bense duyduklarım karşısında nefes almayı unutmuş bir halde, öylece dinliyordum.
- Çok sıcak bir gün yine! O eski ılıman yazlardan eser kalmadı. Resmen Adana sıcağı yaşıyor artık bütün ülke. Koşarken epey fazla ısındın mutlaka, ter içindeydin denize düşerken. Şubat ayında iyi bir grip geçirmiştin hani. Annenin kuvvetli itirazlarına rağmen ziyaretine geldiğimde ateşler içinde yanıyordun; alnına koyduğum ıslak bezler çabucak kuruyordu.
- Annem sana da bulaşmasın diye öyle davranmıştı.
- Biliyorum canım o kadarını. O günlerde ben de yeni atlatıyordum zaten gribi ve içtiğim onca ilaca güveniyordum. Benim söylemek istediğim başka. Hem burada temmuz sıcağında koşarken vücudundaki yoğun sıcaklığı, hem de hastayken yüksek ateşinin yüzünü nasıl yaktığını anlatıyorum sana. Nasıl hissediyordun?
- Nasıl olacak, resmen alev alev yakıcıydı ikisi de. Sıcaktı. Hem de çok sıcak!..
- Bingooo, al işte sana K I R M I Z I !.. Seni ısıtan, hatta bazen yakan, sıcak, ilk dokunuşta anında etkisini hissettiren bir renktir kırmızı… Ay dilim damağım kurudu. Al suyunu sen de.
Çantasından çıkarıp elime dokundurduğu suyu aldım. Henüz ısınmamıştı neyse ki. Kapağı el yordamıyla çevirip açtım ve bir dikişte şişeyi yarıladım. Ağzımda hala etkisi gitmeyen deniz tuzundan sonra çok güzel gelmişti tadı.
- Ben bu markanın suyunu çok seviyorum. Bursa’ya gittiğimde gezmiştim fabrikasını hatta. Yemyeşil dağ ormanlarından çıkan bir kaynaktan geliyordu. Hani okulda öğretmişlerdi ya, ağaçlar karbondioksit alıp oksijen verirler. Biz onlar sayesinde nefes alabiliyoruz. Tıpkı bizim kalp atışımız gibi, onların bu işlevleri de hayatları boyunca devam ediyor. Sürekli, dünya durana dek devam edecek bir üretim oluyor bitkilerde. En küçük otlardan ve hatta yosunlardan en devasa ağaçlara kadar, hiç durmayan bir üretim; yani emek bir yerde.
- Evet tabii ki biliyorum bunu; Fotosentez’i anlatıyorsun bana.
- Hayıırrr, Y E Ş İ L ’i anlatıyorum sana!
- Yeşil ?!..
- Yeşili tabii… Sonsuz üretimi, emeği, kesintisiz hava ve su döngüsünü… Yani hayatın kaynağını.. Yaşamı… Yeşili işte!…
- Valla ne desem bilmiyorum; çok şaşırdım bu tanımlamalarına. Haklısındır kesin ama… Çünkü sen inanmadığın hiçbir şeyi söylemez ve yapmazsın; bilirim…
- Ayyy benim canım arkadaşım ne kadar da anlayışlı ve olgun böyle! Hahhaha!… Çok teşekkür ederim, çok naziksiniz efendim! 10 yıl önce hiç böyle değildin ama; nasıl da kavgacı ve huysuzdun hatırlatırım şimdi!..
- Çocuktuk o zaman ya! Ben seni her zaman sevdim ve en iyi arkadaşım hep sen oldun biliyorsun.
- Biliyorum canım benim, takılıyorum zaten. Çocuktuk o zamanlar. Artık ‘olgun’ insanlarız çok şükür.
Suyundan birkaç yudum daha aldı ve yine o okşayan sesiyle anlatmaya devam ettti:
- Evet, ne diyorduk? Haa, olgunlaştık demiştim. Başaklar gibi, olgun meyveler gibi, dergahta el almış erenler gibi olgunlaştık. Artık yalnızca alan olmaktan çıkıp, veren olmaya başladık. Faydalı olmaya, fayda vermeye, doyurmaya, öğretmeye, göstermeye, sevdirmeye başladık. Hayat bir şekilde, bir yerde başlıyor mutlaka. Ama olgunluk başka hayatlara faydalı olmaya, onların hayatına hayat katmaya yarıyor. Olgunluğun da bir rengi oluyor doğal olarak.
- Ne ki bu renk?
- S A R I tabii ki… Hani şair diyor ya, “Ayva sarı, nar kırmızı, sonbahar…” diye. O dizede bile olgunluk vurgulanıyor. Yani sarı anlatılıyor…
Kafam karışmıştı söyledikleriyle. Hiç bilmediğim kavramlar bir anda ete kemiğe bürünmüş gibiydi aklımda. Doğduğumdan beri hiç yapmadığım bir şeyi yapmıştım… Renklere, ışığa dokunmuştum resmen!..
Kayıt Tarihi : 11.12.2024 00:30:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!