Diyarbekirin yolları, kara taşlarla döşeli,
Yüreğime korlar düştü, ben senden ayrı düşeli,
Hüzün kapladı ruhumu, olamam gayri neşeli,
Gözlerimden yaşlar aktı, sanırsın Dicle'nin seli.
Diyarbakır kapıları, geceleri sürgülüdür,
..
Diyarbakır-10
Taşın toprağın senin tarih kitabı gibi
Çevrildikçe sayfalar sanırsın sabi gibi
Sende tarih yazıldı savaştı fırtınalar
Dimdik duran surları asrın makamı gibi
Diyar bakır devrinden,belki de taş devrinden
..
Aşk biter…
Öfkeye bürünür tüm acılar.
Kimsenin kimseden alacağı yokken,
hep birilerine kesilir faturalar!
Aşk biter…
Açılır bayramlık ağızlar,
..
Okulların yaz tatiline girmeye hazırlandığı ve ısının 40’lı dereceleri çoktan aştığı şu terletici Haziran Günleri’nde stresli bir eğitim öğretim yılının yorgunluğunu kısa bir süreliğine de olsa üzerimizden atmak ve yıl içinde gözlemlediğimiz iletişim kopukluğunu az da olsa giderebilmek için bahaneler girdabında çeşitli teoriler üretme peşindeydik. Özellikle de arkadaşımız Özgü Hanım’ın “biz İstanbul’da iken…” diye başlayan eleştirel yaklaşımları da bu işin tuzu biberi olmuştu.
Diyarbakır’ımızın mavi dalgalı, beyaz köpüklü sularına öpücükler kondurarak ekmek balık kırıntılarını tırtıklayan ak martıları, ipeksi tüylerini serin esintilerin yalayarak taradığı yeşilbaşlı ördekleri ve yeşilin bilinen tüm tonlarının ahenkle dans ettiği ormanları yoktu belki…
Ama insanlık tarihinin ak saçlı tanrıçası gibi Doğu Anadolu Dağları’ndan doğup dipten sızma yoluyla Hazar Gölünden beslenen, Mezopotamya Uygarlığı’nın en verimli topraklarına can suyu olan, insanoğlunun yarattığı suni barikatlara inat Irak topraklarına geçip orada özlemle Fırat'ı kucaklayıp muradına erdikten sonra Şattülarap'ta Basra Körfezi'ne dökülen bir Dicle Nehrimiz vardı.
Efsanevi özellikleriyle Lice yakınlarındaki Eshab - ül Kehf mağarası, Dakyanus şehri… Dünyanın en bakir sularının depolandığı Eğil Baraj Gölü, Dünyadaki taş köprüler içinde kemeri en geniş olan Silvan’daki Malabadi Köprüsü…
Mavi gökyüzünden Ergani’yi mağrurla süzen Zülküfil Peygamber Makam Dağı ve Meryem Ana Kilisesi… İnsanların dünyada ilk kez yerleşik düzene geçtiği ve taneli tohumu tarlaya ilk ektiği yer olan Ergani’nin 10 bin yaşındaki Hilar Mağaraları vardı.
13. Osmanlı Valisi Behram Paşa tarafından yaptırılan Behram Paşa Camii, Selçuklu Sultanı Melik Şah tarafından yaptırılan muhteşem Ulu Cami, Nebi Camii ve Safa Cami vardı. Mart Thomas, Meryem Ana, Kırklar Kilisesi ve Mart Pityon Kilisesi vardı. Sultan Kasım tarafından yaptırılan ve 510 yaşında olan muhteşem Dört Ayaklı Minare vardı.
Bir de Çin Seddi’nden sonra dünyanın en uzun surları unvanına sahip sevdalı düşlerimizin uyumaz bekçisi surlarımız vardı.
..
Yer demir gök demir
Anne burası neresi ben neredeyim
Bir şarapnel parçasına yem olmuş bedenim
Ben Hakkâri de olurdum amma Diyarbakır da vuruldum
Kahpe bir kurşun ile şehit oldum, şahit olun ey halkım
Gök Bayrak Yer vatan
..
Vatan diye sarıldım ben bu toprağa
Karışını feda etmem bilirsin
Biraz erken girerim kara toprağa
Sen de benim peşimsıra gelirsin
Diyarbakır bugün kana bulanmış
Şehitler can vermiş vatan uyanmış
..
hortumcul bir hırçınlık taşırken gözlerin
Denizlere bile sığdıramadım,
çaresiz dalgınlıklarımı...
Oysa Diyarbakır tutardım dileklerimde
Sen bir yıldız gibi kaybolurken gecelerime...
..
……………Son kitabımı çıkartırken; yayınevine, kapak tasarımcısı ve fotoğrafcısına, baskı ve ciltciye, matbaaya ve kitap dağıtımcısına, önceden de ödenemeyen borçlarım nedeniyle hatırı sayılır rakamlarda senetler imzalayıp verdim, satıp, kazanıp ödenmek üzere… Altın vuruşum olacak son eserim, öylesine emin, öylesine coşkuluyum, okunacak, satacak son kitabım… Alkolden titreyen ellerim, imza günümde alkışlayan ellerle yeniden buluşacak, doğuşum olacak sil baştan…
……………Evrim yaratmıştım, ilk kitabı yayımlayıp yirmi altı yaşın olgunluğuyla ve aşık usandırıyor çıkmıyordum tüm döviz cinsinden desteli tomarlara karşın ulusal kanallara, gizli bir tatmin ve duyumsanmamış tüm orgazmları yaşarken, gizli cennetimde sadece doğu-güneydoğudan gelen küçük kitabevlerinin açılışına ve imza gününe katılıyordum, henüz tanınmamış kimliğimde… Orada kürt, alevi ve ezilmişliklerinin mezhebinde cendereye sıkıştırılan, bunaldıkça okuyan kesimler ve sorgulayan, yargılayan halk ve halklar vardı, köşeye sıkıştırırlardı imzadan sonraki yöresel akşam yemeklerini tadarken gençler ve çok hoşuma giderdi onların karşısında nakavt olmasını hisseden boksör gibi… Sağlı sollu yumruklar gibi yanağıma, alnıma, kaşıma, gözüme, göğsüme, karnıma, her yerime dokunan, ezilmişten kaynaklı dokusu ipeksi ve altın işlemeli kelimeler vuruyor, kendimi savunmasızlığımda… Nice sonra yerden kalkıyor, kaldığım yerden devam ediyordum, gardımı alıp yeniden savunmaya geçiyordum kelimeler ok gibi fırlarken yüzüme ve günün ilk ışıklarına değin sürüyordu ringdeki kelimelerin vatan kurtaran deyişleri…
…………… Van, en uçtaki imza, söyleşi kentiydi ve göl kenarında gece sohbetlerinin ardından görsel şölene dönüştürülen, karnımızdan önce gözlerinin aylarca doygunluk hissettiği kahvaltı salonlarında günaydınlaşırdık edebiyat dostları ile… Sokağa taşan masalarda garsonların ekmek yetiştirmekte zorlandığı, irili ufaklı sokaklarda ne çok kahvaltı salonları vardı ve tüm Van halkı sanki buralarda kahvaltı yapıyor, evlerde çay demlenmiyor hissi uyanırdı her gidişimde ve kadınların ayıp sayılan, olamadığı ve gidemediğini bilmeme rağmen… Göl kenarındaki Tatvan dönüşte uğrak yerlerimdendi dostlarımın olduğu ve yıllar geçse de hala telefonla iletişim kurduğum ve öğlenleri ünlü Büryan kebabı yenmeliydi yöreye özgün… Severdim de yerken, mutlu olurdum kuyunun içinde o ilik gibi pişen et, çatal değdiğinde dağılıverirdi taze ve pişmişliğinde, oburdum küçüklükten kalan
alışkanlıklarımla ve gece Diyarbakır da konuklanırken final ille de Selim Amca Restaurantın küpte yaptığı terbiyeli işkembe ile olacaktı her konukluğumda diyar kentte… Süregelen günlerin ne çok ve çabuk geçtiğini düşünürdüm evime döndüğümde ve Ergani, Siverek, Muş, Bulanık, Varto, Batman, Cizre, Hekimhan, Doğanşehir, Gölbaşı, Besni, Adıyaman, Nizip, Kahtadaki cebi yoksul, yüreği, sevgileri, dostlukları varsıl insanlar, dostlarım gelirken aklıma, geceden sabaha uzanıyorken uykusuzluklarıma, gömülürdüm yatağımın tenha köşelerine, onların gülüşleri eklenirken yastığıma yatağımın altında saklardım oğlu-kızı dağa çıkmış biçare ihtiyarları…
..
Yaşadığımız coğrafyanın doğa koşullarından da kaynaklanan yaşamsal dayatmalar sonucu olsa gerek ki; Mezopotamya halkı olarak kıskançlık derecesinde hiçbir halka kısmet olmayan tarihi ve kültürel yaşanmışlıklarla donanımlıyız.
“Bu durum ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda bir doymuşluğun ifadesi midir? ” diye sorarsanız, yanıtım elbette ki “hayır” olacaktır. Çünkü soyutlar somuta dönüştürülmedikleri sürece pozitif değerde bir anlam da ifade etmezler.
Dağ, taş, ova, göl, nehir… Dört bir yanımız tarihi ve kültürel zenginliklerle dolup taşarken, biz sadece aidiyetin soyut yanıyla ilgili görünerek kendimizi tatmin olmuş gibi göstermeye çalışıyoruz. Evet, “ tatmin olmuş gibi…” Oysa aidiyet (ait olmak) kanla damar gibi, toprakla ekin gibi, yağmurla bulut gibi, ışıkla göz gibi… Biri olmadan diğerinin de yaşamsal fonksiyonlarını kaybedeceğini bilmekle beraber, çoğu kez bu değerleri görmezlikten gelmeye alışık duyarsız bir toplumun neme lazımcı bireyleri haline gelmişiz ne yazık ki…
Alışılagelmiş en klasik deyimle “eli kalem tutan mürekkep yalamış” aydınlarımızın bu tarihi, sosyal ve kültürel donanmışlığı kendilerinden sonra gelecek kuşaklara aktarabilme konusunda yeterli bir duyarlılık gösterdiklerini (bazı istisnalar dışında) öyle onurlandırıcı bir dik başlılıkla söyleyemeyiz sanırım.
Bu istisnalardan biri de değerli hemşerim kimya mühendisi, çevrebilimci araştırmacı yazar Müslüm Üzülmez’dir. Müslüm Üzülmez bu aralar 13. kitabı olan ve adını Ergani’nin Zülküfil Dağı’ndaki Zülküfil (Zülküf) Peygamber’in yazın konakladığı, kimine göre türbesinin de bulunduğu dağ olan “Makam”dan ve kardelenin bu yörede yetişen kardeşi Makam Çiçeği’nden alan “Makam, Makam Çiçeği Ve Bülbül”ü okurlarıyla buluşturmanın haklı gurur ve heyecanını yaşamaktadır. Her ne kadar kitabın arka kapağındaki tek tümcelik tanıtım yazısında “Ergani ve Erganililere Dair Yayınlanmış Yazılar” diye kısacık bir not düşmüş olsa da; bu tümcenin kitabın içeriği bakımından çok kısır kaldığına inandığımı belirtmekte yarar görüyorum.
Kitap incelendiğinde, Müslüm Üzülmez’in 76 konu başlığı altında topladığı tarihsel belge niteliğindeki makale ve araştırma yazılarının büyük çoğunluğu din, dil, ırk ve düşünce farklılığı gözetilmeksizin tüm halkları aynı sıcaklıkla kucaklayan bir yaklaşımla insanlığın gelişimine öncülük etmiş olan Mezopotamya Uygarlığı’nın 10 bin yıllık tarihi geçmişinin günümüze taşınması niteliğinde olduğu da görülecektir.
Tıpkı, kitabın önsözünü Stockholm’den yazan hemşerim sürgün siyasetçi yazar Şeref Yıdız’ın da özetle “Bu güne kadar farkında olmadan reddederek yaşadığımız bu tarihin değeri bilinmedi. Yok etmek için kendimizi fazlasıyla yorduk” dediği gibi Mezopotamya Uygarlık tarihinin (elbette ki bu arada Ergani’nin de) bilinmeyen yönlerinin araştırılarak, akıl süzgecinden geçirilerek somut verilerin ışı altında gün ışığına çıkarılması çalışmasıdır “Makam, Makam Çiçeği Ve Bülbül.”
..
27.06.13 (PERŞEMBE)
Gide, Stendhal’in günlüklerini okurmuş sürekli. Dostları yadırgarmış. Ben de onunkileri okudum durdum ömrüm boyunca. Gide hep benim dostum sırdaşım olmuştur, dostum sırdaşım demeyelim de öğretmenim diyelim isterseniz. Onun Dünya Nimetleri şiir gibi gelmiştir bana.
Şiir kitaplarını da böyle okurum hep. Fen Lisesi öğrencileri de şaşmıştır bu an belki de. Bir dönem bir şiir kitabını yanımda taşıdığım, ara ara okuduğum olmuştur. Behçet Necatigil’i, Atilla İlhan, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu sırdaş ve dost edindiğim yazarlar. Bir ömür onları okudum durdum. Fakültede öğrenciyken Dağlarca’nın Çocuk ve Allah’ını keşfetmiştim. Öğretmenliğimin ilk yıllarında yanımda taşıdım onu hep. Sonra Karakoç’un Leyla ile Mecnun’unu. Bir ara Çile’yi taşıdım durdum. Hep bir kitap yanımda oldu zaten.
Gide ’nin eseri bir gülük yanında gezi yazısı sanki. Evliya Çelebi’ni n Seyahatnamesi de böyle bir eser galiba anı günlük tarzında bir seyahatname.
..
Diyarbakır dayamışsın sırtını o dağlara
Neydi o sıcaklar canım sığınmıştık bağlara
Dicle bile buharlaşıp gökyüzüne akmakta
Ölüye etkisi yoktur etkisi hep sağlara
..
Dünyanın her tarafında kan, gözyaşı var. Basından ve televizyonlardan izliyorsunuz çoğu kere, savaşlar ara vermeden, bütün hızı ile devam ediyor. İnsan ölüyor, kadın ölüyor, her şeyden daha önemlisi masum ve günahsız çoluk çocuk ölüyor. İnsanlık ölüyor. Onlar öldükçe beni hafakanlar basıyor, tansiyonum yükseliyor, şekerim azıyor, gözlerim kararıyor, bazı bazı nefes bile alamaz duruma geliyorum. İnadına, insanları, diğer canlıları daha çok sevmeye çalışıyorum, kadınlara, o mübarek varlıklara saygım artıyor her geçen gün. Hiç tanımadığım çocukların başını okşuyorum, büfeden onlara sakız çikolata alıyorum, ellerine tutuşturup, iki de sohbet edip dönüp sırtımı gidiyorum. Yanımdan geçen komşular da garip garip bakıyor, kimi zaman konuştuklarını duyuyorum hakkımda '' Bunun da parası bol herhalde her gün çocukları sakız çikolata ile besliyor, her gün her gün de alınmaz ki canım, paramı dayanır buna? '' istediklerini desinler vız gelir tırıs gider.
Altmışına doğru son sürat yol alıyoruz. Çocukluğun ilk on, on iki senesini saymayın, hadi bilinç düzeyi çok düşük varlıklarız o zaman diyelim. Ondan sonrası yetmişli yılların başı ve devamı seksenlere doğru. Bu gözler ile ne savaşlar, ne yıkılmışlıklar gördü bu garip, onları görüp de kafayı bozmayıp, dişlileri sıyırmamak ne mümkün? Aklımıza gelenleri sayalım, Vietnam Savaşı ki en büyük emperyalistin aslında ders çıkarması gerekirdi, çıkarmamış, çıkarttırmamışlar. Peşinden yine aklıma gelen İran İslam Devrimi ve yaşanan iç savaşta yüz binler ile ifade edilen insanların cellatların yağlı iplerinde can vermesi. Belki içlerinde suçlular da vardı ama binlerce masum insanda ''Kurunun yanında yaşın yandığı gibi'' yandı bitti kül oldu. Rusların Afganistan'ı alçakça işgal etmesi ve bir dolu masumun canına kıyması. Aman doktor, canım doktor ben ne yapayım da ne edeyim? Bunlar aklıma geldikçe aklım tavana vuracak da bir daha geri gelmeyecekmiş gibi oluyor.
Ne cumhurbaşkanları, ne başbakanlar, ne bakanlar gördük bu ülke de canım cicim doktor. ''Ülke de benzin yok ne diyorsunuz bu konuda ki görüşünüz nedir? '' diye başbakana soru soran gazeteciye başbakanın cevabı ''Benzin vardı da biz mi içtik? '' olursa gerisini var sen düşün doktor. Ben tırlatmışım çok mu bunların arasında? Allah aşkına deyiver. ''Öğrenciler yürüyüş yapıyormuş hadi bakalım buna da bir cevap verin.'' diye sorulunca da ''Yürüsünler, yürümekle yollar aşınmaz.'' diyen Sayın Başbakan, acaba yollardan çok beynimizin, yüreğimizin ve ülkenin insanlarının ruhlarının aşındığının farkında değil miydi o zaman? Bu yaşananlar normal ise ben çok anormalim herhalde doktor.
..
Burçlara dayalı sırtımız granit burçlara
yüreğimde bir Süleyman gizemi
ayla,suskunsu
ve ibadet tarzında
tül ve gri
kül ve isra
biraz tarih ilişik
..
Hiç düşündün mü bu acemilik niye diye...
Bu kendini bilmez haller niye...
Dönüp baksa bir kere
elim ayağım titreyecek yine..
Sanılacak kadar büyük bir yanılgı değildi benim ona olan aşkım
oysa
sanabiliyorsa, sanılabiliyorsa
..
Uzatmış ellerini, Güneydoğu Toroslar,
Bu Kenti sevgi dolu, kollarıyla sarmışlar.
Kuzeyde Akdağ ile dorukta Beklik tepe,
Mihraba yönelmiş hep, çevredeki ağaçlar...
Yükseltiler selâmda, Zülküfl dağı, Dutdibi,
Ayyıldız ' a yol verir, Çeşmegözü gediği.
..
Toprağına şehir olup,gömülen,
Çanakkkalemizi geçilmez eden,
Şehitlere saygınız olsun!
Bu toprağın değeri bilinmeli,
Zerresine bir ömür verilmeli,
Geçilmezi,vazgeçilmez etmeli,
..
Sen.
Mücevher kadar gizemli
Yağan kar gibi saf ve temiz
Akan su gibi berraksın
sen.
Koklanıp saklanacak
Adına şiirler yazılacak
..
Senin sıcaklığını baharın cemresinde his ediyorum
Senin kokunu kırlardan ayva tomurcuğundan alıyorum,
Elma çiçeğinden badem dalından alıyorum,
Ya sen ya sen de beni his ediyor musun?
Seni dağlardaki beyaz karlarda görüyorum
Bir bebeğin bakışlarında görüyorum
..
dem içtik semaha döndük
bir kul'un önünde boynumuz böktük
hep bir agızdan mahzuni dedik
can'lar meclisi toplandı bugün
yaramız tazedir sızılar durur
elimiz tellere gönülden vurur
..
İkimizde birer savaşçı gibi;
(Belki haklı belki haksız)
GURURDAN ZIRH’larımızı giyindik,
önce ayrıldık, ikiye bölündük, sonra kendi içimizde binlere…
Sorgusuzca öldürdük sevgiyi, saygısızca sömürdük her şeyi…
HIRS’ımızdan;
Bitmeyecek geceleri bitirdik, geçmeyecek günleri geçirdik!
..