Devin Ölümü -ııı- Şiiri - Sadi Atay

Sadi Atay
252

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Devin Ölümü -ııı-

***(Masaldır… Çoğu masal gibi çocuklar için yazılmıştır. Zaten büyükler hiç üzerine alınmayacaktır. Ki onlara birkaç beden büyük gelir bu masal.
Evet, bir masaldır. Ve uzundur masal gibi… Onun için de isteyen istediği yerde bitirebilir. Öyle ya; “Masallar bitirdiğin yerde biter.”
Tamam; lafı uzatmayalım. Hadi masala başlayalım.)***

Bir varmış,
Bir yokmuş.
Deccal, zaman içinde.
Kambur, duman içinde.
TV, tellal iken,
Para, server iken,
Ben, “Neden”in beşiğini tıngır mıngır sallar iken,
Silikon Vadisi’nde fareler cirit atardı.
Virtüel, sırıtırken…
Reel, somurturken…
Kaf Dağı’nın bu tarafında,
Yüce Cüce Krallığı’nda,
Yalnız bir dev yaşardı.

“Dev” demişliğime aldanmayın ha!
Doğru;
Yüreği kocamandı, koskocamandı ruhu…
Ama
Uzundan daha kısaca,
Kısadan daha uzundu bedeni.
Senin, benim gibi insandı işte.
Yani
Fanilerden bir fani…

Suçluydu dev,
Yüreği kadar kocamandı suçu.
Suçluydu,
Çünkü sevgisiz bir dünyada sevgiyi, sevdi.
Suçluydu,
Çünkü Yüce Cüce Krallığı’nda, bir devdi.

“Asalım!” Dediler,
Sonun başlangıcında
Ve öyle de yaptılar.
Fiyaskoydu ama ilk deneme,
Zaten kırgındı ya, cücelere yağlı urgan
Taşıyamadı, kendine asılan ağır ruhu;
En sağlam yerinden koptu.
“Bir daha!” Dediler.
Bir daha denediler.
Darağacı, kaderine darıldı.
Darağacı, dağım dağım dağıldı…

Şaşkınlıktan homurdanmaya başlamışlarken,
İçlerinden en gözü kanlı olanı, havladı;
“Giyotin!”
Susar gibi oldular bir an,
Çok sürmedi ama sessizlik;
Defi hacetlerinde boncuk bulmuş gibi sanki,
Neşeyle hepsi güldü.
Ve ardından,
Hep bir ağızdan,
Salya sümük hepsi ürüdü;
Giyotin!
Giyotin!
Giyotin!

Ama nafile;
İnemedi hevesleri kursaklarından.
Akıbetleri yine hüsran…
Çünkü
Ha indi, ha inecekken devin boynuna,
Bir ak güvercin oluverdi de ilk bıçak,
Kara Sema’ya süzüldü.
Gül yapraklarına dönüverdi de yeni takılan bıçak,
Elvan elvan devin ensesine döküldü.

Yaman patladı tüfekler,
Delik deşik olacaktı zahir dev
Bilemediler ki ama neden;
Namlulardan yaldız yaldız konfeti püskürdü?
Ama pes etmek olmazdı,
Pes etmek cücelere yakışmazdı.
Hadi bir daha!
Yüce Cüce Krallığı adına
Boşalt, doldur!
Bütün nişanlar, devin göğsüne eş;
Üç,
İki,
Bir…
Ateş!
Sanki gök yeri öptü,
Sanki Sur’a üfürüldü.
Kalbura dönecekti zahir dev
Ama bilemediler ki niye,
Dev hâlâ diri, hâlâ dimdikti?
Ama çözemediler ki neden,
Kurşunlar devin ayakucuna dizildi?

Başka ne vardı?
Kırk katır!
Nafile; katırlar tek tek cellâtları tepti.
Daha ne kaldı?
Kırk satır!
Heyhat; satırlar birbirinin sapını kesti.

Omuzları çökük,
Belleri bükük,
Dulukları düşük
Dağılıyorken, gayesiz gayenin kalabalığı,
Salyalı kahkahasıyla böğürdü cücelerin kralı
Ve gürledi, tükürükler saçarak;
“İğneli fıçı”
Yeniden dirildi cücelerin umudu,
Hepsi çakallar gibi uludu;
Hurra!
Kralımız, çok yaşa!
Aklınla sen, bin yaşa!
Öyle ya cücelerin kralıydı o.
Yani cücelerin en kara beyinlisi,
En fırıldak zekâlısıydı o…
Ve işte, en güzel idam şeklini bulmuştu.
Kuruldu cücelerin, meydana taşıdığı tahtına.
Sağında, sarışın bir hatun
Solunda esmer bir hatun
Ellerinde palmiye dalından, birer yelpaze;
Hatunlar yelledi,
Kral yellendi.
Seyrederken cücelerinin harıl harıl çalışmasını
Kral, ha uyuyacaktı…
Ha uyumuştu.
Öyle ya, sabahtan beri olanlar
Kralı, ne de çok yormuştu.

Ama durmamalıydı cüceler
Ki vakit dardı
Lakin aceleleri vardı.
Durmadılar da
Akçaağaçtan,
İştahları kadar şişman,
Bir fıçı çattılar.
Fıçının üzerine,
Kinleri kadar sivri,
Emelleri kadar zehirli
Bin çivi çaktılar.

Gerdeğe girer gibi girdi fıçıya dev.
Gözüne bakamazlardı ya zaten devin
Ama son defa yüzüne, baktılar.
Hayret!
Kahrolası tebessümü hâlâ duruyordu;
İşte yine, devin yüzünde
Kelebekler, uçuşuyordu.
Önce, tek bir göz oldu bütün cüceler,
Hayran hayran devin yüzüne, baktılar.
Baktıkça daldılar,
Daldıkça unuttular.
Unuttular kimdiler, neciydiler…
Davaları neydi? Unuttular.
Sonra, tek bir yürek oldu da yürekleri,
Hepsi, bir tek gönülden fısıldadı;
“Aslında ne güzel bir adam şu bizim dev
Ama keşke, bir dev olmayaydı!

Sanki zaman durdu;
Hepsi sanki bir fotoğrafta duruyordu.
Ki sanırsın hep öyle kalacaktılar.
Ama bozdu büyüyü kralın kara sesi;
“Bitirin şu işi cüceler!
Versin artık dev son nefesi!”
Ve silkindiler
Ve hatırladılar;
Vazifeleri vardı.
Ve vakit dardı
Ve lakin aceleleri vardı…

Hatırladılar;
İğneli fıçı tamamdı.
Tamamdı da;
Sadece kapağı noksandı.
Kapağı çakma onurunu da
Sırıtkan krallarına bıraktılar.

Çiviliyordu kral fıçının kapağını…
Yok yok!
Sanki çekiç değil de tokmaktı, kralın elindeki.
Sanki fıçı değil de davuldu, kralın önündeki.
Sanmayın ki Kral, fıçının kapağını çakıyordu.
Yok yok!
Kral, kendi düğününün davulunu çalıyordu.

Taştı taşacaktı ki sabırları,
Tastamam fıçı hazırdı.
Ve devirdi fıçıyı kral
Ve kral fıçıyı yuvarladı…
Yuvarlamasıyla da
Kara kalabalık, kaynadı.
Cüceler, aslan sürüsüydü sanki.
Sanki fıçı, bir ceylandı.

Kalakaldı olduğu yerde, kral.
Bakakaldı, cücelerin ardından.
Ve güldü gevrek gevrek.
Mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
Gurur duyuyordu cüceleriyle, kral.
Kral, kendiyle gurur duyuyordu.

Tek bir çemberin ardındaki,
Cıvıl cıvıl çocuklar gibi
İğneli fıçı önde, cüceler ardında
Bir o yana, bir bu yana
Seğirttiler, heyecanla.
Çok zaman geçmemişti ki daha
Dağıldı heyecanları,
Sinirlendiler hatta…
Çünkü hâlâ apaktı akçaağaçtan mamul fıçı;
Ne bir ses geliyordu fıçının içinden,
Ne de kana bulanmıştı dışı.
İçten içe sokurdandılar;
N’ola fıçıdan bir damla kan damlayaydı.
N’olaydı devden bir “Ah!” duyulaydı.
Sinirlendikçe, sinirlendiler.
Sinirlendikçe, köpürdüler.
Köpürdükçe, taştılar.
Şaşırdılar;
Akıllarını, taşırdılar…
Son çare;
İğneli fıçıyı yardan aşırdılar.

Oh!
Derin bir nefes çekti hepsi.
Ama soluklanmadılar.
Sanırsın ki, kanat taktılar.
Ve süzüldüler, meraklarının rüzgârı önünde.
Sanki fıçıdan önce, yarın dibine vardılar.

Kırık döküktü fıçı.
Eğik büküktü çiviler…
Kan göremediler ama hiç.
Akçaağaçtan tahtalar apaktı hala…
Hala pırıl pırıl parlıyordu çiviler.
Şaşkınlıkları büyüdü,
Merakları ama daha büyüktü;
Sağ gözleri korku,
Sol gözleri umut…
Devi gözlediler.
Ne saadet ki aramadılar çok.
İşte, oracıkta kıvrılmış yatıyordu dev.
Yok yok!
Dev değildi de sanki bebekti.
Bebekti tertemiz.
Taptaze bebekti…
Ne bir damla kan vardı üzerinde.
Ne yara, ne bere,
Ne de bir çizik.
Domur domur ıslaktı sanki ama teni,
Sanki su damlayacaktı saçından, sakalından.
Yok yok!
Değildi ecel teri.
Suydu, su; cennet pınarlarından.
Hanzala gibi yiğitti ya!
Hanzala gibi şehitti ya!
Sanırsın ki melekler yıkamıştı devi,
Sanki Hanzala’yı yıkadıkları suyla…

Ve o, kahrolası tebessümü… Ah!
İşte hala yüzündeydi.
Yoksa yine mi ölmedi?
Cücelerden, yaşlı bir cüce
Biraz korkak, biraz tedirgin
Dokundu, asasıyla deve.
Yok bir hareket.
Sonra bir daha,
Bir daha…
Ne saadet;
Dev mevta.
Yürekliymiş pozuna yattı da genç bir cüce,
Usturuplu bir tekme savurdu cesede.
Sonra bir daha,
Bir daha…
Tekmeler yağmur gibi döküldü.
Varmadı farkına hiçbir cüce ama
Sanki dev güldükçe, güldü…
Hani İbrahim soyluydu ya dev!
Hani İbrahim huyluydu ya dev!
Sanırsın ki ona da verdi Rahman,
İbrahim’e verdiği o, ruhsattan.
Ki hiçbir ölü, böyle canlı gülmezdi.
Ki hiçbir canlı, ölüme böyle gülmezdi.
Sanki isteseydi dev;
Ölmezdi.

Uzun söze ne hacet;
Cüceler, erdi muradına.
Kral, kuruldu tahtına.

Gökten üç kurtlu elma düştü;
Biri, kralın başına
İkisi, cücelerin arasına…
Bütün cüceler, üşüştü.

*********

Düşünce kurtlu elma, kafasına
Ok gibi fırladı tahtından, kral.
“Bu elmayı kim attı? Aman!
Kim, uyandırdı beni uykumdan?
Diye, kükreyecek gibi oldu önce,
Vazgeçti sonra ama
Ve çınlattı yeri, göğü yine
O meşhur, kahkaha;
Yer kahkaha,
Gök kahkaha…
Hatırladı çünkü gördüğü rüyayı,
Rüya ki;
Oh, ne rüyaydı!
Ölüyormuş sonunda dev
Dev ki;
Of, ne belaydı!

Rüyasındaki gibiydi işte, her şey.
Her şey, tastamamdı.
Bak bekliyordu, iğneli fıçıda dev.
Rüyanın, gerçek olmasına, ramak vardı.
Rüyayla, gerçek arasında sadece
Kapatılacak, bir kapak vardı.

Zaman kaybetmedi kral,
Alıcı kuş gibi kaptı kapağı
Ve bastı bağrına.
Sanki bir anaydı kral, kapak da yavrusu…
Ve sımsıkı sardı kollarını
Karasevdalıydı sanki kral, kapak da yavuklusu…

Zaman kaybetmedi kral;
Ağzı yüreğinde, koştu.
İğneli fıçıya, kavuştu.

Çiviliyordu kral, fıçının kapağını…
Yok yok!
Sanki çekiç değil de tokmaktı, kralın elindeki.
Sanki fıçı değil de davuldu, kralın önündeki.
Sanmayın ki kral, fıçının kapağını çakıyordu…
Yok yok!
Kral, kendi düğününün davulunu çalıyordu.

Taştı taşacaktı ki sabırları,
Tastamam fıçı hazırdı.
Devirdi fıçıyı, kral.
Kral, fıçıyı yuvarladı.
Yuvarlamasıyla da
Kara kalabalık, kaynadı.

Ve malum senaryoyu,
Malum akıbetine kadar, izlemek için kral,
Hımbıl hımbıl altın tahtına doğru yürüdü.

Tek bir çemberin ardındaki,
Cıvıl cıvıl çocuklar gibi
İğneli fıçı önde, cüceler ardında
Bir o yana, bir bu yana
Seğirttiler, heyecanla.
Çok zaman geçmemişti ki daha
Dağıldı heyecanları.
Sinirlendiler hatta.
Çünkü hala apaktı, akçaağaçtan mamul fıçı;
Ne bir ses geliyordu fıçının içinden,
Ne de kana bulanmıştı dışı.
İçten içe sokurdandılar;
N’ola fıçıdan, bir damla kan damlayaydı!
N’olaydı içerden, bir “Ah” duyulaydı!

Bitti bitecekti ki umutları
Ve işte olan oldu;
Bir acı feryat yükseldi fıçının içinden.
Aslında hayır,
Komik bir ciyaklamaydı, en yüksek perdeden.
Aman, neyse ney!
Ha feryat, ha ciyaklama…
İşte, ikisinin karışımı bir şey.

Çok daha baskındı ki zahir
Komik yanı, acı yanından feryadın;
Gökyüzü, kendini tutamadı;
Güldü, gümbür gümbür…
Sonra şimşekler
Yıldırımlar sonra
Ve güldü bulutlar…
Öyle katıla katıla güldü ki
Döküldü bulutların gözündeki, bütün yağmurlar.
Güneş ise
Gizliden gizliye güldüğünü, sanmıştı.
Gülmekten kapattığı gözlerini açınca,
Anladı ki,
Orta yerde kala kalmıştı.
İstifini bozmadı ama
Güldü, göstere göstere
Güldü, kana kana…
Hem kime ne;
Koskocaman güneşti,
Laf söylemek kimin haddine?
İstediği gibi, gülerdi.

Dağıldı ya bir anda
Asırlardır gökyüzüne çöreklenmiş, bulutlar;
Onlarca yıldır somurtan güneş, güldü ya…
Ferlendi, cücelerin feri unutan gözü.
Şavkıdı, cücelerin nuru unutan yüzü.
Ve yuvarladılar fıçıyı, şevkle.

Yuvarladılar yuvarladılar…
Fıçının içi, çığlıkla doldukça;
Fıçının dışı, kana bulandıkça;
İştahlandılar.
İştahlandıkça, yuvarladılar;
Yuvarladıkça, iştahlandılar…

Çoktan kesilmişti, fıçıdan fışkıran çığlıklar
Ama iştah bu ya;
Yuvarladılar yuvarladılar…
Ve çoktan kızılağaca dönüşmüştü,
Akçaağaçtan yaptıkları fıçı.
Ne zaman ki bunun farkına vardılar;
Durdular.
Ama hınç bu ya;
Doymadılar.
Fıçıyı yardan yuvarladılar…

Oh!
Derin bir nefes çekti hepsi,
Ama soluklanmadılar.
Sanırsın ki kanat taktılar
Ve süzüldüler, meraklarının rüzgârı önünde;
Sanki fıçıdan önce, yarın dibine vardılar.

Aranmadılar.
Varır varmaz, farkına vardılar;
Yaldır yaldır kanlı çivilerle birlikte,
Kıpkızıl gülüyordu, akçaağaçtan tahtalar.

Vaziyeti böyle görünce,
Şairleşti de cücelerden bir cüce
Haykırdı, avazı yettiğince;
“Vay vay vay!
Şu enkazın güzelliğine bakın!
Enkaz değil de gül harmanı sanki!”
Şair cüceden az değildi, diğer cücelerin sevinci
Öyle ki,
Nerdeyse enkazın etrafında
Horon tepeceklerdi…

Ama horon sonraya kalsındı.
Hele şu bizim devin akıbeti, nasıldı?
Çok aramadılar onu da
Ben buradayım diyordu zaten, her haliyle;
Tespih böceği gibi iki büklüm
Durup duruyordu, bir kaya gibi öylece.
Dizleri ve alnı yerde;
Sanki secdede.
Hiç benzemiyor ki ama bizim deve!
Hem bak;
Secdesi, çok acemice!

Elbise namına pek bir şeyi kalmamıştı
Ama kıpkızıldı üzerindekiler.
Sanırsın ki hâlâ kan damlıyor.
Lime lime ve delik deşik vücudu;
Vücudu mosmor…

Ama ya yüzü?
Yüzünü de görmeliydiler.
İşte bu sebeple
Cücelerden, yaşlı bir cüce
Biraz korkak, biraz tedirgin
Dokundu asasıyla, cesede.
Sanki dokunulmayı beklermiş gibi
Sere serpe serildi, ceset yere.

Aman Allah’ım!
Dev değildi ki bu.
Aman Allah’ım!
Bu, bu…
Yüce cücelerin kral bozuntusu.
Oh ne güzelde yatıyordu;
Pörtlemişti sol gözü.
Sağ gözü zaten yoktu.
Kan revan içinde yüzü.
Yüzü oyuk oyuktu…
Ah! Hele şu,
Aklının üstünden eksik etmediği tacı,
Geçmişti ya boğazına;
Kerataya ne de yakışıyordu.
Sevinecek gibi oldular önce,
Ama hepside sevinmeye korktu.
Cesaretlendiler ama sonra;
Sevinç çığlıkları, göğü tuttu.

İyi de
Bu ne çetrefilli işti?
Dev değil miydi, fıçıya giren?
Fıçının kapağını, hani kral çivilemişti?
Hani ya fıçıyı da ilk o tepmişti?
Öyle ya;
Bu ne menem işti?

Ve düştüler yine, merak rüzgârının önüne.
Yokuş, bayır demediler,
Dere, tepe dinlemediler…
Üç beş nefes içinde
Şehrin meydanında, bittiler.
Meydan bomboştu;
Meydandaki taht daha da boştu.
Gerçekten de ölmüştü demek ki, kral.
Cücelerin gizli duası, kabul olmuştu.

Devi aradı gözler;
Şehrin kapısında siluetini, gördüler.
Ak elbisesiyle ufukta
Ha kaybolacaktı, ha kaybolmuştu…
Koştu cüceler.
Yok yok! Cüceler uçtu;
Kaybolmadan dev daha,
Cüceler, deve kavuştu.
Usulca dönüp baktı dev;
Kurban olunası tebessümü, hâlâ yüzünde duruyordu.
Soran gözlerle dev gülüyordu.
“Gitme!” Dedi tek bir ağızdan bütün cüceler;
Gitme, burada kal!
Sen ol, cücelere kral!

“Cüce” deyip durduğuma aldanmayın ha!
Sadece;
Kısaydı ruhları, yürekleri cüce…
Ama cüssece
Bizim devden kısası da vardı,
Uzun olanı da vardı.
Senin benim gibi insandılar işte.
Yani;
Fanilerden, birer fani…

Ve işte tılsım bozuldu;
Cücelikten çıktı cüceler.
Tılsımı, ama bir dev bozdu
Ki bozamazdı cüceler.

Boy ile sıklet ile değildi cücelik;
Dev olunmazdı, cüsseyle.
Ruhunca cüceydi, insan.
İnsan, devdi yüreğiyle…

Dev olunmalı!
Dev olunmalı!
Cüceler içinde cüce, kalınmamalı.
Ama dev olmakla yetinmemeli insan.
Dev, dediğin durmamalı!
Zulmü, boğmalı!
Zulmeti, kovmalı!
Dev olmakla yetinmemeli ama insan.
Dev dediğin;
Cüceleri uyandırmalı.

İşte şimdi masal bitti.
Onlar, ermiş muradına.
Biz, çıkalım kerevetine…

Gökten, üç kutlu elma düştü;
Biri, cücelerin arasına.
Biri, devin başına.
Biri de masalı, dinleyenlerin başına…

10.10.2015

Sadi Atay
Kayıt Tarihi : 20.3.2019 22:36:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Sadi Atay