Nasıl yanmıyor ki ellerin oynarken ateşle ya da nasıl bir çılgınlığın içine saldın ki bedenini, ruhun ihtiraslarıyla dans ederken sen, bilemez o da yanan varlığının acısını. Bir adım ötede, nefesi ensende hissedilecek kadar yakınken zebaniler, kör bir cesarete seni sürükleyen nedir? Bu kadar mı istenendir ki o ya da bu kadar mı bunaldı o ruh ki ağın ince yerini zorlar çıkmak için…
Bu insanı alıp duvara tablo yapmalı ki baksın başka cinsleri nasıl yer, içer, yaşar… Nasıl alt ederler insan boyunu aşan sorunları ya da nasıl yaşamayı becerirler sevgisiz, nasıl yaşarlar sahte sevgilerle, nasıl sürünürler ayaklar altında da nasıl baş tablaya bağlı sanırlar kendilerini…Öğrenir mi ki bakarak onlar gibi olmayı? Her kim ki ateşe bir kez sokmuştur elini alışır bedeni yanmaya bir kez ve ruhu haykırır ’nasıl yakarsan yak yeter ki gel’ der..Yeter ki gel... Ya sonra? Sonrasını düşünen, yanılır… Yaşanan an için değil mi ki bunca onurlu duruşlar ya da o anın hazzı sebebiyle değil mi ki bunca kırbaçlar…Yazılmış ki okuna, yaşanmış ki biline ve ne derseniz deyin ruhum güldü ya kime ne… Bu mudur? Belki de budur işte bütün çılgınlığı ve kudurmuşluğu beden-ruh ikileminin.
Yaşadım diyebilecek misin giderken, diyecek vaktin olduğunda de o zaman; çünkü kimse demez ardından yaşamayı bildi, diye. Eleştiri okları sırtında giderken koy elini yüreğine… Dinle onu... Fırtınalar durulmuş mu, alevlerin şavkı vuruyor mu yüzüne… Gülümse hadi ve yat binlerce yıllık ölülerin yanına. Sırtını verdiğin toprağa anlat ve kahkahalar at, yaşadım de… Sevdim ve sevildiğimi sandım. Kandırıldım…
15 Mart 2010
SERAP HOCA
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...