Gerçeklik sınırı diye kabullendiğimiz uçurumun kenarında aklın ölçüleriyle hayata tutunmaya çalışırken, bazen hiçlikte kaybolma içgüdüsünün çekiciliğine kolayca kapılabildiğimizi hissediyorum. Rüyalarda derin ve simsiyah bir boşluğa yuvarlanırken hissedilen o ürpertiye benzer kısacık bir bilinç kaybıyla uzaklaşabilmenin cazip hayali bile insana deliliğin koyu melankolisini hatırlatıyor, ama sadece hatırlatıyor. Büsbütün delirebilmek ne o kadar basit ne de kendini akıllı diye tarif edenlerin sandığı kadar çekici çünkü. Ruhsal bir yarılmanın azabı ancak onu yaşayanın hissedebileceği kadar ıssız ve korkunç olmalı.
‘Deliliği’ izleyerek yazanlardan ziyade onu yaşayarak sanatıyla içselleştirebilmiş olanlar benim ilgimi çekiyor. Malum, edebiyat ve sanat tarihine baktığınızda epey kalabalık olduklarını görürsünüz. Her koşulda deliliği dahilikle yüceltmeye eğilimli olanlardan değilim ama onları inceleyen araştırmacılar gibi aralarında yadsınamaz, çok güçlü bir bağ olduğunu da düşünüyorum haliyle. Oyuncaklarının içini merak ettiği için parçalamak isteyen şımarık çocuklar gibiyim. Son zamanlarda o ‘kayıp’ yaratıcıların algılarının neden farklı olduğuna, bilgiden ziyade sezgiyle hayatı nasıl kavradıklarına, bilinç perdesinin ardında neler gizlediklerine dair garip makaleler okuyorum. Ve okudukça onların sanatı unutup ötesine geçerek kendilerinden bambaşka kişilikler oluşturmak için yarattıklarına inanıyorum. Tanrının yaptığı haksızlıkları unutabilmek ve kısmen unutturabilmek için gerçekliği deliliğin karanlık mağarasında arıyorlar sanki. Aklın ve zekânın aydınlığından büsbütün kopmamak için ‘deliliğin’ toplumun ölçülerine aldırmayan o kristal ‘saflığına’ ihtiyaçları var. Gerçek benliklerini ararken insanlığı kendi trajedilerine tanık olmaya davet edip onlardan uzak durmayı seçmeleri boşuna değil. Ancak böyle sarsıcı bir yakınlık ve mesafeyle hayatta kalabiliyorlar çünkü. Durell, bir romanında çölde insanın ayak izini rüzgârın mum gibi üfleyip sildiğini ve gerçekliği böyle gördüğünü söyler. Bu düşsel tarifi seviyorum, o loşlukta yaşayanlara göre ‘akıllı gerçeklik’ böylesine uçucu ve epey değişken bir kavram galiba.
En gamlı sanatçı...
Okuduklarım arasında İsveçli oyun yazarı, şair ve romancı August Strindberg’in hikâyesi yoktu aslında ama nedense o yazıları okurken onu da hatırladım. Bir sanatçı olarak dramını, eserlerini ‘zekânın ve deliliğin’ muhteşem uyumuna yakıştırdığım için herhalde. Shakespeare şu dizeyi onun için yazmış gibi: “Deliliğin akrabasıdır yüksek zekâ ve yalnızca incecik bir duvar ayırır onları birbirinden.”
Onun yüksek zekâsıyla yazdığı keskin diyaloglar, hayatı boyunca insafsız bir kadın düşmanı olarak anılmasına neden olmuştu. Türkiye’de sahnelenen oyunlarını izleyenler bilir. Kadının erkeği ayartmak için sahip olduğu o içgüdüsel zehirli hırsı, kötülüğü, erkeğin kadının cazibesi karşısındaki çaresiz teslimiyeti, kadınların bilgisizliğini, yetersizliğini ironik ve bazen çok sert bir dille anlatır. Aslında anlattığı hep kendi mutsuzluğu, eksikliği, karmaşası çöküntüsü ve suçluluk duygusudur. Bunu saklamaz. On üç yaşındayken annesini kaybettikten sonra babasının hizmetçisiyle evlenmesi onun ilk ve en büyük travmasıdır. Türkiye’de ilk kez 1924’te Şehir Tiyatroları’nda oynanan Baba adlı piyeste, çocuğun kendisinden olmadığını söyleyen karısıyla konuşan yüzbaşı karakteri Strindberg’in tiz çığlıkları gibidir âdeta: “Bütün kadınların bana düşman olduğuna inanıyorum. Doğumumdan sancı çıkacak diye dünyaya gelmemi istemiyordu annem. O benim düşmanımdı. Hayatımı, daha tohum halindeyken bensiz bıraktı, bu yüzden yarı sakat doğdum. Kucakladığım ilk kadın benim düşmanımdı.”
Her mutsuz evliliğinden sonra içkiye, bilime, resme, insanı küçümsediği oyunlarına ve onu şefkatle kucaklayan delililiğine dönüyordu. Büyüleyici bir anlatımla tabiatı tasvir ettiği romanı Açık Deniz Kenarında’yı Türkçeye uzun ve incelikli bir şiir gibi çeviren Behçet Necatigil onu anlatıyor: “Hakkında dünyanın ‘en gamlı, en neşesiz sanatçısı’ gibi hükümler verilen Strindberg’in hayatına yön veren, karakterine damga vuran macerayı kadın mücadelesinde görebiliriz. Portrelerinde çokluk ressamın kendi yüz çizgilerini bulduğumuz gibi bu eserlerde de yazarın acıklı alınyazısını görürüz. Bu bakımdan Strindberg, en çok isterik kadın tahlillerinde başarı gösterir.”
‘Hiçbir kadın erkekten doğmaz’
Necatigil haklı, oyunlarında ‘tehlikeli kadınları’ anlatırken keskin bir bıçak gibi kullandığı şeytani zekâsına hayran olmamak mümkün değil. Hiç unutmuyorum o konuşmayı; ‘Baba’da, yüzbaşı, dadıya, “Söyle bana nasıl oluyor da yetişkin bir erkeğe, çocukmuş gibi davranıyorsunuz” diye soruyordu. “Bilmem, hay Allah her biriniz bir kadının çocuğusunuz da ondan belki, hepiniz, irili, ufaklı..” diyen dadıya yüzbaşı sinik cevabını veriyordu: “Oysa hiçbir kadın erkekten doğmaz.” Strindberg, işte buna benzer kısacık bir diyalogla sizi daha evvel üzerinde pek düşünmediğiniz, çok basit gibi görünen tuhaf, çelişkili bir gerçekliğin içine hapsediverir.
Topluma yabancılaşmayı seçmiş bu yabani yazarın beni en çok etkileyen yanı, vahşi tarafıyla tamamen zıt gibi görünürken aslında özünü yansıtan lirik ve kederli anlatımı oldu. Kendisi gibi insanlardan kaçıp, cinnet nöbetlerini yatıştırmak için bir adaya sığınan balıkçılık uzmanı Axel Borg’un hayatını anlattığı Açık Deniz Kenarında isimli romanında, tabiatı, kendi ıstırabını tasvir ederken kullandığı üslup onun huysuz bir yazar ve gaddar bir erkek olarak bütün günahlarını affettiriyor: “Kumsalda bir çam ağacının doruğu duruyordu: Kabukları sıyrılmış, kumlarla ovulmuş, sularla yıkanmış, rüzgârlarla cilalanmış, güneşlerle sararmış bir halde: Bir mamut iskeletinin göğüs boşluğunu andırıyordu... Ona öyle geliyordu ki yer yuvarlağı üstünde tek ve tenha kalmıştır; dünya onun için binip yerkürenin eksenine gittiği bir taşıttır sade. Artık bağlı olduğu dünyanın mücessem tek bir parçasını bile görmediği için hemcinslerine, topluma, kanuna, âdetlere bağlı her hatıra uçup gitmişti. Düşüncelerini başıboş buzağılar gibi salıvermiş, her engeli aşmalarına, her şeye boş vermelerine müsaade etmişti..”
Anti-Nobel armağanı
Kahramanı Borg öyle yapmıştı ama hakkında gün ışığına çıkabilen tek belge olan günlüklerinden anladığım kadarıyla, Stirndberg hayatının son yıllarında üçüncü ve son karısının hayaletinden, kendini zehirleyen düşüncelerinden hiç kurtulamamıştı. 1901’de oyuncu Harriet Bosse’yle evlenip bir yıl içinde ayrıldıktan sonra 6 eylül günü şunları yazmış: “Bugün resim yaptım. Birkaç seneden beri ilk defa aklıma intihar fikri geliyor. Sebep: Şu anda bir kadının, bir gidip bir gelerek, ruhumun en güzel kısımlarını toplayıp, onları nasıl yanında götürdüğünü, beni toplum içinde nasıl küçük düşürdüğünü anlayabiliyorum...Ruhum bu kadına âşıktı, ama evliliğin ani olması beni soğuttu. Zaten hiçbir zaman bir kadının güzel ruhuna duyulan aşkın, onunla alçakça çiftleşme gereği doğurmasını tam olarak anlayamadım.”
Strindberg, 63 yaşında kanser olup ölene kadar baş etmesi çok güç olan karanlık, melankolik dünyasına rağmen kadınla erkeğin arasındaki o bitmek bilmeyen zorlu mücadeleyi, çekimi, tutkuyu dönemin oyun yazma tekniğinin, üslubunun, aklının çok ötesine geçerek yazdı. Ölmeden evvelki son doğum gününde Nobel alacağına dair söylentiler dolaşırken, o ‘Anti-Nobel armağanı, işte benim kabul edeceğim armağan” diyormuş. Bu tavır ona yakışır ama ben doğrusu yıllardır Nobel’i fazla düşünmeden cömertçe dağıtan İsveçlilere, bu büyük İsveçli oyun yazarı, şair ve romancıyı Nobel’den mahrum bıraktıkları için epey kızgınım.
Bugün oyunları farkı dillerde defalarca sahnelenen, sinemaya uyarlanan 160 yaşındaki Strindberg, bence iz bırakacağını o keskin zekâsıyla hissediyordu. Oyununu anlatırken kendisini anlamayanlara sesleniyor: “Baba adlı tragedyam çok acıklı diye eleştirilmişti; sanki neşeli bir tragedya isteyen varmış gibi! Herkes yaşam sevinci denen o şeyin içinde bağrışıp duruyor; sanki yaşam sevinci, bütün insanları illetli ya da hepten geri zekâlı çizip onları gülünç duruma düşürmekmiş gibi. O sevinci ben ancak, acımasız yaşam savaşının içinde bulurum. Bu nedenle bu oyunda sıradan bütün âşıklara, hiç kuşkusuz onları sinirlendirecek kurallar öğreten bir durum seçtim.” Eğer onun oyunlarını okur ya da izlerseniz, diyeceklerini doğrudan, dürüstçe söylemek yerine taptıkları erkeklere, ‘öteki’ kadınlara geçerken dokundurmayı seçen ‘isterik kadınları’ nasıl anlattığını görür, o acıklı durumla yazılarda, hayatta karşılaştığınızda muhtemelen benim gibi kendinizi tutamayıp yüksek sesle gülersiniz.
Aşkı, sevilmeyi, huzuru, dingin bir mutluluğu kendine yakıştıramayan Strindberg, son aşkı Harriet’in sokakta, yatakta her an onunla temas kurduğunu düşünecek kadar ‘akıllı’ insanların dünyasından uzaklaşmış. Onunla kökleri birleşmiş, beraber büyüyen iki ağaç gibi olduğunu düşünüyormuş. “Tek bir varlığız ama beraber yaşayamıyoruz” diyor. Böyle yazmış, son âna kadar ‘isterik’ diye tarif ettiği kadınlarla böyle ilişkiler kurmuş. Ben ona edebiyat tarihine kazınan sözcüklerinin isterisiyle dokundum. Ruhunun derin yarığında uyuklayan deliliğin sert bakışlarını gördüm.
Böyle çürütücü bir yalnızlığa tahammül edebilmek ancak ‘ruha açık, iri, mavi, sadık bir göz gibi sükûnet aşılayan’ açık denizin üzerinde dalgalanan eflatuni ufuk çizgisine, o bilinemeyen puslu âlemin derinliklerine Strindberg gibi korkmadan bakabilmekle mümkün sanırım. Bilinç acı verir çünkü. O da bunu pekâlâ biliyor, bu yüzden kendisinden kaçıyor ve muhtemelen tam da bunun için yazıyordu.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:21:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/delilik-isterik-kadinlar-ve-strindberg.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!