Çocuklar, Sümbüller, Türkçe Ve Refik Hal ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Geçenlerde Yıldıray, bizi yemeğe götürdü. O bu gazetenin editörlerinden ve yazarlarından birisi. Beyaz, berrak tebessümlü, yazılarından daha yumuşak ve şefkatli bir sesi olan, hoş sohbet, içten, genç bir adam. Hayatın cıvıldadığı kalabalık bir sokakta yemek yerken, bir ara içimden “dünyanın en güzel şehirlerinden birinde, genç olmanın, erkek olmanın, kadın olmanın, hayatın basit zevklerinin tadını çıkarabilmenin yerine, şu uğraştığımız mevzulara bak” dedim. Haliyle gündemdeki tatsız meseleleri konuşuyorduk. Mesela, çocukları dinlerine, dillerine, ırklarına göre sınıflandıranları. Onları ideolojik bir kamplaşmanın çirkin hesaplaşmalarına mahkûm edenleri. Çocukları konuşuyorduk, hani şu birkaç gün evvel çocuk bayramında tekmeyle, dipçikle dövülenleri, resmî törenlerde soğuktan üşüyüp ağlamaya başlayanları, polise taş attıkları için örgüt üyeliği suçundan yargılananları, bazen kendi tercihleri bile olmayan ‘hayat biçimlerinden’ ötürü eğitimden mahrum bırakılanları. İsterseniz anlaşılmaz bir rahatlıkla önüne kaba sıfatlar eklediğiniz çocukların, çocuk olmanın ne olduğunu hissedebilmek için bir daha sakince tekrar edin o sözcüğü. Çocuk onlar! Üstlerine yığdığınız korkunç ağırlığı kendi çocukluğunuzdan hatırlayabilirseniz, vahşi ‘intikam duygularınızdan’ belki biraz arınırsınız. Hayatın başında ne olduğunuzu, hangi koşullarda büyüdüğünüzü, çocukken ne olmak istediğinizi ve nihayetinde şimdi ne olabildiğinizi düşünün. Korkmadan bakın kendi çocukluğunuzun utangaç, sıkıntılı, meraklı, isyankâr yüzüne. Hatırladınız mı, işte gördüğünüz o yüzün arkasında hayatın bütün kırılmalarına açık tedirgin bir çocuk kalbi atıyor.

DİLSİZ BİR ÇOCUK OLMANIN ÇARESİZLİĞİ...

O öğle yemeğinin sonunda, memleketin sıkıcı mevzularından biraz içim karardı doğrusu. Hayatın hakikatinden uzaklaşmak için kendime bir kitap aldım. Gurbet Hikâyeleri’ni... Bindiğim vapurda çantamdan çıkarıp karıştırmaya başladım. Aralarından bazılarını hatırlıyordum, mesela ‘Eskici’yi. Bembeyaz köpüklere neşeyle eşlik eden vapurun küpeştesine ayaklarımı dayayıp, tanıdık bir hikâyenin ilk cümlesini okuyunca bildiğim hayattan uzaklaştım: “Vapur rıhtımından kalkıp ta Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeğe gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar”. ‘Eskici’, aslında acıklı bir hikâyedir, insanın içini kavurur. Ama ne tuhaftır ki, anlattığı hikâyenin sertliğini bağışlatan şefkatli, uysal dili okuyanın kalbini yumuşatır. Refik Halit Karay’ın sürgün yıllarında yazdığı bu kısacık hikâye, sadece ‘dilsiz’ bir çocuk olmanın çaresizliğini değil, gurbetteki ‘dilsizliğin’ buruk bir özlemle insanı nasıl yaraladığını da anlatıyor.

Yetim kalınca Filistin’in ücra bir kasabasına halasının yanına gönderilen Hasan, anadilinin büsbütün işitemediği bir ortamda susar, hep susar. Öyle aylarca susar. Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırır. Satıcının karşısına geçen Hasan, merakla dişleri eksik, suratı sarı adamı seyretmeye koyulur. Ve aniden nerede olduğunu unutup ona “çiviler ağzına batmaz mı” diye sorar. Altı aydan beri yalnızlığından ürküp konuşmayan Hasan, çözülür. Durmadan, nefes almadan, ‘gevrek, billur’ sesiyle biteviye konuşur. Eskici onu, ‘erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü’ dinliyormuş gibi dinler. İşi biten Eskici’nin ardından “gidiyor musun” diye soran bir çocuğun acısını, kendine has zarif, akıcı, oyuncaklı üslubuyla anlatıyor yazar: “Sessizce, titriye titriye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle; bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak, içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor”. Bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağı için hıçkıra, katıla ağlayan bir çocuğu, Türkçeyi en güzel kullanan yazarlardan biri olan Refik Halit Karay, böyle yazmıştı. Kitabı kapadım.

Tamamını Oku

Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta