Eski bahçede, paslı sapını tutarken tulumbanın
küllenen ateşe sürdüğün cezve,
tozlu yaprakların gölgesinde çürüyen iskemlede
bir yandan seni seyrediyorum-
gençliğin canlanıyor belli belirsiz.
Birlikte türküler söylerdik kısık bir sesle.
Hangi yöne uçsan kırık kanatlarınla,
bil ki ardındayız biz de o yaralı geyikle.
Birkaç kişi, yaprakları sararmış
eski kitapların içinden.
Her şey ezberimizde
lanetlilerin lanetlediği ölümsüz metinlerden.
Yıllar sonra Alplerden inerken
bir dağ yolu mu bu diye kendine sorarsan
daha binbir soru varken zihnini kurcalayan
elinde bir dağlalesiyle seni karşılayan
şu küçük kızı alnından öp
ve dinlen biraz.
Dün gece kendimi gördüm düşümde
cebimde ipek mendil,
güvey tıraşı oluyorum Berber İdris’te,
kulağımda karanfil.
İçme şu mereti, diyor İdris
Tiryaki Tevfik Dayıma,
Neyle boğuşur insan
koşup yorulduktan sonra
geçmiş zamanın ardından
silik, karanlık anılarından başka
yapayalnız kalmışsa o yalancı pehlivan?
Temennalar, naralar,
Gollik Mustafa diye biri
Muhtaramcamın dünürü,
kaymakam ne zaman köye gelse,
cevizin altına masa kurulsa,
Gollik sofranın bülbülü.
Kaymakam ehlikeyf adam.
Son yağmurlar da dindi dinecek,
yazın habercisi kırlangıç
saçakta
senin o atlıkarınca gülümseyişinle.
Kanıt aramadı hiç; kuşku duymadı.
Düşündü durdu geride bıraktıklarını,
genç ölüleri.
Nereye yerleşeceklerdi karaya çıktıklarında?
İşte şu boş ahşap ev kıyıda, Rumlardan kalma,
O bildik sesi denizin aynı dili konuşan.
O göçebe kuşları da merak ederdin sen,
yılın hangi ayında geldiklerini,
gelirken hangi enlemlerden geçtiklerini,
yuvalarını nerelerde yaptıklarını...
Turuncu, altın sarısı, siyah tüylü o kuşlar.
Onları anlatırdım sana kış geceleri,
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!