Annem o son sonbaharın telaşlı yağmurlara ev sahipliği yaptığı sabahının çok erken saatinde ablamı giydirip - kuşattı, tuttu elinden bindi Şirket-i Hayriye’nin baca numarasını şimdi hatırlayamadığım yandan çarklısına kayboldu Sirkeci yönünde.
Annemin; babamın nöbette oluşundan yararlanan daha kararlı, özgür ve cesur kıldığı ses tonunun yüksek perdesinden anladım ki, ablamı babamın nöbette olmasından istifade ile kaydettirmek için Tomas Fasulyeciyan’ın tiyatro kumpanyasına götürecek yarın sabah.
Nasıl olsa en azından iki gün daha gözükmez babam ortalarda. Hesaba göre nöbetin bir günü, buna ilaveten nöbet uzadı adı altında Pangaltı’da madam Despina’nın evindeki kaçamağın da bir günü var ki. Rahatlıkla tüm kayıt işlemlerini tamamlar, Fasulyeciyan’ın programına uygun düşerse ablamın ilk provasını bile izler. Sonra da vakit rahatlığı içinde Şehzadebaşı’ndan Süleymaniye’ye, oradan Mercan’a düşüp Namlı pastırmacıdan yüzelli-ikiyüz gram pastırma alır, mısır çarşısında dolaşırlar; evimizde eksikliği bilinen ne kadar ot, çiçek ve sair nebatat varsa ondan şu kadar bundan bu kadar toplar. Ve Sirkeci’ye vapurun ezberlenmiş hareket saatinin on – on beş dakika öncesinde vasıl olunur. Eğer birde cesaretini toplayabilirse çantasının o gizli cebinde özenle sakladığı hanımeli cıgarasının narin ve incecik bedeninden masmavi bir akşam dumanı savurur, ablam sade gazozunun içindeki sakız leblebilerini sayarken.
Ama evdeki hesap, çarşıya uymama geleneğini sürdürmeye devam edecekti. Ve bunun hesabı da hep atlanıyordu.
Gerçi Sirkeci-Üsküdar vapuru, annemin hanımeli sigarası son nefesini vermeden yanaşmıştı rıhtıma ama babamın da evimizin kapısında çizmelerini gıcırdatan at arabası; annemle ablamı Sirkeci’ye götüren baca numarasını bilmediğim sabah yandan çarklısı belki tam yanaştı-yanaşacak iken Sirkeci rıhtımına şaklatıvermişti kırbacını. Babamın nöbeti uzamamıştı.
Babam; annenle ablamı evde bulamayınca çok kızdı. Bana sordu nereye gittiklerini. Duyduklarımı söyledim. Daha çok kızdı. hem anneme hem de Despina’ya ağıza alınmayacak küfürleri gözlerinden, şakak kemiklerinden, masaya vurduğu yelkovan yumruklarından mitralyöz gibi sıralayıp durdu. Sonra, benimle hiç konuşmadı, hatta yüzüme bile bakmadı. Arada kalkıp pencereye yöneliyor, gözlerini Sirkeci yönüne doğru kısarak dikiyor sonra tekrar gelip masaya oturuyor ve yelkovan yumruklarını masaya sıralamaya devam ediyordu.
Derken; akşam daha da çok erken kararıverdi. Yandan çarklı iskeleye yanaşırken salıverdi kapkara dumanlarını Üsküdar’ın belki de bizim gökyüzümüze. Babam yandan çarklının geldiğini anlayınca koltuğunun yönünü evimizin giriş kapısına doğru çevirdi, oturdu ve gözlerini kısarak bu kez kapıya dikti ve beklemeye başladı.
Başımı ellerimin arasına aldım. Çalışmakta olduğum cebir dersleri kitabım masamın üzerinde idi. Başım ellerimin arasında, gözlerim açık, yüzümü kitabıma bastırdım. Kitabın kapağında ne yazdığını bilmesem bu kadar yakından bakınca okumak mümkün olamıyordu ve bir şeyleri daha iyi okumak, daha iyi görmek ve daha iyi de öğrenmek için daha uzaklarda yer almanın (ama en arka sıralarda değil) daha doğru olacağı gibi bir hayat dersini bu akşam alıp yaşam felsefesi sepetime yerleştirdim. Başım ellerimin arasında,
Yüzüm kitabıma neredeyse yapışmış, gözlerim açık, cebirde dolaşıyorum sisler arasında bir sabah gölünde kürek çeker gibi.
Birden annemle ablamın telaşlı ayak seslerini duydum. Anlamış gibiydiler babamın geldiğini. Ayak seslerinin telaşlı ve bir o kadar korkulu adımlarla evimizin kapısına doğru yaklaştıklarını, kapıyı yavaşça açtıklarını, babamın koltuğundan doğrulduğunu, annemle ablamın ayakkabılarını çıkarıp ellerindeki küçük paketleri sessizce portmantonun üzerine bırakırken yan gözle babamı izlediklerini görmedim ama duydum, ya da hissettim.
Ve babamın elini beline attığını, uzun namlulu ve toplu tabancasını annemin üzerine doğrulttuğunu, sonra dört el silah sesini, kan ve barut kokusunu, ablamın çığlıklarını.....
...
Koşuyorum, ablamın çığlıkları peşimden geliyor. Ve iki el silah sesi daha. Çığlıkları duymuyorum artık. Koşuyorum, Tunus Bağı’ndan Bağlarbaşı’na doğru. Dört bir yanım yemyeşil. Mevsim şartlarının aksine adını bilmediğim binlerce boynu bükük kır çiçeği.
Cevat ÇeştepeKayıt Tarihi : 11.3.2007 11:52:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
oldukça eski tarihlerde ve şimdi hiç hatırlamadığım nedenle yazmaya çalışılmış bir öykünün küçük özeti. bir yerlerde bir şekilde yaşanmışlığı ya da bir yerlerden duyulmuşluğu tartışılmaz 'cebirsiz' yaşamlara ait bir Üsküdar Cinayeti.
![Cevat Çeştepe](https://www.antoloji.com/i/siir/2007/03/11/cebir-dersleri-kisa-bir-oyku-2.jpg)
Öyküyü,akıcı uslubunuz ve şirin detayları sayesinde
keyifle okudum.Bana çok âşina olan detaylar sayesinde,biraz da yaşadım.Benim ömrümün 30 küsur yılını yaşadığım konak da,zaten,Tunusbağı ile Paşakapısı arasında,o zamanki adıyla Çatmacılar sokağı idi.Belki de size karşı ilk satırlarınızı okuduktan sonra hissettiğim sıcaklık,biraz da komşuluktan kaynaklanmış olabilir.
Güzel öykü için sizi kutlarım.Saygı ve sevgilerimle,
(NOT)Şirket-i Hayriyenin tüm vapurları 64 numara idi
ÜNAL BEŞKESE
Güzel bir anlatım ama iç yakıcı bir öykü. Kutluyorum. Saygılarımla
TÜM YORUMLAR (3)