Bu Şehirde Veliler, Şairler Ve Maşuklar ...

Ayşe Balta
71

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Bu Şehirde Veliler, Şairler Ve Maşuklar Ölmez,Öleniyse Kediler Teselli Eder

Farid Farjad inletiyor yine kemanı… Pari Kojaee (Yalnızlık Kutsaldır) … Bu melodiyi telefonuma yükleme gafletinde nasıl bulunduğumu bilemiyorum. Telefon her çalışında Farjad da ömrümden çalıyor sanki. Adamı hırsız ettiğime mi yanayım, ömrümü çarçur ettiğime mi, yoksa numaramı çeviren her bir kişiyi faili kendilerince meçhul, şahsımca malum katliamlara sürüklediğime mi?

Arayan kişinin kim olduğuna bakmasam… Telefonu açar açmaz; ‘ Buyurun ben biraz daha ölmüş Meryem, az evvel beni aramakla bir miktar daha öldürdünüz de… ‘ desem… Kim olduğuna bakmasam, katilimi bilmesem… Ama telefonu açsam… Hadi aç şu telefonu, kapatacak yoksa sabırsız katil!

-Alo! Buyurun, ben Meryem
-Meryemciğim merhaba, ben Sena, nasılsın canım?
-Elhamdülillah… Ölüp ölüp diriliyorum işte…
(Hafif bir kahkaha) Peki ya sen?
-İyim çok şükür, aaa! Ölüm demişken…
-Evet ölüm demişken…
-Ölüm demişken… (Gürülütlü bir sessizlik) Hani bizim Zehra vardı ya?
-Evet var…
-İşte onun ağabeyi Yusuf, Yusuf Ziya…
-(Yusuf Ziya sesine müptela kulaklarım ne yapacağını şaşırdı, kulak zarım kıpkırmızı kesildi, heyecandan zangır zangır titriyor… Birazdan Yusuf Ziya’yı zikredecek dudaklarım sarhoş, dilim sanki ağzımda buyuyor. Peltek bir sesle …) Yusuf Ziya?
-Vefat etmiş dediler!

Telefonu kapatmasam, ilkin katilimi öldürsem, sonra Farid Farjad’ı, daha sonra ruhu az evvel arkasına bile bakmadan kendisini terk eden bedenimi ve en son ölümü… Yusuf Ziya’yı öldüren ölümü öldürsem en son…

On yedi sene evvel gamzenin çukuruna düştüm Ziya… On yedi senedir o çukurdan kurtulmaya çalışan ben, tam kuyunun ağzına vardım derken, bir zerre ışığı Meryem’e çok gören sen! Ziya! İttin yeniden dipsiz kuyuların, sen düşüncesiyle ziyalanan tükenmek bilmez karanlığına… Ah Ziya! Hz Yusuf’un ağabeylerinden de zalim Yusuf Ziya! Kuyuya atılan Yusuf’un torunu; ‘Kuyuya atan Yusuf Ziya! ’

Farid Farjad’ı öldürdüm mü bilmiyorum, katilimi haklayıp haklamadığım konusunda da fikrim yok. Ruhum zaten firar etti… Tüm bu düşüncelerle cebelleşirken kendimi Dolmabahçe’de buldum. Bir çınar, iki çınar, üç çınar… Beşiktaş’a varıncaya kadar kaç çınar sayabilirsem kârdaydım. Beynim çınarları saymakla meşgulken, Aziz İstanbul ruhumu eritip de kalıpta dondurur, kendisi gibi toprağa kondururdu belki. Bu sayede ölüm ile hesaplaşma fikrinden bir nebze olsun uzaklaşabilirdim.

Çınar yüz on üç, çınar yüz on dört… Yüz on beş demeye fırsat bulamadan, sol taraftaki Dolmabahçe Saray’ından ince bir sızıltı geldi. Yüz on beş sene evvel saray ahalisinden bir çocuk, bahçedeki su kuyusuna düştü, İstanbul bir yandan çıldıran annenin sırtını sıvazladı, diğer yandan kulaklarımı tıkayıp başımı diğer yöne çevirdi. Elimden tutup yürü diye fısıldadı şefkatle. Yürüdüm… Çınar yüz on altı, yüz on yedi... Üç yüz on beşte Beşiktaş sahilini fark ettim. Saymayı bırakıp boğaza yöneldim. Üsküdar vapuru iskeleye yanaştı ben sahile varmadan. Yetişsem Kızkulesi’yle dertleşmeye gidecektim, yetişemedim… Vapura yetişemedim, Ziya’ya yetişemedim... Diye saydıracak oldum ki susturdu beni cefakâr İstanbul. Tutup yeniden elimden Çırağan’a götürdü. Üç yüz on beşten devam ettim saymaya. Beş yüz on üçte sola kıvrıldım. Beşiktaşlı Yahya Efendi, türbesine giden yokuşun başında durmuş beni bekliyordu. Göz göze gelecek olduk, başımı eğdim. Tırmanırken yokuşu çok tökezledim, düşe kalka ilerledim… Efendi Hazretlerinin yanına vardığımda kan revan içinde ‘ Yusuf gitti, etraf ziyasının karanlığına belendi’ diyecektim sus işareti yapıp, yanaklarımı sildi usulca. Sustum… Türbenin kedilerine emanet etti beni hazret. Kedicikler önce bacaklarıma sürtünüp teselli ettiler. Ebu Hureyre (ra) ’ın selamını teslim ettikten sonra türbenin arkasındaki mezarlığa götürdüler sukutla. Mezarları saydım tek tek… Çınarlardan çoktular! Ben oraya varmadan gömmüşlerdi sarayın bahçesinde boğulan çocuğu. Onu da gördüm. ‘Ama Yusuf’u göremedim’ dedi dudaklarım. Üzülme dedi İstanbul, üzülme… Kedilerden birine göz kırpmasıyla kedicik gidip bir mezarın başına oturdu. Mezar taşında ‘sarayın bahçesinde boğulan çocuğun annesi’ yazıyordu. Ben Yahya Efendiye kavuşmadan, anne evladına kavuşmuştu bile. ‘Her ayrılık vuslatla biter’ dedi İstanbul, dudağında hafif bir tebessümle. Tebessüm etmesiyle sol yanağındaki gamze arzı-ı endam etti. Hapsolduğum kuyuya ne kadar da benziyordu. Kuyunun dışında bir kuyu… Düştüğüm kuyudan kurtarmak için canhıraş kendisine çeken bir başka kuyu! Kuyumun dibinden diğer kuyuya bakarken korkuyla, Fatih Sultan Mehmet belirdi atının sırtında. Boğaz Köprüsünü sarkıttı mütevazi ihtişamıyla... Aşka ihanetten korktum… Tutmayacaktım… Mavi gözleriyle öyle bir tılsım yaptı ki İstanbul, elimi nasıl ve ne zaman uzattığımı fark edemedim. Diğer kuyunun aydınlığının sarhoşluğuyla olsa gerek, kendimden geçmişim…

Ayıldığımda Fatih Sarıgüzel’deki evimin salonundaydım. Öldüğüm yerde yani… Ölürken düşürmüşüm telefonu elimden. Üç ayaklı sandalyenin sol arka ayağına yaslanmış, başı önde… Utanıyor belli ki suça alet olmaktan. Ve çok geçmeden batırıyor yine Farid Farjad kemanının yayını sineme. Farjad yayı sapladıkça kanıyorum. İstanbul gözlerimden akan kanı siliyor, ‘kanadıkça iyileşecek bu yara ’ diyor. Kanadıkça iyileşecek…

Ve kucağına alıp özenle camın kenarına oturtuyor kanamalı hastayı. Başımı uzatıyorum pencereden, Necip Fazıl duruyor karşımda. Beyoğlu’ndaki Ağa Camiine, mürşidinin yanına giderken duymuş sesimi istemeden. Bir de Farid Farjad’ın kemanının iniltisini tabi... Farjad yine kime saplıyor hançeresini diye merak edip kulak kesilmiş. Yüzümün halini gören üstadı bir titremedir tuttu, gözlerinden boşalan yaşlarla pansuman yaptı İstanbul yüreğime. Fazıl’ın yaşlarını sildikçe kuruttu, tuzlu yaşa belenen yüreğim belendikçe sızladı. ‘Sızlayarak iyileşecek’ dedi İstanbul, sızladıkça iyileşecek… Başımı yaramdan alıp Sarıgüzel’in kimsesiz sokağının ortasına bakıyorum, yolun karanlığa saplanan noktasında sanki Fazıl’ı bekleyen bir hayal görüyorum. Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık, evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar. İn cin uykuda, yalnız üstatla ben uyanık. Üstat gidiyor, ben çilekeş yalnızların annesine bakakalıyorum öylece…

Çok geçmeden Necip Fazıl’ı bekleyen hayalin Yahya Efendi türbesindeki kedilerden biri olduğunu fark ediyorum. Hani Ebu Hureyre’nin selamını getiren… Üstadı selamlayıp, penceremin karşısında dikiliyor içimde yaşamış bir insan gibi. Şirin patisiyle ‘gel’ işareti yapıyor, gidiyorum…

Ben gidiyorum, kedicik gidiyor. Ben gidiyorum kedicik gidiyor… İki yanımızda sel gibi akıyor fenerler. Tak tak ayak sesimizi işitiyor aç köpekler.

Köpeklerden kaçarken Eyyüp’ te alıyoruz soluğu. Ayaklarım Ebu Eyyub Halid Bin Zeyd Hz.’ nin makamına götürüyor beni. ‘Efendimiz’ e selamımı iletebilir misiniz hazret? ’ diyorum. ‘Lütfen benim için dua etsin, zira dayanacak gücüm kalmadı’ diye inliyorum. Selamımı ileteceğini biliyorum, selamı iletmek farzdır, iman ediyorum…

Kedicik huzurdan ayrılıyor ulvi bir saygı ile. Boynum bükük ‘esselamu aleyküm’ diye fısıldayarak takip ediyorum ben de ardı sıra. Pierre Loti mezarlığına doğru yöneldiğini fark ediyorum. Bir an gözden kayboluyor, mezarlığın içinde ilerlerken. Telaşla etrafıma bakınıyorum… Bir mezar taşının üzerinde sessizce ağlarken buluyorum. Mezara yaklaştığımda Necip Fazıl imzasını gören gözlerim inanamıyor. ‘Neden inanamıyorsun ki’ diyor İstanbul. ‘Üstat, Arvasi Hz.’ lerine ulaşamadan, Arvasi Hazretleri Hak’ ka kavuştu. Hazret Hak’ ka kavuşmadan, Üstad Hazrete yetişti. Her gidiş erkendir, kavuşmalarsa aceleci. Sabredersen kavuşacaksın, sabredersen kavuşacaksın…’

Birer Fatiha uçurup, devam ediyoruz yolumuza. Tepede Pierre Loti ‘İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı’ yı söylüyor. Şaşırıyorum… ‘Bu şiir Orhan Veli’nin değil miydi? ’ diyorum, gülümsüyor kedicik. ‘Aslında her şair aynı şeyi söyler’ diyor. ‘Peki Loti Necip Fazıl’dan ve Orhan Veli Kanık’tan önce yaşamamış mıydı diyorum’, ‘Şairler ölmez’ diyor. Şairler ölmez… Kediciği kucağına alıp ekliyor İstanbul; ‘Benim sinemde veliler, şairler ve maşuklar ölmez.’ Bir bakıyorum Yahya Efendi, Arvasi Hazretleri, Fatih Sultan Mehmet Pierre Loti, Orhan Veli, Necip Fazıl Kısakürek hep bir sofrada çay içerek halici seyrediyorlar. Biten çayları tazeliyor gençten biri… Seçemiyorum önce, iyice bakıyorum, Yusuf Ziya diyebiliyorum sadece. Yusuf Ziya… Yaram son kez kanıyor, son kez sarıyor İstanbul yaramı, son kez ağlıyorum… Ben ağlıyorum, kedicik ağıt yakıyor.

ayşe balta
ocak 2010

Ayşe Balta
Kayıt Tarihi : 8.3.2010 12:47:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Ayşe Balta