_____________________* ölürken
Neden olduğunu tam bilemiyorum, saatini de. Sanırım yuvarlandığım küçük bahçenin en gözden ırak köşesinde haklı gerekçelerimin parantez başlarını meze yaparak, fasılasız sarhoşluğuma kanat açtığım, sıra dışı birikimlerimin gözlerimden alev gibi fışkırdığı ve henüz terlemeye başlamadığım bir andı. O boncuk gibi terlerimi henüz dökmeye başlamamıştım. Belki tam o an kendimle sevişmeye zorlansam durumu bir defalık kurtaracak ve ölmeyecektim.
Kolumu dirsekten dayadığım, bir kere göz gezdirildikten sonra artık okunmasına gerek kalmadığına inanılan günlük ucuz gazetelerin üzerine serildiği beyaz plastik masadan boşluğa düşüyor gibi oluyor ve yere yuvarlanıyorum. O ana kadar oturduğum beyaz plastik sandalye de benimle beraber geliyor. Başımı ne olduğunu göremediğim sert bir cisme çarpıyorum. Ve sıcak bir esinti geliyor alnımdan aşağı doğru, gözlerimin üstüne. Kan çanağı içindeki gözlerimle çimleri yer yer dökülmüş toprak zemine bakıyorum en yatay çizgimden. Ayaklarımı hafifçe oynatmaya ve hangi yaşamımın neresinden soluk aldığımı anlamaya yelteniyor ama yanıt alamıyorum. Toprak kokuyor sadece, lavanta da. Ama ayaklarımı oynatmaya yaşamım izin vermiyor. Yoksa bundan böyle yürüyemeyecek miyim. Olur mu öyle şey. Bütün kokuları duyuyorum ama ayaklarımı kıpırdatamıyorum yerinden. Peki ya ellerim …, kollarım …?
Kan; göz pınarlarımdan aşağı, burnumun kenarından dudak çizgime doğru yeni yol bulmuş bir küçük dere gibi akmaya devam ediyor ve ilerlediği her santimde içim biraz daha boşalıp çekilmeye başlıyor. Boşalıyorum sanki parmak uçlarımdan bir yerlere doğru. Demek ki o çok kritik anlarda söylenebilecek başka şey bulunamadığından söylenebilen tek yerdeyim. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide.
Evet o ince çizgide gidip geliyorum dengemi bozmadan. Çok eskilerde de buna benzer bir şeyler duyumsamış mıydım. Ara sıra korkusuzca yaptığım bol salçalı ukalalıklarımın kendimce alkış gördüğüne inandığım zamanlarda hep denge diye bir şeyleri gündemlerimizin orta yerlerine döktüğüm geliyor aklıma estikçe.
“Çok usta bir trapez sanatçısı olarak bir sirkin en tepesinde buluyorum kendimi. Bembeyaz giysilerim ve bembeyaz saçlarımla. Çadırın üstlerinde bir yerlerde incecik bir çelik telin üzerinde gösterimi –belki de hayatımı yaşıyorum – Çağımın kendi dalında usta tüm gösteri sanatçıları aşağıdaki pistte tüm hünerlerini – belki onlar da yaşamlarını – sergiliyorlar. Bir ok atma ustası örneğin, hedefe montajladığı, bakmalara kıyılamayacak kadar güzel bir kadının gözlerinin içine dolarak oklarını savuruyor. Okların hepsi hedef tahtasına kenetlendikçe çıkardıkları rüzgarlardan kadın sarhoş oluyor ve ağlıyor. Bir başka köşede nasıl becerebildiyse, bir kürenin üstüne yerleştirdiği yüksek merdivenlere, garibe boyalı yaşlı bir palyaçonun tırmanışını, defalarca tırmanışını ve buna rağmen soluğunun kesilmeyişini yaşıyor sirk. Bir başka yerlerde de bir başka gösteriler. Ben o incecik halatın üzerinde denge gösterimi yaparken.”
Kolumu dayadığım beyaz plastik masadan boşluğa düşüyorum, başım sert bir şeye çarpıyor. Başımın çarptığı yerden akan kan gözlerimi kan çanağı içinde yüzmeye zorluyor. Kan çanağı devriliyor ve yarısı dökülmüş çimlere ufuk çizgimden baktığım yere gözlerim düşüyor. Bir toprak böceği ile burun buruna geliyorum. Kendisini saklamayı pek becerememiş bir toprak böceği ….
Böcek, sen kimsin?
İp kopuyor …
Neden ağlardım eskiden sevdiğim ezgilere?
_____________________* yolda
Daha önce hiç ambulans çağrılmış mıydı bana. Belki Çağrılmışta gelmemiş miydi. Bu kez geliyor. işlerini iyi bildikleri, göğüslerine iğnelenmiş kimlik plaketlerinden, kaşlarını hafifçe yukarıya kaldırışlarından, adım atışlarından ve hiçbir şeyi umursamaz tavırlarından belli. Ambulanstan aldıkları sedyeyi koyuyorlar yanı başıma. Ve iki kişi baş tarafıma diğer ikisi ayak uçlarıma yerleşip karga tulumba alıp yatırıyorlar beni sedyenin üzerine. Bir kadın var ambulansın içinde ve elinde bir serum şişesi. sanki onu bir yerlerden çok iyi tanıyorum ya da öylemi sanıyorum.
Alıp götürülmeye hazır haldeyim.
Alıp götürüyorlar.
Böcek aşağıda yalnız kalıyor., gözlerimle göz göze. arkamdan gözleri doluyor. Ben ambulansın içindeyim.
-Tanırdım diyor birisi, çok zengin ve ünlüdür. Ama çok içerdi. Demek ki karaciğerden gitti, dayanamadı –
-sanmam diyor diğeri. Bende çok iyi tanırdım. Her zaman aşıktı. Sevdi mi tam severdi. Bütün yaşamı, ağaçları, kuşları ve hele de böcekleri.
Böcek sever mi insan, işte bu severdi. Haa bir de kadınları. (siyah çoraplı bir kadın var mıdır yaşamında ben bilemem) Yüreği dayanmamıştır. Kalptendir.-
-Hayır, hayır, hayır … sanıldığının ve bilindiğinin aksine yoksuldu. Yoksulluğunun nereye varacağını düşünürken de sigaranın birini söndürüp birini yakardı. Günde üç-beş paket belki. Ciğerleri parçalanmıştır. O kadar nikotin. –
-Bakın, bakın diyor bana en uzakta duran dördüncü sedye tutucu. Alnından vurmuşlar, alnından. Düşmanı çoktu, ama dostu da vardı hani. Hem de hatırlı adamlar demek koruyamadılar. Yazık –
Sonra elinde serum şişesi taşıyan, bir yerlerden çok iyi tanıdığım kadın yavaşça yanıma yaklaşıp üzerime eğiliyor. Rengi saçlarımın rengine dönmeye yüz tutan tenimi görüyor ve:
- ölmüş diyor., kan kaybından -
______________* bekleme odası
Çelik bir çekmecenin içine kilitlenip sonsuzluğa hazırlanmam için bir süre tanınıyor. Bekleme odasındayım sanki. Böyle soğuk mu olur yaşam sonrası sonsuz yaşamların beklenildiği bekleme odaları. Donduracak kadar soğuk nefesler esiyor çelik çekmecenin içine. Nereden geliyor anlamıyorum ama neredeyse de donmak üzereyim. Ne yapmak istediklerini bir bilebilsem. Bu hazırlık süresi, bu bekleme ne zaman bitecek. Ve birde tarifsiz bir aydınlık. Aydınlıkla yüz oluyoruz ama göz olamıyoruz. Gözlerim düştükleri yerde kalmamış mıydı. Düşenler hep düştükleri yerde mi kalırlar. Düşenler düştükleri yerde yitip kaybolacaklarsa yaşayanlar anılarını hep düşenlerin kaldıklarını bildikleri yerlerde mi tazelerler .
Bekliyorum. Kıpırdamadan upuzun yattığım yerde. Ellerim hazır ol halinde ama ayaklarım birbirine yapışmıyor.
Ayaklarım …. Kıpırdamıyorlar hala neden. Bir ağırlık var sanki üzerlerinde, kıpırdayamıyorlar. Bir fotoğrafta görmüştüm. Yaşamının sonunda, yeni bir yaşama hazırlananların bekleme odasında beklemeleri sırasında ayak baş parmaklarının birisine isimlerinin ağırlıklarını asıyorlardı. Benim ismim çok ağırdı. Belki ondan kıpırdamıyorlardı.
Şimdi bir sigarayı şöyle dört başı mamur tellendirmek zamanıydı oysa. Sevişilirdi belki ya da kitap okunurdu. En güzeli; önce sigara içilir, sonra sevişilir ve tam mayhoşluk zamanına gelince de hiç öyle kafanı yormayacak rasgele bir kitabın sayfalarına numaralanıp gidilirdi.
- Ne düşünüyorsun diye sorulmazdı –
- Hazırlayayım mı bir şeyler içmek ister misin –
- ……? –
Varsıllık zamanımdan kimse yok yanımda, yoksulluklarımdan da. Ağaçlar ve kuşlar da yok.
Hane halkımı yanlış yerlere mi gönderdiler yoksa. Burada olmaları gerekmiyor muydu. Ya diğer dostlar, uzak-yakın akrabalar, konular-komşular, çocukluk arkadaşlarım. Kazım mesela, adına şiir bile yazmıştım “ hani bir ayağı hafiften aksardı / kardeşinin sarı, sapsarı saçları vardı”
Seviştiğim kadınlar nerede. Çok güldüğümüz, çok ağladığımız, çok seviştiğimiz kadınlar nerede. Peki, sen nerdesin. Hiçbiri-hiçbiriniz, neredesiniz.
Gidiyorum ulan, bir daha hiçbirinizi görmeyeceğim, hiçbiriniz beni bir daha görmeyeceksiniz. Gidiyorum ulan hoşçakalın demek istiyorum içinizden birilerinize, hepinize, hiçbirinize.
Şimdi sadece ihanet miyim. Sadece akıllarınızda kalan, kapılara, duvarlara inen yumruklar mıyım. Hep aynı sarhoşluklarımda mı kaldınız.
Beraber demlemdiğimiz bir duble rakının, beraber dinlediğimiz hiçbir türkünün hatırı gelmiyor mu hatırınıza. Yazdığım mektuplar, okurken ağladığım şiirler. Ya sizler nerdesiniz, ya sizler ….
Canım sıkılıyor ……
__________________* ve karanlık
Aceleyle kazılmış bir çukura rendelenmemiş ama boyuma uygun bir tahta sandık içinde neredeyse atılıyorum. Sadece, birbirine paralel ışık huzmeleri olarak gövdemin üstüne inen yaşamın içinde kalanlar, görevlerini yapıyorlar. Toprakla beslemeye çalışıyorlar beni. sarıp sarmalıyorlar neredeyse. Kürek kürek. Ağzımdan, burnumdan, göz çukurlarımdan içeri toprak doluyor. Soluğumu burnumdan verip, dilimle damağımı perdeleyip toprağın içime dolmasını engellemeye çalışıyorum. Olmuyor, olmuyor …
Gece iniyor yeryüzünün bu yarısına, öldüğüm kente. Bir uzak camide ezan okunuyor . Başka sesler de, anlamadığım, bilmediğim, sevmediğim (toprakla dolmuş olmasına rağmen) başka sesler de geliyor kulağıma, sonra onlarda susuyor. Sesler; kendi dünyalarına boyanıp, orada yaşayan anılar olmak üzere uzaklaşıyorlar.
Şimdi sessizlik ve yalnızlık. Cennete gideceğimi ya da cehennemi boylayacağımı bana birileri ne zaman tebliğ edecekler. Sivil görünümlü görevliler ; hilkatın garibesi kalabalıkları arkalarına alıp/almayıp gelecekler saygısızlıklarının bütün saygısı ile. Sundukları tebliğin içeriğinin esasen bence de biliniyor olması gerektiğinden (çooook önceden hemde) eeee …hadi bakalım diyerek bakacaklar suratıma, ama ne zaman …
Yapayalnız karanlıklarda volta atar gibi düşlüyorum kendimi …..
______________* böcekler kentinde
Bir ses….. bir şeylerin toprağı eşelemesi, karışlaması gibi. Sırtında taşımaya zorlandığı yükün çıkardığı kan-ter sesleriydi toprağın karışlanması, eşelenmesi …
Şaşkın, ufuksuz ve allak-bullaktım. Karşımdan doğru küçük adımları ile bir böcek geliyordu. Yaklaştı iyice burun ucuma kadar.
- Al bunları dedi böcek, (kim olduğunu hala bilmiyordum) hadi al gözlerini.
- Sen kimsin diyorum (kim olduğunu anlamıştım) sen kimsin böcek –
- Önce al gözlerini diyor böcek sonra konuşuruz. Konuşmak için sonsuzluk var önümüzde.
Gözlerimi alıyorum.
Böcek konuşuyor ……… -
Sonra …uzaklaşıyor, başka bir şey söylemeden. Toprağı karıştırarak, sırtındaki yükün terinden ve ağırlığından kurtulmuş olarak. Gözlerimi bıraktığı yerden alıp özenle yerine oturtuyorum.
Sonra oluyor.
Sırılsıklam bir toprak solucanı egzotik danslar sergileyerek düşüveriyor tam orta yerime. Sakinim, yüreğim ağzıma gelmiyor yani. Sessizliğin içinde raksın en yüksek nağmelerini sunuyor yan gözle beni süzerek. Biraz arkama kaykılıyorum. Sırtımı dayayacağım sağlam bir arkalık her zaman buldum mu kendime. Solucanın raksını izliyorum. öyle hafife alınacak bir izlence değil bu. Giderek üstüme gelmeye başlıyor üstelik. Şaşırıyorum, bir yılan kıvraklığında muhteşem görsel çizgiler çiziyor üstümde. Bu olağanüstü gösterinin tanıklığını “kör beklentilerim” öncesinde nasıl hazmedersem öyleyim. Coşuyorum sadece sırtımı dayadığım yerde..
- Devam et solucan, devam et. Durma haydiiii Hep böyle. –
Ben devam et, devam et diye yudumlanırken solucan raksını devam ettirmiyor. Tam orta yerimde iken başını hafifçe kaldırıp gözlerime doğru uzanıyor. Bende şaşkın, suskun ve kırılmış vizyonumla gayri ihtiyari solucana doğru eğiliyorum. Ağızlarımız yaklaşıyor birbirine.
- O ne olağanüstü bir gösteriydi öyle –
Solucan ağzımı hafifçe ağzına dokundurup geri çekiliyor.
- O getirdi gözlerini değil mi diyor –
- evet diyorum, o getirdi –
Solucan biraz daha geri çekiyor kendini ama gözlerini gözlerimden kaçırmadan.
Solucan konuşuyor.
Solucan gözlerini üzerimden kaçırmadan geri geri sürünerek ama danssız uzaklaşmaya başladı.
- Gidiyor musun dedim …-
- Hayır dedi gitmiyorum, burayım ve seni izliyor olacağım … Ve vereceğin yanıtı … Yani bu işi ben yaparım demeni …. Sonra da yaparsında karşılığında ne beklersin...Bir de o tarafı var işin. Hani yaparım da… Sonrası…Onu da öğrenmek istiyorum. Onun için buradayım, bekliyorum.–
.
(*) burada hikaye olup daha önce yazdıklarım ama şimdi çoğunuzun midesinin kaldırmayacağını düşünerek tarafınıza aktarılmayanlar, böceklerin beklentileri ve durumları özetle:
Yer altı (toprakaltı) dünyasının bu kentinde, zeka düzeyi neredeyse sıfıra yakın bu küçük yaratıklar binlerce cins karışıklığın karmaşası içinde gizli, garip ve anlamsız bir iktidar kavgası içindedirler. Ama neyi nereden tutarak işe başlayacaklarını bilemediklerinden çaresiz, diğer cinslerle kendi ortak noktalarını bulamadıkları içinde yapayalnızlardır.
birbirlerinden farklı sevişmeleri var zannederler ama öyle değildir.
Ve gene hiçbirisi düşünmenin ne olduğunu bilememektedir. Tek eksiklilerinin düşünmeyi bilmedikleri olduğunu bilmemektedirler. Sadece bir şeyler yapmaları gerekiyordur ama ne. Benden istedikleri ise işte bu ilk şeylerin yapılmasını sağlamamdır. Ve ödülleri vardır birde. Gerçekleştirebilirsem istediklerinin bana verecekleri. Hiçbirisi benim yanıma yaklaşmayacak ve bana dokunmayacak, sağımdan solumdan tırtıklamaya kemirmeye kalkmayacak ve toprağın bedenimdeki etkiyi özel salgılarıyla derecesizliğe indirecekler ve çürümemin önüne geçecekler. Ve bir şekilde bu karanlıktan bilinen aydınlıklara çıkarılma nedenim oluşursa da o zaman kaşımdan, gözümden, sırtımdaki benimden tanınacak şekilde yeryüzüne geri dönmemi sağlayacaklar. Dönebileceğim yeryüzü aydınlığına. …Güleyim mi …..
_________________* oyun oynar gibi
Laf olsun diye kabul ettim böcek ve solucanın getirdikleri öneriyi.
Oyunun sonucunda kazanacak olana verilecek küçük bir ödül koyarak başladım oyuna ya da işime. Sağ elimin küçük parmağı tüm öğretilerimi ilk kavrayan ve uygulayan gruba ait olacaktır diyerek. Ve küçük parmağımı tahrik gücü yüksek bir bomba gibi gözlerinin önünde sıkça dans ettirerek verdikleri söze göre bana ödül olarak giydirilen dokunulmazlık zırhına rağmen iştah damarlarının debisini sürekli yükselterek.
Mezar sessizliğinde kıyametler kopmaya başlamıştı …
(*) Gene burada hikaye olup daha önce yazdıklarım ama şimdi çoğunuzun midesinin kaldırmayacağını düşünerek tarafınıza aktarılmayanlar, böceklerin, solucanların, çıyanların ve diğerlerinin bu oyun içinde ve sonucundaki gelişimleri de özetle şöyle:
Küçük parmağım arada bir ortada dans ettikçe; önce birbirlerinin gözlerinin içine bakmaya başladılar. sonra ağızlarını kenarlarına küçük kıvrımlar koyarak gülümsemeyi öğrendiler. Birilerinin toprağı eşeleyip ortaya çıkardığı besin değerli kırıntılara el sürmemeyi, kendi cinsleriyle birlikte sürünür yada küçük adımlarıyla dolaşırken karşı cinsten olup karşıdan gelenlere çarpmamayı da öğrendiler. canları istedikçe seviştiler. çocukları oldu bir sürü, benim gibi değil ama bana benzer ölenler oldu. ölenleri ayak altında bırakmadılar. Sonra kendi aralarındaki oyunlarına bir kişi daha gerektiği anlar oldu. O an başka cinsten kim geçiyorsa ona yer açtılar. Eeee bu kadar da olmaz diyeceksiniz belki ama karşılıklı dans etmeye başladılar yani dans etmeyi öğrendiler. Ortada oynattığım küçük parmağıma ilgileri azaldı. Ve bana da hiç dokunmadılar.
Arada ters durumlar olmadı mı, oldu …Ama benim yaşadığım dünyada da olmuyor muydu. ihanetler, sırttan bıçak sallamalar. Ben bu tür ihanetlerin sonucunda gelmedim mi kan kaybından öleceğim bu günlere ….
Yanlışları oldu, düzeltmeyi, eğrileri oldu doğrultmayı gözlerimin içine soru dolu gözlerle bakarak öğrendiler.
Ve en sonra da düşünmeyi ….. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum …
Alışmıştım fena halde, umursamıyordum bile. Etim, kemiğim, gözlerim ve sırtımdaki benim yerli yerindeydi ta. Ha o taraf ta ha bu tarafta pekde fark etmiyordu yani. Tam böyle değildi gerçi ama neyse.
-Bir gün dedim ki ortalık yere,..Siz benim ismimin ne olduğunu biliyor musunuz … İsim …..? Onlara isim ne demek onu anlattım, ne işe yarar, herkesin, her şeyin bir ismi neden vardır …..Mesela benim ismim ne zaman ve kim tarafından konmuştur ….
Bir solucan anne bir kenarda sessizce dinlerken hemen yanı başında kıvrılıp uyumakta olan ve henüz birkaç gün önce doğurduğu yavru solucana bakmaya başladı …Anladım…Ona bir isim düşünüyordu ….
__________________* bundan sonrası
Bundan sonrasını çok kısa kesiyorum.
Çok sonra bir gün, yeni dünyamıza gürültüler, toprak dalgalanmaları ve yeniden sesler gelmeye başladı. Gelenleri ne olduğu belli değildi ama böcekler, solucanlar, çıyanlar ve diğerleri paniğe kapılmadan buldukları en yakın deliğe saklanmaya çalıştılar.
Sandukamın bildiğim çizgilerine bir kazmanın ağır sivriliği ve bir küreğin yumuşaklığı çiziliverdi. Öldüğüm gün, ambulansta gördüğüm, bir yerlerden çok iyi tanıdığımı bildiğim o kadının saçları gözleri ve her şeyi gölge olup sandukamın parçalanmış kapağından içeri doldu.
Ellerini uzattı, ellerimden tuttu.
Çekip aldı beni mezarımdan yukarıya doğru. Elinde bu kez serum şişesi yoktu.
- Niye dedim
- Niye dedi sen ölmemiştin ki ….
- Niye dedim, o zaman serum şişesi ile oturuyordun baş ucumda?
- O görevim dedi.
- Görevin?
- Yani dedi, hadi gel benimle ….
Beraberce yürümeye başladık selvi boylu yollardan. Karanlık mı….aydınlık mı… Lavanta kokuları karanlık, aydınlık dinlemiyor.
- Seni seviyorum …
- Seni seviyorum …
göz göze yıllarımızı geçirmeye doğru kanat takıp yürümüyor, uçuyoruz.
______________________* final
Göz gözeyiz. Ve yıllarımız geçiyor. Çocuklarımız oluyor. İki tane. Biri kız diğeri oğlan., sevişmelerimizden.
Bir akşam vaktindeyiz. karşı karşıya ve göz göze.
Sevdiğim kadın, çocuklarımın annesi birden fırlıyor oturduğu yerden, gözlerini gözlerimden alıp korkuya döndürüyor ve omzuma doğru saldırıyor. Bir şeyleri kovalıyor sanki. Şaşırıyor ve korkuyorum. Neler oluyor. Gözlerindeki korkudan korkuyorum.
- Neler oluyor ….
- Bir böcekti diyor …Bir böcek vardı omzunda …Boynundan içeri girecekti…Tam yakandaydı …..
- Yapma diyorum…Yapma …..
Susup tekrar göz göze gelecek miyiz …Tedirgin ve rahatlamak istiyor ….
Gözlerindeki korku yavaşça uzaklaşıyor …Kalkıp, dudaklarına küçük bir öpücük kondurmak istiyorum …
Doğrulup yanına yaklaşacağım …
Gözlerini gözlerimden ayırmıyor …
Soluklarımızın en yakın olduğu yere geliyoruz …
Dudaklarımız yaklaşıyor … Gözleri tam gözbebeğimde ….
Ve birden gözbebekleri gözlerimden kopup aşağılarda bir noktayı işaretliyor …
Ve gözbebekleriyle gözümden kopup aşağılarda işaretlediği yere gözümü kaydırıyorum ….
Onu görüyorum…
Yeri karışlayarak uzaklaşmaya çalışıyor …
Ardından bakıyorum…
Göz ucundayım …..
Kayıt Tarihi : 19.3.2007 14:39:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
bu öykünün ilk yazılışıda gene en az on senelik bir geçmişe dayanıyor. o zaman kullandığım dil ve takınntılarım bugün için bana bile bir ipucu vermiyor. o gün kullandığım dili çevirebildiğimce bu gün kullandığım dile uyarlamaya çalıştım. belki ilginç gelir.....
![Cevat Çeştepe](https://www.antoloji.com/i/siir/2007/03/19/bocekler-kenti-imparatoru-oyku.jpg)
hep bir başka bakış açısıyla değerlerin soluklanabilme gerekliği...şiirlerinizde olduğu gibi öyküde de hakim... başarılmasına hiç olmazsa bir emeğin gerekliğine duyduğum saygıyı barındıran özellik... zevkle okudum, her ne kadar zorlandıysam da...
yüreğinize sağlık, teşekkürler bu paylaşımınıza... bir başka bakış açısından bu öyküyle tanışmış olmaktan haz aldım...sevgiler, saygılarımla
TÜM YORUMLAR (3)