Başımı kaldırınca denizi görebilmenin verdiği hazla elime alıyorum kalemi ve masalıma masalsı bir sahil kasabasından devam ediyorum.
Vakit öğleye yetişmek adına koşar adım ilerliyor. Yarışta yine akreple yelkovan… Denizin asi hırçınlığı gözlerime çarpıyor. Bir adım sonra dolanacak ayak bileklerime. Ve işte…
Sonsuz maviye bakıp içime yazıyorum. İzin vermiyorum sesimin suskunluğumu tahrip etmesine. “ya ölürsem” li kötü ihtimaller geçiyor kuruntulu yanlarımdan. Ya ölürsem ne olur masal? Çıtı çıkmayan suskunluğumu azarlıyorum. “Hem ölümden bahsediyorsun hem de hâlâ masal diyorsun” diye kızıyorum kendime. İyi de ben bu masalı yazarak yaşadığımı bilinir kılmıştım. Bir yerlerde varlığımı düşünenler olmasa da varlığımın yaşayış çağrısıydı bu masal. Ya hiç yazmasaydım? Kalemde dile gelemeyen sözsüz bir özneyi oynayacaktın. Yazılmamış özneliğine yüklemler biriktirecektim kötü gün niyetine. Kıyıya köşeye kefen cümlem diye ölüm sebepleri saklayacaktım. Ama yazdım…
Seni yazdım, sana yazdım…
Ben bu masalın sır halini karalıyorum. Bilinmiyor adında asılı kalanlar. Bilemiyorsun da belki…
Deniz en güzel maviliğini giydiriyor masalıma. Dalgalar bir bir çarpıyor satırlarıma. Boğuluyorum kendi yazdıklarımda.
İki mavinin birbirini teğet geçtiği yerde gözlerim. Ayaklarımda hâlâ dünkü yağmurların toprakla dans edip çamura dönüşmesinden kalan lekeler. Büyük bir dalga geliyor öteden. Çıkarıp kalbimi sunuyorum önüne, alıp götürsün diye. O ise sadece ayaklarımdaki lekeleri götürüyor gitmek istemediğim yere. Islak ayak izlerimi düşürüyorum kayalara. Herkes ve her şey tadına varıyor günün. Bense, aynı kayada, elimde kalem kâğıt içimi deşifre etmenin korkularının “hazır ol! ” komutunda ve her şeye rağmen seni yazmanın “rahat” lığında uygun adım ilerliyorum. Farkındayım, sahte mutluluklarla yüzünü güldürenlerden yazarak daha mutlu kılıyor beni mutsuzluğum.
Bir insan mutsuzluğunu nasıl mutlulukla adlandırır?
Bir insan hüzünlerine nasıl mutlu sıfatı ekler? Mutlu hüzün nerde görüşmüştür?
Seni yazmanın tanımsızlığıydı mutlu hüzünlerim. Ne kadar yazarsam yazayım anlamayacaklardı anlamını. Sözcüklerime sağır kalacaklardı belki. Kimliğini soran herkes bir soruyla çözülmeni bekleyecekti hep.
Neydin sen?
Sonsuz kere aldığım bu sorunun cevabı her zaman sırdı bende. İstedim ki okuyanın hangi düş yanığı varsa o olsun onda. Herkeste farklı bir acının mahlası olsun. İstedim ki okuyan bu masalda yazanı unutsun. Yazanın yazdığı sebepleri uyutsun. Beni ve benden satırlara dökülmüş kimliği belirsiz kadını unutsun, kendini bulsun.
Bilindiğinde bile bilinmez kalsın…
Bilindiğinde bile bulunmasın…
Vakit akşamı geçiyor hızla. Gözlerimde maviliğini karanlığa bırakmış bir deniz ve kulaklarımda dalga fısıltıları. Masalıma bir kahveyi katık yapıyorum. Biliyorum, bol mide sancılı bir geceyi getirecek katığım. Kabul ediyorum. Bir yudum daha içiyorum.
Uzaktayım… Masalımın kentinden, kilometrelerce uzakta…
Burada şehrim yok…
Burada şehrin yok…
Gurbetindesin satırlarımın…
Zılgıt yemiş hırçın dalgalar var kıyıda. Kaç adam yutmuş deniz karşımda. Bir düşün içine en güzel haliyle sızacak liman var burada. Kendine bilindik; ama herkese yabancı olmak var.
Şehrim gibi olmasa da burada şehirsizliğimin ahı beni satırlarda tutar…
Her düşündüğümde cevaplarım tükendi, sorularım arttı kendime.
Unutmalı diyorum… Kalemi, kâğıdı, yarenliğimi, düşümü, masalı unutmalı… Satır atlamadan uyumalı… Unutmam için uyumalıyım. Uyanıkken beceremeyeceğim aklımdakileri silmeyi, öldürmeyi. Uyuyorum hiç satır atlamadan. Bugün uyuyup yarına gözlerimi açıyorum. Hafızam yine “aynı” lığında… Önümde sayfalarca yazılmış masal, adımda yarenlik, düşümde hüzün…
Yine olmadı diyorum.
Ağustostayken Eylül dokunuyor kalemimin ince saçlarına. Bir karayel yiyorum sol yanımdan. Kasım üşüyorum bir an. Ve her Aralık inadına doğuyorum…
Fakat bilmiyorum, doğduğum kadar yaşıyor muyum?
Hayatımdan tümleçleri kaldırdım. Onları bulduracak soruları sildim imlâ kılavuzumdan. Çünkü korktum… Korktum ayıklanacak tüm cümlelerimden. Oysa suskun bir ses kadardım.
Geleceğimi çalıyor hırsızlar. Yaşanmamış yarınlara kayıp ilanı veriyorum. Ki ben bir kayıbım, yarınlarımın bulunması için önce kendimi bulmalıyım.
Yeniliyorum düş kokan savaşımda. Çocukluğumun oyunlarına dalıyorum. Saklanıyorum satırlarda. Hadi kaybet beni bul!
Hadi kaybet beni, bul kendini…
Masalla kapatıyorum gözlerimi. Körebeyim… Seni kaybedip kendimi yakalamalarım da yok, kendimi kaybedip seni bulmalarım da… Yine de oyuna devam ediyorum. Elime koluma çarpılıyor. Birini yakalamış olmanın heyecanıyla sımsıkı tutuyorum. Can çekişen bir ses “Bırak! Yanlış bir yakalayış, ben senin yazdığım masalın paragrafıyım” diyor. Meğer gözümü kapattığım masalım paragraf paragraf düşüyormuş yere ve her düşüşünde çarpıyormuş ellerime. Yakalaya yakalaya kendi cümlelerimi yakalıyorum. Yine sözüme kalıyor oyun. Yine körebeyim, gün ışığına hasret… Saklambaçlarımda hep kendime sobeyim…
Acemiydim konuşmalara. Sustum… Söyleyecek çok sözüm vardı. Yuttum… Unuttum…
Sen sendeki seni bil!
Seni yazdım, sana yazdım oku ve sil!
Uçsuz bucaksız denizin kıyısındaki kalemim Sen ile buluşuyor yine. Günler sonra şehrime dönmenin huzurunda yaslıyorum kendimi yorgunluğumla kelime yamaçlarına. İçime sesleniyorum; “ hadi konuş ne dersen yazıyorum”
Meskenimin şehrime en iyi bakan yerine geçip masalsı karanlığıma gömülüyorum. Dindirecek, dillendirecek yaralarımı tırnaklarımla kazıyorum yazarak.
Göğüme haykırıyorum masalı, gelip buluyor beni çığlığım. Kaç türküyü yakıp geçiyorum. Kaç notadan suskunluk olarak düşüyorum. Korkma suskunluğumu sessiz bir masalla sunmuyorum. Masala ağıtlarımı ekliyorum enstrüman olarak. Şimdi ne kadar ağıt eklersem yedi katlı semaya o kadar yandaş bulur masalım sesine.
En sevdiğim tütsülerim artık genzimi yakıyor. En sevdiğim güllerin dikenleri bürüyor gözlerimi. Dünya döndükçe değişiyor gün, mevsim… Masalımda tek mevsim var oysa. Ben mevsimlerimi sildim.
Yüzümdeki sahte tebessümleri tutan çengelli iğneler düştü avuçlarıma. Artık bilinsin yüzüm. Adım yıllar öncesine düşmüş bir düşün çizgisiz satırlarında, yok sözüm… Ön adım hüzün…
Yağmur renkli bir türkünün son notasında asılı kalıyor nazarım. Baktığım yer “kara” nın zıttı olarak öğrendiğim renkte beyaz bir tavan. Bu düşte her durağımda acıya yasladıkça kendimi, tüm bakışlarımı satıyorum tavanıma. İçimin soru işaretleri küçük devrimler oynuyor kendimle.
Sesim tokatlanıyor her susuşumda. Hangi yolu yürüsem çıkmaz sokaklara düşer adımlarım. Adıma yürüme payı biçilmiş sonsuz asfaltlar yok. Bir adım ileri bir adım geri boşlukta düşüp kalkmalarla geçiyor ömür. Yürümem düşmemdir. Geçirip ayaklarıma yürünmüş yolların yorduğu takunyaları, ilk adımımda bin “ahh” la yıkılmamdır kendi üstüme. Düştüğümün nişanesi yaralar kalır üstümde. Gözyaşlarıma aldırış etmeden ayaklanıp silkelerim üstümü başımı, yaralar kalmasın diye. Yollara bırakırım tüm yaralarımı, içerisine kimliğimin kopyasını düşürüp…
Yine bir çıkmaz sokaktayım. Yürüyorum… Düşmüyorum… Yıllar öncesinden terk ettiğim yaralarım karşılıyor beni. Meğer tüm yaralar ayakta kalabilmem içinmiş.
Güneş yine yumuyor gözünü aydınlığa. Nidâlarım ünlemlerde asılı kalıyor. Yine harabe olmuş şehir düşleri kokan ceketim üstümde. Anılardan yapılma düğmeleri düşme kalma arası ince çizgide. Bak artık sormuyorum. Çünkü farkındayım, yıkık şehirlerin yakaları anılarla iliklenir.
Yol ayrımlarına düşürüyorum ağır gelen yanlarımı. Geceye yadigâr bırakıyorum karanlığımı. Susuyorum… Pusuyorum…
Ben cevapsız yaşarım. Kendimi bile unuturum bir yerlerde. Bitirdikçe yeniden başa sardığım kitabın en sevdiğim satırındayım şimdi. Söylemeyeceğim kitabı. Bilinmeyecek sayfam ve satırım. Ve masal bitene dek hep aynı kitabın aynı satırında kalacağım. Aynı satırı içimde binlerce kez haykıracağım.
Ne düşürdüyse seni kalem ucuna, git demekle gitmiyor harflerin.
Yüksek düşlerin uzun koridorlarından geçiyorum. Kulağımda “ahh! .. vahh! ..” larla kundaklanmış hayata yeni göz açmış bebek ağıtlar… Aşağı her inmek isteyişimde el yordamıyla derme çatma yapılmış merdivenlerden yuvarlanıyorum.
Asansör boşluklarında düşüyorum adından!
Kimse bilmez değil mi harflerinin kıyısına oturduğu uçurumu? Kimse duymaz…
İçimin sızlayan boş tarafını imlâ edemiyorum. Kasidemden beyitler düşüyor üst üste. Kafiyeler satır sonunda can çekişiyor. Mavzerler vuruyor hecelerine ayırıp mısraları. “Öl! ” diyorlar kalemime. Yaşayacağım diyor kalem. İnatla kaçıyor kâşiflerce keşfedilmemiş meçhule.
Tersten kurulmuş bilmecem hangi yandan bakılırsa bakılsın doğruyu göstermeyecek. Eğri doğru karışırken birbirine adına doğru sıfatı eklenmiş tüm eğriler yaşatılmış ölümüne. Ve adına eğri denilmiş tüm doğrular asılmış kendilerine…
Bana doğruluğuna gözüm kapalı inanacağım doğrular söyle, tüm yalanlardan arındırılmış… Bana masalını söyle, diğer tüm gerçekler yalanlara kanmış…
Eldeleri ceplerimden dökülmüş bir hayatın duraksızlığında ilerliyorum. İçimi çiğneyip geçiyor trenler. Mademki minyatürleştiremeden yaşanıyor hüzünler, madem ki rahlemde hep aynı masal, madem ki adın geçiyor cinnetlerle süslenmiş beynimin hatırlayışlarından ya da hiç unutmayışlarından o halde sağanak olup dökülmeli bu masal. Oturup düş denizlerimin ben kıyılarına, yeni sahneler kurgulamalıyım masalına.
Sonu gelmez bir masal oluyorsun…
Seni yazmaktan bıkmayacağımı biliyorsun…
Ve artık biliyorum masalından bıkmayacağını…
Ferhat ŞahşehriyarKayıt Tarihi : 13.9.2009 00:56:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
TÜM YORUMLAR (1)