Biri Sordu Unuttun mu Onu Diye?

Mustafa Yılmaz 4
765

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Biri Sordu Unuttun mu Onu Diye?

Böylesine sebepsizce hırpalanmış bir bedenin hayatın şartlarına karşı durması artık imkânsız hâle geliyordu...

Dağılmış düşünceler bunlar, darmadağın bir yaşamın ardına yerleşen azap ve ihtiras karşıtı birleşimlerin bedene düşecek izdüşümlerine verilen bir mücadele gün gün parçalıyordu bedenin direncini...
Pişman olunamayan bir geçmişin içine sığdırılmış harap yıllara yayılmış, yıkık yaşamların varlığından da vazgeçilmesi imkânsızdı, çünkü yaşanmışlıklar bir oya gibi gün gün işlenmiş bir yaşamın içindeydi aslında acı ve mutluluklar... İkisini birbirinden ayırmak mümkün değildi, birinin bittiği yerde bir diğeri başlıyordu...
Mutluluk bedensel olarak terk edilemez bir istekti, acı ise elde olmayan sebeplerle art arda yapışıyordu birbirine günbegün...

Ben kimdim, bu etken güçlere karşı koyamayan...
Hayatın adaletsizliği bedenimde sörf yaptıkça pişmanlıkların artık güçsüz bir rüzgâr edasıyla etkisiydi bedenimi hırpalayan...
Terk istenen zamanlar vardı artık sevdim dediğinden yediğin darbelerin ardından...

Ne kendime ne de ona zarar verebilirdim...
Ne kendime ne de ona susmalarımı bozabilirdim. Susmaların ardına hırpalanışlar hak ve adalet kavramları an be an büyüyerek değişiyor sadece yalanların ve de riyaların sadakatsizliğe dönüşmesi bedensel yıpranmalarımla suskunluğa karşı zaafım artıyordu...

Suskunluk ve vazgeçebilmek...
Apayrı iki olgu ki kalp denen canı son vuruşlarına uzatıyordu bedenimi...
Vazgeçememek hazmedilir bir olgu değildi... Zorlaştırıyordu hayatı, titretiyordu bedeni, insanın dişlerini bir birine kenetlercesine sıktırıyordu...
Vazgeçememenin ardına sığınan öfke, zapt edilmesi imkânsız hale geldikçe, çaresizlikle yüz yüze gelip dermansızlaştırıyordu bedeni... Her çaresiz kalış ertesi, dermansız bedenin titremeleriydi ki bedeni imkânsızlıkla mücadele ettiren... Tüm bunların ardından gelen çok sevdiğince terk edilmelerin hazmedilemeyişleri lâl olmuş dil ile suskunlaştırıyordu bedeni...

Ve ben suskunlaştıkça sen, sen konuşuyordun sevgili...
Ben suskunlaştıkça sen hareketleniyordun, sen hareketlendikçe ihanetlerin çoğalıyordu...
Suskunluk, vazgeçilememek ve ihanet, üçgenleşerek, nihayet hayata karşı çatallaşarak güçleniyordu ve bense bu üçgenleşmenin karşısındaki dermansızlığımla çaresiz kalıyordum.

Sen benim vazgeçemediğimdin sevgili, vazgeçemediğimdin...
Bunu sen söylerken ardından gelen iç çekişlerindi beni yılla yıllar boyu suskunlaştıran...
Hayatı ben senin için zorlaştırdım, sevgili ve kaybettim ve yenildim, artık çaresiz dermansızlıkla kabulleniyorum bu vazgeçilmezliğindeki yanılgımı...

Seni unuttukça seni hatırlarım gibi olurum her zaman...
Vazgeçilmezliğindi hep çaresiz oluşum...
Vazgeçilmezliğindi hep her şeyin oluruna bakışım...
Vazgeçilmezliğimdi hep hayatın şartlarında yenilişim...
İnatçılığındı vazgeçilmezliğin...
Zaman zaman dik dik pür dikkat yüzüne bakışımdaki gördüğüm çocuksu bakışlarındı beni mütemadiyen vazgeçilmezliğine zorlayan...
Sen sevgiydin, sen en değer verdiğim sevgimdin ve unutulmaza attığım sen görüntündü beni sana vazgeçilmez yapan, en önemlisi seni saymamdı seni vazgeçilmez yapan...

Ben sana vazgeçilmez oldukça suskunluğum ve öfkem arttı...

Suskunluk ve öfke kan kardeşliği gibi dışlandıkları vazgeçilmezlikleriyle yıllar ve yıllar boyu uğraş verdiler...
Gün geldi kazandılar, gün geldi kaybettiler ama hep bir dairenin içinde kaldılar hırsları, öfkeleri ve kinleriyle kendi yüreklerine gömüldüler, en sonunda hasrete gark olup boğuldu nefesleri...

Cehenneme cezalı misafir gibiydik sanki yazı kışı aynı olan sıkıntı çemberinde dairesel dolaşırken, acıların merkezkaç kuvvetindeymişiz gibi soruluyorduk bir başka ateş çemberinin içine doğru...
Bir günün diğer bir günden farkı yoktu sanki cehenneme cezalıydık gibiydik acılarda...

O kadar uzun geceler, o kadar yorgun akşamlar vardı ki geride, tümünü hatırlamak seni düşünmek demekti...

Zift karası yolların sönük far ışığındaki çizgilerine yapışmış, içinde yılların mutluluklarını ve çaresizliklerini saklayan gözyaşlarının ardında kalan inleme hislerini yaşamak seni düşünmek demekti...

Boynu bükük bir morsalkımın efkârlı kokusunu sana yapışmış gibi hissetmek aslında senli yaşanmış yorgun akşam düşüncelerini hatırlamak senli acılarla yoğrulmak demekti...

Hatırlanacak o kadar güzel anının ardına sinmiş sıkıntılardı ki beden titremeleri ile yıllar sonra da olsa senli yaşamak demekti...

Aslında seni unutmayı çok gizli bir sırmış gibi saklamak da seni en çok unutmak istediğimi saklamak nedendi, ki bu acıların kaynağı olan sen, neden en çok unutulmak istenilenler listesinde yoksun, işte bu da seni tek başa hatırlamak değil miydi, gizlemek özlemeye kapı mı açıyordu, bu en büyük senli yaşamak isteği olup, seni her an hatırlamak değil miydi?

Vazgeçtim tüm kasvet düşleri ile cebelleşmekten, vazgeçtim kasvet ağlayışları sonundaki kokuları içimde hissetmekten, yorulmuş bir benliğin ardına yüklenen bu kadar acıyı taşımak da üstün bir direnişti aslında ve bu direnişten de vazgeçerek saldım kendimi ölgün ışıkların etrafında dönen ateş böceklerinin arasına...

Çok oldu mu onu unutalı dedi tanıdığım biri...

En son beni ve seni tanıyan biri sordu, unutabildin mi onu diye...
Anlık sessizliklerle anlık sessizliklerle içimden yığın yığın bir şeyler koptu, bir şeyler yüklendi omuzlarıma, binlerce anı düşüncesi, bir o kadar da anı karesi geçti gözlerimin önünden, yığın yığın ağırlık bastı omuzlarıma, dar nefeslere atıldığım nefes hırıltılarımı duyar oldum...
Yılların tarihlerini gösteren takvim yaprakları uçuştu gözlerimin önünden sis perdelerinin ardından kara kara kumru renginden bulutlar gökyüzünden uçuştu gözlerime doğru...
Ardından omuzlarım düştü, ardından kış ayazı donukluğu yapıştı omuzlarımdan sarkıp belime kadar...

Tüm hayatın karanlık kalacağını, tüm bakışların donuk olacağını, tüm seslerin lâl olacağını dildeki kıvrımların tökezleyeceğini ve arda kalan yarım nefeslerle yaşamın çok ağırlaşacağını, her gecenin sabahının puslu olacağını düşündüğümde ise artık bir boşluktaydım...

Belki de biz bu nankör savaşımda mahzun iki sevdayı yaşıyorduk, belki de doyumsuzduk aşkın bakışlarına...
Günışığı sevilmeleri bunlar, günışığının ilk anlarındaki sevinçler bunlar, sevginin ilk düşünce karesinin geceden uzayan ilk karesinde bir kez olsun sevinmek bu, merhaba yeni gün sabahı derken, eksikli kalmak hayatın bu gününe de bir anlık sevgilinin düşünde, düşünce serinliği bu susuzlukla kuruyan damaklarda...

Lâl olan dudaklarım titreşmeye başladı, etrafıma sessizliğin uğultusu doluştu ve ben senle boğuşurken, içimden bir iç ses fırladı, çok oldu onu unutalı dedi, bunlar unutmanın serpintileri, bir de tufanını görseydiniz, diyordu...
Bir de tufanı vardı kimseye söyleyemediğim azmışlıkla yıkıma karşı...

Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 9.4.2012 13:18:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Yılmaz 4