Kimse düşene sevinmesin, her düşüş kuvvetle kalkışı getirir. Hatalar yapıyor insan, bedelinin ne kadar ağır olacağını bile bile bazen. Yanlış tercihlerin, sonucunu yaşayarak geçiyor ömür. Düştükçe kanıyoruz, ağlıyoruz, yanıyoruz. Keşkeler alıyor dilimizi sonra. Keşke yapmasaydım, gitmeseydim, söylemeseydim, sevmeseydim, üzülmeseydim, vazgeçseydim, bıraksaydım… Ve acizliğimiz midir bilinmez, bazen keşkelerimizin sonucuna gelir keşkeler. Keşke Allah’ım keşke olsa. Ve olur! Sonra, keşke böyle olmasaydı . Ama o keşkeye düşmeden asla o keşkeden de geçmeyecektik. Bazen insan duyduklarıyla yetinmez yetinmek istemez. Bir ateş de olsa yürüdüğü ve herkes yanacaksın dese, yanmadan bir anlamı yok der gibi inatla yürür. Belki de iyi bişeydir bu, aklımızda kalacağına yanımızda kalır kalacak olan, ama ya bedeli ağır olursa? Mesela; ruhumuz geride bedenimiz zorla çekilirse gideceği yere, ya uykularımız küserse geceye, ya bütün gözyaşlarımız bedeni terk etmeye yemin ederse, ya huzur ruhumuzdan el çekerse, ya kalbimizle aklımız küser de iki uç noktaya göçerse…??? Üzülmeyin hepsi de olabilir. Ama hepsi tekrar bir araya da gelecektir hasretle, aşkla, tutkuyla, azimle, cesaretle… daha güçlü olarak ruhunuzla bedeninizi tekrar birbirine düğümleyecektir. Her düştüğünüzde kalkışınız daha bir kuvvetle olacaktır. Daha dirençli, daha kararlı, daha bir mantıklı. Ama olacak tekrar yürüyeceksiniz. Gülenler ağlayacak, bakanlar ibret alacak sizden, tabi siz bunu isterseniz, zor değil bir defa, bilemedin on defa denemenize bakar. On defa düşebiliyorsa insan on defa da kalkabilir, öyle değil mi? Bir söz verin kendinize ve haykırın ruhunuza benim üzüntüm birçoğunun pişmanlığı olacak. Sonra kalkın ve bir adım atın, hayat sizi yürütecektir.
(2016)
Birgün Eflatun’a sorarlar: İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nelerdir, diye. Eflatun bir bir sıralar, insanlar der, çocukluktan sıkılırlar büyümek için acele ederler büyüdüklerinde ise çocukluğunu özlerler; para kazanmak için sağlığını yitirirler, sağlığını kazanmak için para öderler; yarını düşünerek bugünü unuturlar, haliyle ne bugünü ne de yarını yaşarlar; insanlar hiç ölmeyecek gibi yaşarlar, hiç yaşamamış gibi ölürler…
Garip değil mi hiç ölmeyecek gibi yaşıyor, hiç yaşamamış olarak ölüyoruz. Peki, nedir yaşamak, yaşamdan kasıt nedir? Bu sorulara bizden önce de cevap arayanlar olmuş; Cenap Şahabettin, "Yaşamak; insanların çoğu için yiyip içerek ölümü beklemektir." diye tanımlamış yaşamı. Gelgelelim bu cümlede geçen yaşamak(!) nefes almaktan öte hiçbir şey değildir. Oysa yaşamak=nefes almak demek değil, nefes almanın çok daha ötesinde, üstünde yer alan bir kavram. Eğer öyle olmasaydı nefes almak dururken bir de yaşamak diye bir kavram doğmayacaktı. Örneğin, hasta yatağında ölümü bekleyen insan da nefes alıyor, eğlencesiz sabahı olmayan insan da nefes alıyor, peki ikisi için de gönül rahatlığıyla “yaşıyor" diyebilir miyiz? Sorunun cevabını size bırakıyorum.
Konuyu bu çerçevede ele aldığımızda iki sınıf insan olduğunu söyleyebiliriz. Birinci sınıf, nefes alan grup; ikinci sınıf yaşayan grup. Zira ben nefes alan insan grubuyla ilgilenmiyorum ama eğer siz merak ederseniz etrafınıza bakın, gördüğünüz tüm canlılar -türü farketmeksizin- bu grubun üyesidir. Madem zikrettik nefes alan grubu, Eflatun‘u anmadan geçmeyelim. Eflatun, insanların hayatında üç önemli olay olduğunu söyler: doğmak, yaşamak, ölmek. İnsanlar, der doğumdan habersizdir, var oldukça ölümün ıstırabını duyarlar, yaşamayı ise unuturlar. Eflatun’un yaşamayı unutmuş dediği kitle bizim nefes alan insan grubumuzla aynıdır. Nefes alan insanlar grubu yaşamayı unutmuş olan insanlar grubudur. Varlıkları yalnızca fiziki olarak bir yer tutar yeryüzünde. Oysa ne güzel söylüyor Yaşar Kemal, “İnsan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar."
Asıl konumuz olan yaşayan sınıfa bakalım. Yaşayan sınıfın insanları gördüğünüzde tanıyabileceğiniz özelliklere sahiptir. Onlar kendini mutlu oluşlarıyla, huzurlarıyla belli eder. Onları gördüğünüzde sebebini anlayamadığınız bir hoşluk gelir üstünüze. Peki yaşayan sınıfı yaşayan sınıf yapan nedir? Yaşayan sınıfı yaşayan kılan; elinde olanın kıymetini bilmektir, var olanla mutlu olmayı seçmektir, elinde olmayanın acısını duymak yerine hep daha fazlasını istemek yerine mevcut olanla ne kadar mutlu olabilirimin hesabını yapmaktır. Böyle olunca insan yaşamaya mahkum kalıyor. Yaşayan insanlar sonu olan, sınırları olan bir dünyada sonsuz hevesler, sonsuz emeller peşinde değildir. Yaşayan insan bencil de değildir, çünkü onlar yaşamanın yaşatmaktan geçtiğini bilirler. Bu yüzden bencillik can düşmanlarıdır.
Hayatta her şeyin bir kaynağı, ab-ı hayatı vardır. Yaşamanın abı hayatı nedir sizce? Bencesini söyleyeyim, yaşamın kaynağı sevgidir. Bu sevgi, içinde tüm yaratılmışlara sunulan bir sevginin ifadesidir. Yaşamak sevmekle birdir. Sevmek ve yaşamak ortak bir paydada -hissetmek- buluştuğu için eşdeğerdir. Büyük üstat Shaskepeare “İnsan sevmeye başladı mı yaşamaya da başlar." diyerek tasdikliyor sözümüzü. Seven insanlar hissetmeye hisseden insanlar yaşamaya başlar çünkü.
yazamıyorum ölesiye yazmak isterken oysa
yaşayamadığım her ne varsa
her şeyi yazarak yaşatmak istiyorum hiç değilse
öyle diyor çünkü sayın profesör
yazar; yaşayamayan, yaşayamadıklarını yazan bu yolla rahatlayan kişiymiş.
rahatlamak istiyorum. Ama bu bile el vermiyor. yazamıyorum yazarak olsa tamamlanamıyorum.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!