Sanal dünyamda bir yerlerde gezinirken:
Havalar niye soğuk diye geçmişti aklımdan... şimdi anlıyorum... Tartışmalara katılan, tez ve antitezlerin yığınlaşacağını biliyor olmalı... Resim yapmak isteyen boyasına, fırçasına el atacaktır herhalde... fırçasız boyama da vardır belki, kalemlerle... her haliyle ama illa da ele geçmeli... Herkesin elinde aynı malzeme varsa, çocuk gibi, bak benimki bu kadar, hadi canım seninki yarın bitecek, benim hep olacak gibi oynayalım öyleyse, ama oyun kurallarıyla... Kuralsız hiç oyun oynayan oldu mu? Var mı öyle bir oyun?
Ben çocukken arkadaşlarla az çok oyun oynadım, ama az çok konuştum da onlarla... Oyunların kurallarını konuşmaya uyarladım, gayet güzel oldu... Çok okudum onlar oynarken, kendime bir sürü sanal surlar, renkler, baharlar, sırdaşlar edindim, gayet gerçek mutluluk oldu kitaplar, oldukça gerçek arkadaşlıklarım oldular…
Ülkemde, fakir veya zengin -Allah daha çok zenginlik versin, daha çok zenginler oluşsun, maddi anlamda... ben manevi zenginliğin de paralel zenginlikte olmasına özenli oldum... bu denge beni daha az sarsar diye inandığım için... kendi kararım yanlış olsaydı, ki bazen oldu tabi, bunu devlete, ona buna yüklemek basitliktir bilirim...- her ülkede, her ailede kardeş, akraba, ana, baba, arkadaş, sevgililerin bozuşmasında olduğu gibi, hep güzelliğe emek veren yüreklilikler beni mutlu etmeye yetiyor... Başka ülkelerde de güzellikler, çirkinlikler var tabi, başka halklarda da olabilecek...
Bunu dayatmaya kalkışanlar olacaktır ise eğer, bilinmeli ki, herkes gibi o an bana isabet ederse, ben de kendimi savunacağım, tüm gücümle... kim veya neye karşı olursa olsun... karar vermeyi bildiğimiz için topluma karışıyoruz... bazen ayağımız taşa takılıyor, hiç yoktan felç oluyoruz, basbayağı basit taş işte... milyonlarca bebek hep düşe kalka büyüyor, ama birine kötü isabet ediyor... Yol üzerinde taşları kaldırmışlar bu yüzden, şimdi yollarımız arabalar için de her gün daha da düzleşiyor, her gün daha da toprakların üstünü örtüyoruz, biz iyiyiz, ama toprağa soluğunu kesmişiz umrumda mı? ... hapishanelere siyasi kapatmalar keza öyle... kusurlu veya kusursuz, suçlu veya günahsız... ıslahı her ülke düşünmek zorundadır, hem düşünüyor hem de o kadar kötü mü değerlendiriliyor acaba? Yoksa bir düşünce kısır döngüsü mü amaçlı?
Tarihlerce düşünürler acı çekmiştir, örneklerin acı veren hali Avrupa'da dehşet verici boyutlarda, ama bizde de var elbette, acı veriyor ama dehşet değil demenin değeri de teselli etmiyor demeye hiç şans bırakılmıyor ki... Her geçen asır ne azalıyor, ne çoğalıyor.... doğum ve ölüm gibi... doğa ama azalıyor... toprak alanı acımasızca azalıyor.... üzeri örtüldükçe toprağın, sevgi ağlıyor…
Yazıklar olsun, bir ülkede yaşıyor olup da, o ülke çıkarlarını sahiplenemeyen cehalete... Yazıklar olsun, bir yuva kurup, ben kükreyeceğim sen çalış yoruculuğuna....zira o huzur, felakete uğrayacak bir başkasına yardım mekanı kurabilecek, yardım eli olabilecek... Ermeniler gibi... Kürt diyerek kendilerini soyutlayanlar gibi... karnı doydukça göz oymaya coşma bir insanlık hazzı mı acaba? Bir halklar, topluluklar birliği olmaya bu ihanet odaklığı nasıl tarif ediliyor acaba bir felsefe dilinde...
Ama Kızılderililere bu şans olmadı... Somali’de bu şans olmadı... Başka ülkelerde huzur yoktu, belki bu yüzdendi felsefenin bu sorunlara dilsiz kaldığı... Belki yoruculuğa kararlıca: 'Beni rahatsız etmeyin lütfen! ' diyebilmeli... Bir çocuğa öğretebilmeli, seni inciten olursa çok sesli bağır diye... İncitme türlerini bebeklerimize öğretiyoruz, evet! Ama bunu başarana kadar çok bebek kurban gitmiş oluyor.... Vatanımızı da kurtarmaya kurban oldular.... Yuvamı, bebeğimi, vatanımı ve sonra ancak, sana yardım elini uzatabilirim... bu duyarlığı insanın içinde uyarabilmesi için neden karşı durmalar çoğalıyor diye düşünmeye geç kalmak da en az bu suçlular kadar içinde suç taşıyor olduğunu anlamalı...
Önce ayakta durmayı başarmaya benim de eğik büküklerim, hastalarım, sakarlarım, nehirlerden taşan sularım var... Benim de bana göre derdim var, işim var... Günün sadece 24 saati var, herkesin kullanabildiği gibi...
Vatanımın huzuruna baş koydum, evet! Kimseyi yormadan, eğer o kadar anlıyorsam, üstüme gelme, zorlama, dayatma... belki bir gün öğrendiğin o fazlalığı ben de öğrenirim diye ümit besleyebilirsin, her keresinde ezici baskılara, sömürge varlığına karşı duracağım istisnasızca... bu ihtirasını abartıp, beni evimde rahatsız etme... bana gelip, yatak odanın kapısını aç! emrini verme... Annelerimiz 'özel alanlara dokunurken dikkat! ' sesini duyurdu daha bebekliğimizde... Dikkat!
Bağışlayın kısa tutamadım, düşüncelerimi... biraz bol renkli oldu tablom...
İnsanlık hali bu, bazen birikiyor içine, atılmalı o, nereye peki? En olanaksız, şansın en az olduğu hallerde kağıda tabii... kime dokunur bu? Bana dokunmadı mesela... Lafları yuvarlamış salmış ama, içine yürekten bir içtenlik katmış... O içtenlikler illa da, baloya lütfen şöyle değil, yemeğe lütfen onunla değil gerektirmiyor...şöyle bir boşalma işte… Orgazm düşüncesi değil, onun da rahatlamak olduğu ne kadar da yüzeysel bir acelelikle biliniyor olduğunu söylerim ben de... yargılarım, düşünmek göbek altı üretilmiyor diye... Bence, işte bu güzel bir örnek... kızmak yani... birikimini akmak, düşünmeye en değerli bir olanaktır... buna saygı duyarım ben... Bazen yaranın irini de akınca hoş görünmüyor, ama o yarayı taşıyan beden için, bunun ne olduğunu neden görmezlikten geleyim ki...
Kimi düşünceler vardır, iğnesini o duruma, o olaya değil, dosdoğru ve bönce, ki bunu ancak eğitimli kişiler amaçlı olarak başarır, hatta büyük küçük ayrımı bile yapmadan batırır, diğerleri alet edilmeye eğilimlidir belki, belki bilerek, bilmeyerek de olsa, yapanlardan oluyor işte... Yani öyle değerli bir andır ki bu, sağ yanağıma tokatı at, ben de solumu uzatmam... tersine, sağını ve solunu okşarım... Bazen amaçlı böylesi durumlarla amaçlı bir kararlılıkla göğüs germeyi bilmeli... insan bir duruş varlığıdır, hem öyle hem böyle oynayanları da olursa, yalaka, yalpalayan, yobaz gibi takıntılar alır elbette. Türküm, doğruyum, çalışkanım, bağımsızlıktır karakterim, kayıtsız şartsız ilkem ve ülkümün tek Allah aşkımla tek vatan duruşumdur diyorum hürce. Hür milli ruhluyum.
Ama iç boşalmayı yadırgamadım, tebessüm yayıldı yüzüme, sempatikti hırsı, hıncı... Hani yaramaz miniklerimizin bazıları da öyledir... ihtar bile gerekmiyor onlara... Çünkü onlar, o tebessümü ihtar olarak algılayabilecek hissiyatı can damarında hep ve sımsıkı barındırıyor.... Hepinize sevgiler
Uyandınız mı? Hayırsa durum, devam edeyim sayıklamaya... ama yarın... yarın her şey... yarın her şey daha güzel olacak...Türklüğümü, Türkiye'mi seviyorum...
Eylül 2006.......:::::::::::::::::::::::::::::::::::::........
2000 yılına kadar sanırım şöyle bir çağ yaşandı: Bilgi seviyesi yüksek olanlar halkın seviyesine uyarlı anlatmaya çalışsınlar, ki onlarda öğrensin gibi… Bu ama başarı olmadı son yüzyılımızda...
Şimdi ise herkes kendi seviyesinde kalsın, ki ilerleyebilmeye düşünceler için emekleme sürekli genişletilebilsin... Varsın diğerleri yavaş yavaş geliyor endişesi iç burkuyor olsun, gelebildiği her adım bir kazançtır, zira, o kendi emeği olacak…
Dökme suyla değirmen dönmüyor deniliyor... İnsan olarak en değerli onur duygusudur: 'Kendim başardım! ' mücadelesindeki bu vurgu... Bu düşünce beni olağanüstü tatmin etti… ve bu düşünceyle biraz geleceğe doğru kendimi yoklamaya aldım…
Varlık Dergisi 10.09.2006
PAZAR SÖYLEŞİLERİ /Şiirin ölümü mü?
’'Yaşayan Bir Şiir' adlı kitabımda 'Şiir Ölür mü? ' başlıklı bir yazım vardır. Şiirin bir sanat türü olarak ömrünü tükettiği savına karşı, insan var oldukça şiirin de var olacağını savunan bir yazıydı bu...’’ Ataol Behramoğlu
Ne kadar güzel düşünce bu. Her yürek bir şiirdir derim hep. Bu yazıyı büyük bir ilgiyle ve teşekkür duygularıyla okudum.... Şiir ölmüyor, ne kadar haklısınız… Irkların tüketimi ile bunun kanıtını öğrendiğimi hâlâ düşündükçe ürperiyorum… Kızılderililer Şiir’di… Kaybolan Şair tipi ve bir şiir türünün ne büyük insanlık mirası, ne büyük hazineydi bu her biriyle kaybolan… Siyasi amaçla, silah geliştirme hırsına kapılmışlığın sınırsızlığı sapıklığa ulaşmış olduğuna dev gibi büyüklükleriyle balinalar bile, yapılan su altı denemelerle yönünü bulamıyor, gelip gidip karaya tosluyorlar... bu bir cinayettir...
’’Bugün geldiğimiz noktada, 'bireyselliğini mutlak bir değer olarak sunmaya çabalayan bir şair tipi'ne bile saygı duymaya hazırım... Yeter ki bir yetenek kıpırtısı, bir dil zevki, az çok özümsenmiş bir şiir bilgisi, hakiki bir yaşam ışıltısı görebileyim...’’ Ataol Behramoğlu
Her çağda Şairler hep bu keder ve üzüntüyü yaşamışlar, içlerinde çok azı hariç diye yakınmalar hep aynı… hakiki bir yaşam ışıltısına ben özendikçe, değil aklım, içim bile seçicilikte yine bir sel, yine bir sert yamaç, yüksek duvarlarla çıkıyor karşıma… Bu düşünceniz de beni ne kadar derinden etkiledi…akıllardan az mı geçmiş, ne olursa olsun ‘eğitim’ ile başlamak, diye..
ancak, iş şiir olursa, yazılsın derim, adını soyadını olsun yazmayla başlasın derim… her yıl bir ufacık aşama yapabilecek her insan, içinde o merak duygusu teselli bulacak en çirkin bir cümlesinde bile… kötü bir örnek ama, aklıma böyle benzetmek geldi her nedense…İbrahim Tatlıses’in ses güzelliğini anımsatıyor bana… böylesine devasa maddiyatın, çıkarlara neden olacak hüznü elbette her zaman olacak … kötü veya iyi bir tesadüf… ne diyelim…
Amacım ama, böyle hep başkasından söz ederken, acaba bir tehlike gözden kaçıyor olmuyor mu? Ben iyisini sen kötüsünü gibi bir şey takılıyor aklıma… kötüyse okuma canım, bir yazı, kağıt beyne yılışmıyor, yük olmuyor ki diye bir sav kırbaçlanmış oluyor… Ben de önemli kişiyim başarıda diye üsteledikçe savlar küfüre dönüşüyor, zira gücü yetmeyen insan eli kolu, yani bedeninde ne varsa, hepsiyle çırpınır, hepsini koyar ortaya… Yazsınlar derim ben… Yazsınlar da, kontrol edilmeli… yine bir arabesk… pardon, benim de takıntım budur işte… Aynı hamam aynı tas, yuvarlanıp gideceğiz gibi… yazmak için genel bilgi ile genel bir kültür de geliştirmiş olmaya büyüyebilmeli insan. Çocuk büyütmek diye düşünmeden önce, mutluluk büyütmek nedir anlamına güçlenebilmeli... çocuk nedir diye sorulmuyor, göre göre alışıldı, tarif ediliyor hemen viyaklama ile doğuşundan hatta öncesine kadar.... ama mutluluk nedir? Yaşam bir mutluluk olabilir mi? Yaşıyor olmak, yaşamda olmak bir mutluluk varlığının kendisi değil mi?
Ama şu kontrol düşüncesini biraz hırpalayabiliriz, fena gibi değil… Kontrolün dayanışma olarak adını belki…
Çünkü ihtiyaç olarak beliren her şeyin bir yolu var edilmeli… zaman, sabır ve deneyimlerle… Örnek olarak şöyle diyeyim: bir şeker hastasını kolu bacağı başı kırık bir hasta ile bir araya getirmenin bir yararı olmayacak… her ikisinin de ortak yanı acı çektikleri hastalık konumu olmaktan başka bir şey olmuyor… ama şeker hastaları, şekerlerini kontrol etmeye, bir arada toplanabilir ve sürekli aralarda görüştürülürse, bu hastalık ile geleceğine
1....hem, ‘ben tek değilim’ huzuru yaratır, kimliği ve kişiliği okşanmış duygusunu doya doya hisseder,
2....hem kendi kendine tesadüfleri uygulamış ve bir rahatlama belki oluşa gelmiştir, daha iyi bir çare bulmuş olanlarla tecrübe edinir…
3....bu da öbür hasta için ne kadar gerekli, teşekkür duygusunun tebessümlerini hissederler kana kana birlikte ve karşılıklı…
Kontrolün bu birine, dayanışma olarak adı belki bulunabilir, alıştırma yaparak… Bedenimizde de kontrol mekanizmalarını hep sağlıklı tutabilmeye sağlıklı besleniyoruz, hareket ediyoruz, okuyup, gezinti yapıyoruz en az bir emek olarak bu belirtileri, bir toplum amacı için gelenin gidenin keyfince tepinmesine, kükreyişlerine olanak olmaması için emek vermeli, emek vermeyi öğrenmeyene de tedavilerle, toplumdan rahatsız edici halini uzak tutmalı... kararlıca!
Sevinç KavukKayıt Tarihi : 13.10.2006 03:17:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Günaydın Sevinç hanım Yüzlere tokat gibi vuran ve mesajı bol olan bir yazı eklemişsiniz ve söyleyecek herşeyi de söylemişsiniz
Bize seni alkışlamak düşer Sevinç hanım emek ve yüreğinize sağlık diyorum İyiki varsınız ve bizde seni seviyoruz Güzel Arapgir'imin güzel insanı..
www.mazlumzengin.com
TÜM YORUMLAR (3)