Orta Asya’nın uçsuz bucaksız steplerinde bulmuştum kendimi. Oralarda doğmuş olmalıydım. Konardık, göçerdik. Çadırlarımız vardı, atlarımız vardı. Sadaklarımızda oklarımız vardı. Çok keskin nişancıydık. Islık çalardı oklarımız. Kaçan hayvanlar, uçan kuşlar kurtulamazdı oklarımızdan.
Bazen içimizde güçlü biri hepimizi bir araya toplar, “Ben sizin hanınızım, kağanınızım” veya “başbuğunuzum” der, güçlü bir ordu kurardı bizlerde. Önümüzde hiçbir düşman duramazdı. Acırdım komşu ülkelere.
Uzun uzadıya setler kurmuşlardı bizi durdurabilmek için. Onun da yararı olmamıştı. Dağları, dereleri, ovaları, yaylaları aştığımız gibi o setleri de aşmıştık…
Ama çok kolay dolduruşa gelirdik. Komşu ülkelerin kışkırtmalarından çok etkilenir, birbirimize düşerdik. Böyle olunca da güçsüz düşer, savaşlarda yenilir, esir düşerdik. Ta ki bir lider tekrar bizi bir araya getirebilsin.
Yüz lira maaşlı kibar bir adam.
Evlenir, sedire taşınırlar.
Mektuplar gelir adreslerine:
$en Yuva Apartmanı, bodrum kati.
Kutu gibi bir dairede otururlar.