Bir İmparatorun Düşünceleri, Kadınlar Ve ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Bir İmparatorun Düşünceleri, Kadınlar Ve Yourcenar...

Bizim için baharın ilk günüydü. Ya da soluduğumuz hava karanfilli tütsü koktuğu için bize öyle gelmişti. Uzun süre bakanın başını döndüren şehvetli bir dirilişin tam ortasındaydık. Tabiatın bile kıskandığı yeşilin bütün tonlarını kucaklayan vadinin bittiği yerde başlayan kımıltısız denize dalgın dalgın bakıyorduk. Üzerinde binlerce sedef düğmenin parladığı ıssız mavilikte, o anki ruh halimizi kuşatan geniş bir sükûnet vardı sanki. Önce montlarımızı sonra yavaş hareketlerle hırkalarımızı çıkardık. Üşümenin geçmişte kaldığını hissettiren masum çıplaklık hoşumuza gitti. Aksak tahta masanın üzerinde kara bir gazete yığını ve kitaplarımız duruyordu. Mahrem bir duaya yetecek kadar süren kısacık bir anda, ayçiçekleri gibi yüzümüzü güneşe karşı çevirip göz kapaklarımızı usulca kapadık...

Hayatı, hayata çok aldırış etmeden kabullenmenin huzuruyla sohbet ederken sebepsiz bir iyimserliğe kapılıyor insan. Uçarı sözcükler, bahar dallarından düşen taze çiçekler gibi uçuşuyordu etrafımızda. Birbirini samimiyetle hissedebilen iki kadın konuşmaya başladığında, farklı mevzular arasında nasıl sıçrayabildiklerini bilen bilir. Seçimlerden hoyrat erkeklere, ‘tıssslayarak’ bakan kadınlardan yazdığımız gazeteye, geçmişin unutulamayan acılarından sinemaya, edebiyattan yemek tariflerine uzanan çakıl taşlı bir yolda zıplayarak koşturuyorduk.

EDİRNE’Yİ KURAN ADAM...

Sonra durup kendimizi dinledik. Koca bir gün, eriyen güneşle birlikte yitip gitmişti ama bir türlü yerimizden kalkamıyorduk. Ona aniden “Leyla, ben bu kadının ne kadar ‘sonsuz’ bir yazar olduğunu merak edenlere anlatmak istiyorum ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. İnsan onun koyu ama sade bilgeliğinin altında biraz eziliyor” dedim. Hafifçe kaşlarını çatarak çocuksu bir ciddiyetle yüzüme baktı. Şefkatle gülümsüyordu. Benim için ‘has edebiyatı’ sezebilenle konuşmaktan daha kıymetli çok az haslet vardır bu dünyada. Öyle bir arkadaşım olduğu için kendimi şanslı hissettim. Ve öyle başka biri hayatımdan kayıp gittiği için biraz üzgün. Bunu ona söylemedim. Levent Yılmaz’ın arka kapak yazısından bir bölüm okudum: “Bir imparator. Öyle sıradan bir adam değil. Hadrianus. Edirne’yi kuran adam... Anlayın. Büyük imparator. Ben bu büyük imparatorların nasıl adamlar olduğunu hep merak etmişimdir... Tek lafınızla adamların kaybolabildiği, keyif için şehir yaktığınız, herkesin ayağınıza kapandığı dönemlerden söz ediyorum. Hayal etmesi bile bana zor gelirken, işte çıkıyor biri, mesela Yourcenar, kalakalmış tüm tarihsel belgeleri, bilgileri didik didik ediyor ve bir roman yazıyor. Elbette Hadrianus bu değil. Bu, Yourcenar’ın Hadrianus’u. Ve işte görkem burada başlıyor.”

YAZARI BÜYÜK VE EŞSİZ YAPAN NE OLABİLİR?

Doğduktan on gün sonra kaybettiği annesinin ölümüne sebep olduğunu düşünen Yourcenar, yazıya tutunarak edebiyatla derin bir suç ortaklığına sığınmıştı. On iki yaşındayken Yunanca ve Latince öğrendi. On sekiz yaşındayken ilk şiir kitabını yayımlatan babasını kaybettikten sonra uzun seyahatlere çıktı. Yazdığı bütün romanlarda, hikâyelerde esas tutkusu olan mitolojiden, felsefeden ve tarihten beslendi. Öğrendiklerini roman sanatıyla ve şiirin incelikli, kırılgan dünyasıyla buluşturdu. Her seferinde yazının imkânlarını farklı kurgu denemeleriyle zorladı.

Yine de hakkında bildiklerim onun neden ‘eşsiz’ bir yazar olduğunu anlatmaya yetmiyordu. Dönüp Leyla’ya dedim ki, “Bir yazarı büyük ve eşsiz yapan o fark ne olabilir? ”. Üslup sahibi olmak, yetenek, bilgi, sezgi, hayatı derin bir kavrayışla anlatma tutkusu. Bunların toplamı bile onu tarif etmeye yetmiyor. “Onun başka bir tılsımı var sanki” dedim. “Yüzyılların içinden, varoluş hakikatinin bütün katmanlardan süzülen bir hayatı, bir imparatorun dünyaya bakışını, onun gibi hissederek, bazen ‘o’ olarak, yazının gerçekliğini, içtenliği hiç zedelemeden yazabilmek için hayatın geçiciliğine ama esas itibarıyla insan olmanın ‘sonsuzluğuna’ inanmak gerekiyor galiba” gibi bir şeyler sayıkladım. “Tamam, işte aynen böyle anlat” dedi arkadaşım.

İKİNCİ YÜZYILIN RUHU....

Bir imparatorun ‘sıradan’ hayatını anlatmaya ömrünü adamış olan bir yazarın tutkusu, sadece iyi bir tarihî roman yazmak olamaz. Nitekim öyle olmadığını yazarın ‘not defterinden’ anlıyoruz. Leyla’ya biraz da o notlardan okudum: “İkinci yüzyılın metnini, ikinci yüzyılın gözleri, ruhu ve duygularıyla okumaya çalış... Gölgeni resmin üzerine düşürme; aynayı soluğunun buharından uzak tut; bizim gibi zeytin yemiş, şarap içmiş ya da parmakları baldan yapış yapış olmuş, acı rüzgârlara ve köreltici yağmurlara karşı savaşmış ya da yazın kavak ağacının gölgesini aramış, zevkleri, düşünceleri olmuş o insanlarla kesişen noktalarımızı yakalamaya çalış.” Sanırım anlatmaya çalıştığı, insanın başkasının ruhuyla bütünleşmesini sağlayan, o tanrısal, mucizevi buluşmaydı.

Bilge diye tanımladığı bir adamın portresini, ‘zamanın ruhuyla’ yenileyebilmek için kendi hayatını hiç durmadan kurcalayan Yourcenar’a göre aşk bir cezaydı; insanlar yalnız kalamadıkları için cezalandırılıyorlardı. Ve sevenler için zaman yoktu. Kırk iki yıl birlikte yaşadığı çevirmeni, hayat arkadaşı öldükten sonra ona mektuplar yazmayı sürdüren ‘imparatoriçe’, ‘Ateşler’ isimli romanında “Dünyayı dolduruyorsun, senden ancak sendeyken kaçabilirim” diyordu.

Hissedebildiğim kadarıyla yazının, o yalnız ve biraz karanlık olan dünyasında kaybolmayı, sözcüklerin gizemli buluşmalarını, hayatın sertliğini daha önce hiç kimsenin denemeye cesaret edemediği farklı yönleriyle anlatmayı seviyordu. Ama bu özellikleri, zaten kişiliğinin doğal bir parçasıydı. Belki tam da bu yüzden yazdıklarına, okura, dünyaya hırçın bir mesafeyle yaklaşmayı tercih etmişti. Bence o anlatmayı sevdiği yabani hayvanlar gibiydi. Tabiatın insana hükmeden gücünden, vahşetinden ve ıssızlığından da müthiş bir zevk alıyordu.

KİTAPLARIMI DÜŞÜNCEMDE YAZDIM

Sevgilisi Grace Fink’le birlikte uzun yıllar ıssız bir adada, ormanda bir kulübede yaşamıştı. Evinde televizyon yoktu, sık kullanmadığı bir radyosu ve köpeği Zoe vardı. Onunla uzun röportajlar yapan eleştirmen Mathieu Galley, kitaplarını genellikle odasında değil, rastlantıların sürüklediği yerlerde, bir gece treninde, bir bekleme salonunda, bir otel odasında, bir kilisede, bir gezinti sırasında yazdığını söylüyordu. Galley, ona “yazmak bir çaba mı yoksa bir ıstırap mıdır” diye sormuş ve şöyle bir cevap almış: “Hayır bir iştir, ancak aynı zamanda neredeyse bir oyun ve bir sevinçtir de, çünkü önemli olan yazı değil, bakıştır. Kitaplarımı her zaman yazıya dökmeden önce düşüncemde yazdım. Mesela Zenon’la ilgili bir sahne.1954’de, bir öğleden sonra, bir arkadaşın evinde, sanıyorum Bach dinlerken, hafızamda yazdığımı söyleyebilirim.”

Yourcenar, Hadrianus’un Anıları’nı yazarken sadece büyük bir imparatoru değil, insanlığın bütün hallerini ve kendine bakışını da tekrar gözden geçirdi muhtemelen. Günlerdir yanımdan ayıramadığım bu büyük romanı anlatmak için yerim kalmadı maalesef. Hezeyanlı gevezeliğimi bağışlayın. Hikâyenin dokunulmaz cazibesi biraz da bu doyumsuz ruh halinde saklı. İnsan bu kitabı okuduktan sonra her daim o kadının ‘devrimci’, hümanist, bilge, güçlü, özgür, şair sesinden bahsetmek, kadim uygarlıklardan süzülüp kalpte iz bırakan zarif cümlelerini birileriyle paylaşmak istiyor.

Kendisinden sonra gelecek olan imparator Aurelius’a uzun bir mektup gibi yazılmış romanda Hadrianus şöyle diyor: “Hayat benim için, eğitebildiğin kadar eğittikten sonra hareketlerine boyun eğdiğin bir attır.” Bence bu cümle yazarın sağlam ve mütevazı duruşunu da iyi anlatıyor.

Levent, yazısını “Okuyun, imparator neye benzermiş bir düşünün derim” diye bitiriyor. Ben de bu yazı vesilesiyle ona küçük bir katkı yapmak isterim. Okuyun, büyük bir yazar neye benzermiş görün.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:23:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan