Seni mavi kentte mi bıraktım? Genç bir kızın gözlerinde yansıyan bakışlar mıydı: kent ve mavi?
Mavi kentten ve yansıyan bakışlardan uzaklarda, Körfezin ortasında hemen Cenevizlilerden kalmış bir kalenin, unutulmuş, habersiz, yıkıntıları bile kalmamış, artık bir düşkalenin yanı başındayım.
Otuz iki yazdır her yıl geldiğim doğa parçasının son yıllardaki katledilişini izliyorum. Çaresizim, ancak kendi sınırlarım içinde doğayı koruyabiliyorum. Öte yandan cinayetler gözümüzün önünde sürüyor.
Tüm eylemler, tüm girişimler yanıtsız kaldı. Ne yapalım memleketim benim böyle! Anılarla iç içeyim. Anılar beni hiç yalnız bırakmıyor, çünkü öylesine bozuldu ki Körfez!
Kaçış yolum yazı:
Önce kurşun kalemimi açtım. Geç kalkılan bir sabahtı. Evin arka tarafı gölge ve bir Saros esintisi altındaydı. Kahvaltı sonrası keyif çayımı doğaya bakarak, ağaçlara, yeşile bakarak içmek sabahın en iyi fikriydi.
Sabah da yumuşacık bir sabahtı.
Defterimi alıp, ki yakın bir dostun, bir başka yazıdüşkününün armağanıydı, alıp arka balkonda sabaha yazıyı düşürdüm. Ağaçlar büyümüştü. Bulunduğum açıdan evleri az görüyordum. Ne büyük mutluluktu bu! Ben doğaya bakıyordum. Yani bizim “uzak”taki tepeye. Her akşam güneşin battığı tepeye.
Çok derinlerde kuş sesleri sabahın sonuna geldiğini haber veriyordu. Kuş sesleri giderek alçalıyordu, güneş dikleşiyor, sabah her sabah gibi sonuna geliyordu.
Önce kalemimi, kurşun kalemimi, o bildik eski kalemlerden bir kalem, açtım. Bir çakıyla açtım. Çok eski günlerdeki gibi.
Sonra kuş sesleri hariç öteki sesleri duymadım. İrademle duymadım. İrademe de hep güvendim. Sonra görüntümdeki –tek tük de olsa– evleri, yapıları görmedim, irademle görmedim.
Yalnızca doğaya baktım. Sonra, kaleye baktım. Kaleyi ilk gördüğüm haline (durumuna) baktım. Şimdiki durumunu görmedim. İrademle görmedim. Sonra kurşun kalemimi biraz daha sivrilttim, kırmızı, yine bir armağan olan, genç bir kızın armağan ettiği kırmızı bir çakıyla sivrilttim.
Kale, bir Ceneviz kalesiydi. Ben öyle biliyordum. Belleğimde öyle kalmış. Belki de Bizanstı ama Osmanlı hiç değil. Aslında dört küçük afacan yıllar önce bir mezar bulmuşlardı; içinden çıkanlar bizi Ceneviz kalesi, bir uç kale olduğuna götürmüştü. Belgelerde bulamadım. Belki ben bulamadım, belki bulmak istemedim, çünkü Ceneviz fikri kaleye çok yakışıyordu. Ben hep Ceneviz Kalesi dedim. Ben geldiğimde, kale olduğu belliydi. Yer gök kırmızı testilerle, kocaman küp parçalarıyla doluydu. Şimdi iz yok!
Yıllarca kimse ilgilenmemişti. Kaleyi yavaş yavaş öldürdüler.
Önce taşlarını aldılar; küplerini aldılar. Almadılar talan ettiler. Civar köylerde kalenin taşlarını görebilirsiniz: ev yaptılar.
Sonra, maki ailesi içinde yer alan küçük bitkileri aşıladılar, ağaç olsun diye. Fıstık ağacıyla aşıladılar, kale, bin yıllık kale fıstıklık olsun diye! Fıstıklar tuttu, büyüdü, fıstıktan başka her şeye benziyor! Kalenin tarihsel ve kültürel geçmişiyle kimse ilgilenmedi; önemsemedi. Ağaçlar kalenin dört bir yanını sardı. Taşları da kalmamıştı.
Böylece kaleyi ikinci dereceden üçe aldılar, korunacak varlıklar arasında. Yakında da çıkartırlar, artık kale değil ağaçlık oldu. Yakın bir gelecekte bir tesis görmemiz de olası; burası Türkiye!
Bir başka sabah. Yine, Ceneviz Kalesi’nin tam karşısında, çakıyla açılmış bir kurşunkalem ve de armağan bir defter. Yine yazının içinde yitmek keyfi:
Kalenin öteki ucuna gidiyorum Bir dereağzı. Kalenin denizi karşısına alınca sağ kenarı. Kale male yok ya. Yıkık dökük duvardan kalanlar. Kale duvarı demeye bin şahit gerek, bir kenara yığılmış taşlar demek daha doğru.
Daşlara dokunuyorum. Bin yıllık serüveni duyumsamak istiyorum. Taşların arasından, belli ki sağlamlaştırılması ya da ne bileyim o zaman için bir mimari teknik olarak konmuş kırmızı bir parçayı çekip alıyorum. Belki bir küp parçası, belki o dönemin kiremit parçası. Küçük el kadar bir taşı, kırmızı taşı yığın içinden çekip alıyorum.
Kimsenin umurunda değil, büyüklü küçüklü denize giriyorlar. Kimisi, dereağzının öteki yakasında kaleden yirmi yirmi beş metre kadar uzaklıktaki çay bahçesinde tavla, okey oyunuyor. Ben, çalıların arasından taş yığınının içinden çektiğim kırmızı taşı alıp yürüyorum...
Saros’un dalgalarıyla yankılandığı Körfez’in üzerindeki ay; henüz güneş batmış, deniz kıyısında mavi dalgaların götürdüğü anıların içine girerek rakımı yudumluyorum.
Sonra kahraman ay. Ay kibar bir duruşla, ki hilal bir bayrak sıfatından daha çok yakışıyor bu kibar duruş, saatlerce yol alıyor, batışına doğru. Bizim tepeye doğru. İlk görünen tabii ki Venüs; yıldızlar ve gecenin laciverdi sonra...
Ay hilal ve halesiyle Ceneviz Kalesi’nin ardındaki tepeden süzgün bir sarı hüzünle batıyor. Son görüntü kırmızı bir boynuz, bir hançer ya da bir kuzey imgesi, ama ay da güneş gibi batıdan süzülüyor aşağıya. Ya da denizin karanlık sularındı yiterken yardım isteyen son kez çıkmış bir kol gibi...
Sabah serçelerin sesi ve Ceneviz Kalesi’nin, ki çoktan yok olmuş, yanı başında, bu kez çayımı yudumluyorum memleketimin yitik zenginliklerine bakarak!
Çok da eskiler değil ama, galiba unutuldu o yıllar, bütün bir yaz kumsalda geceler bizimdi. Sabaha kadar ateşin etrafında dans etmiştik, elimizde alkol şişeler. Hemen ardımızda, biz hiç dokunmadık ona, biz hiç ne denize ne kaleye şişe attık, Ceneviz Kalesi manevi varlığıyla yükseliyordu.
Şimdi o manevi varlık da yok sen de ey aşk...
Oysa kale bizim yıllarca önce, çok da fazla değil otuz küsur yıl önce gördüğümüzde yine de biraz kaleydi, şimdi hiç yok, manevi varlığı da yok ama...
Piri Reis’in Saros haritasında işaretlenmişti! İşaretlenmiş kalenin bugüne kalan taş yığını duvar kalıtından çekip aldığım el kadar kırmızı parçayı mavi kente getirip masama koyuyorum.
Yazım, hep beklenen aşk ve kırmız taş!
(2004; Ben Hep Seni Yazdım, Özgür yay. 2008.)
Atilla BirkiyeKayıt Tarihi : 19.4.2016 12:02:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!