zaman zaman içinde
mekan sisli puslu...
-devir Beyzâdelerin devri ayrıca-
söz resimli bir kağıtta
hak, ağıtta...
işte böyle bir hengâmede
bir garip Çelebi yaşarmış:
bir mefhûma meftûn ki
pervânece...
öyle bir ümîde tutkun ki
divânece...
ne dünya umrunda ne gayrısı
o kendine has âleminde
esrarlı bir hayatı varmış.
sövene dilsiz
dövene elsiz...
kimselere küsmeden
kimsecikleri küstürmeden
geçinip gidermiş...
üzülürmüş katı gözler gülse,
üzülürmüş ürkek bakışlar sinse,
ya elden ne gelir
sitemden başka...
üstelik derdini paylaşacağı
sırlarını açacağı
bir yoldaşı da yok iken.
yalnız kimsesizlik yâdigârı
ala renkli boncuk gözlü
minik kedicik hariç
Yitik’ti adı...
ve bizim Çelebi her dâim
gün ışığıyla beraber
ümidini arardı
debdebeli şehrin ucunda bucağında...
tâ güneş küsünceye dek
arar...arar...arar...
kararı karar: yılmak yok
.
.
.
yine günlerden bir mart ayazı
güneşin her şeye rağmen o parlak tebessümüyle
fırlayıverir yatağından
düşer hülyâsının peşine
önce
görkemli binalar... düzgün ve geniş caddeler...
renk cümbüşü camekanlar... dükkanlar...
gözlerini kamaştırıyor bu debdebeli görüntü
aynı anda hafiften rakseden bir melodi,
aşufte aşufte...
ve bu cümbüşte
başı sonu meçhûl bir insan seli...
hasılı burda insanlar bir yana
kediler bile süslü
itler bile kıymetli...
ama birazdan
fakirhaneler görünüverir ucundan
o yıkık dökük barakalar...
burda ne ışıklı tabelalar
ne şen şakrak kahkahalar var
bilindik tek makâm
yürek sızlatan ağıtlar...
işte çelişkinin daniskası
en kalite otomobil sütçü beygiri taligası
yol dediğin çakıllı patikası
- iki adım arası -
bacalar bile kesik kesik tüter burda
üstelik dumanı da kirlidir
evi gibi... yolu gibi... suyu gibi...
önceki mest olmuş gözler acı bir sızıyla buğulandı
’hakikat’ tüm çıplaklığıyla durulandı...
ve bizim Çelebi
çaresizliği iliklerine kadar yudumladı.
ayaz da gittikçe azar
ayaklarından başlar üşümeye
ve geçen her saniye
soğuk
bir başka vurur beynine...
son bir gayret
güç belâ atıverir postunu bir kuytuluğa
önce bir sıtma nöbeti...
peşinden gümbürdenir bir sağanak: yazık
bugün de boşa gitti...
ne kadar isyan etse de gözleri
kurtulamaz aczinin esaretinden,
ve ılık bir mahmurluğun kollarında nâçar
o nihâyetsiz ufuklara doğru
açılır... açılır... açılır...
.
.
.
yepyeni bir başlangıç gibi
’Dolunay’dı...
ah bir de gökyüzünde kırlangıç gibi
bulutlara dolanaydı...
birden kararsızlığa boyandı
yüreğinde keskin bir sancı... ama dayandı.
ülküsü
çirkinliğinde de olsa
bir çekingen çingen yârin
o yârin, nârin ve pek cilveli huyuna katlanmalı...
katlandı da
ama bu muhtaçlık
derinden vurdu.
’Allah’ım, ne de zordu ...’
ve bu hazzından geriye kalan
bir tutam pamuk helva
pelte pelte yalan...
geç de olsa kavradı.
artık buralarda da yaşanmazdı ki
hem ne gereği vardı sızlanmanın
toplamalı pılını pırtısını
çekip gitmeli o ’Bahar Ülkesi’ne
kim laf söyleyebilirdi ki ülküsüne ...
Ama kazın ayağı hiç de öyle değil işte
tam da kararını vermişti ki
bir taraftan saçlarını dağıtan
denizin o yosun kokulu rüzgarı...
bir taraftan gökyüzü
çepeçevre mor... çepeçevre kırmızı...
işte o an
tarifsiz bir güzelliğe büründü
o çingen kızı...
ve yüreğinde sızım sızım bir sızı...
yoksa
’Ol da gör ’ dedikleri miydi bu?
gayrı hiçkimse
hiçkimseye boyun eğmeyen gönlüne
bu türlü kement atmamıştı,
hiçkimse
aklına eseni ardına komayan diline
bu denli kilit vurmamıştı,
kısacası hiçkimse
onu kendinden bu kadar çalmamıştı...
ama düşmüştü bir kere
n’eylese nâfile
gidecekti elbet
gitti de...
.
.
.
ne yıllar geçti aradan
bu zamana o zamanadan
kaç kış, kaç bahar yaşandı
ve nelere nelere şahit oldu insan...
ama bu bambaşka,
isim koymak zor bu aşka...
o deli yürek
şimdi bir tümsek,
ardına güneşin yaslandığı
şu vefâkâr tepenin yamacında,
göğe kavuşmuş o ulu çınarın dibinde
ve bir karaltı
sımsıkı kucaklamış mezarı böğründe
ve de kır çiçekleri...
görenler ne bir anlam verebiliyor bu tabloya
ne de farkındalar olup bitenin...
fakat ’o’ farkında
ufka saplanmış o kısık gözleri
bulut bulut garibin
sanki dünyanın yükü omuzunda...
öyle ki
tövbeye getirir insanı
Nemrut’u imana...
dakikalar... saatler... derken
kopuverdi birden
o minicik yürekten
tiz bir çığlık
alaca alaca yankılandı:
yazık!... yazık!... yazık!...
neden sonra doğruldu
göğe çevrilen o masum yüz duruldu
yalnız ağzının kenarında
sanki buruk bir tebessüm vardı...
bir süre öylece kıpırtısız kaldı,
çöp gibi boynu büküldü sonra
ardına hiç bakmadan
-ya da bakamadan-
uzaklaştı... uzaklaştı... uzaklaştı...
ve nihayet
ağır ağır yitti
o çepeçevre mor,
ve o çepeçevre kızıl ufukta...
nokta
masal da burda bitti .
Samsun, 1995
Kayıt Tarihi : 3.9.2019 02:56:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!