Yollara düşüyorum: kesilmiş kollar, kopmuş bacaklar; kan kırmızı asfalt. Taş ve sopa parçaları. Basmadan geçmeye çalışıyorum; bu benim yolum mu? Yoksa bir rüyanın içinde miyim? Yoksa tüm bunlar birer yanılsama mı? Yoksa ben görülmemesi gereken bir şeyleri mi görüyorum?
Yoksa bir öykü mü okumaya başladım; belki de bir öyküyü yazmaya başlıyorum?
Gerçek mi, yanılsama mı? Kim yanıtlayacak?
Sorular sorular; sorular çoğaldıkça başım daha da hızlı dönmeye başlıyor; bir yerlere tutunuyorum. Şiddeti, nefreti ve intikamı görüyorum. Çürümüşlüğü, gericiliği, tutuculuğu, bağnazlığı; hile ve desiseyi görüyorum.
Tüm bunlar, tüm bu kavramlar yerlere dökülmüş, insana acı veren parçacıklarla somutlanıyor; renk ise çok önceden belli: kan kırmızısı. Kırmızının en şiddetli tonu. Renkler ansiklopedisinde, karşılığını arıyorum. Okumamak daha iyi.
Canalıcı soruyu bir kez daha yineliyorum.
Tüm bunların büyük bir yanılsama olmadığını ya da olduğunu kim söyleyecek? Tüm bunlar gerçek olamaz; çünkü şiddetin ve baskının tanımını bile yapmak trajik artık....
Tüm bunların gerçek olduğunu; ya da yanılsama olduğunu nasıl bulacağız? İnim inim inleyen, parçalanmış bir kolun, bir yanılsama olduğunu kim söyleyebilir. Çünkü, kan kırmızı her yer.
Çünkü, soru nasıl yaşıyoruzdan, nasıl yaşıyacağıza gelip dayanıyor...
Bir balyoz iniyor masanın üzerine; kocaman bir yumruk... Kol ağızı şeritli, sivil ve resmî. Konuşamayacağız. Niye? Niye yok, niyesi, İÖ’de kaldı. Nefes alamıyorum. Konuşamadığıma göre, nefes de alamıyorum o zaman; boğuluyorum.
Patlayan bir bomba görüyorum simsiyah bir nefret kusuyor; ardından parçalanmış bedenler görüyorum, hepsi savunmasız, ardından aymazca bir sâkinlik görüyorum, kırmızı baştan sona. Ürkünç.
Nereye kaçsam. Uykularıma mı kaçsam? Yorganı başımın üstüne çekip, bilincimi dış dünyaya kapasam mı?
Konuşmayacağız. Bu kadarı yeter mi? Yetmez. Yazmayacağız. Niye? Niyesi açık değil mi, ey yazar!
Kurşunlar başımın üstünden geçiyor, oysa yalnızca fısıltıyla konuşuyorum; dudaklarımdan barış sözcüğüden, o da mırıltıyla, başka bir şey çıkmamıştı. Kurşunlar, bir ana yüreğine saplanıyor. Karnında dokuz ay on gün bir canlıyı, belki de birkaç canlıyı, yaşatmış bir ana yüreğine saplanıyor.
Kurşunların hedefi belli. Utanıyorum. Toprağa basmaktan utanıyorum, havayı solumaktan; nefes alıp vermekten, yürümekten, sevişmekten, okumaktan, yemekten, içmekten utanıyorum.
Konuşmayacağım ve yazmayacağım.
Kara bulutlar yalnızca kışın olmaz; kara bulutlar hep vardır; kendine uygun bir rüzgârı bekler. Buldu mu arkasına takılır; sanki önündeymiş gibi, istediği yere gider. Gökyüzünde kaldı mı kalır. Günlerce, aylarca, yıllarca kalır.
Bir köpek yoldan geçiyor biraz hızlıca, bir tekme savruluyor; bir kedi duvara sıçrıyor yoldan birdenbire, bedenine doğru bir taş parçası... Bir gencin kafası eziliyor; bir çizme, sivil ya da resmî.
Yürüyorum. Yürüyorum. Yürüyorum.
Sevgisiz bir bulvarda yürüyorum; hiçbir canlıya, katlanamayan bir bulvar bu. Yeşili yok. Ağaçlar kesilmiş kökünden; çiçekler yolunmuş...
Daha ne kadar yürüyeceğim bilmiyorum ama yürümeyi sürdürüyorum. Bu yol utanç yolu; bir kâğıdın üstüne önceden çizilmiş. Tüm görülenlerin bir yanılsama olduğunu söylüyorsa yolu çizenler demek ki her şey gerçek.
Tüm olup bitenlerin gerçek olduğunu biliyorum; yanılsama, tüm bunların inanılamaz bir boyutta oluşundan mı yoksa?
Tüm bunların gerçek olduğunu söyleyenler ise, yanılsamayla suçlanıyor ve tarihte ilk kez bireleri yanılsama yüzünden içeri giriyor.
Bir kitap bir hapishaneye kapatılıyor. Bir kitap bir bodrumda yakılıyor. Bir kitap, uçurumdan aşağıya atılıyor.
Yürüyorum ve düşünüyorum. Tüm bunları yapan kim? Kimler? Hayır yanlış yerden başladım. Tüm bunlar gerçek mi? Evet artık kuşkum kalmadı gerçek, şayet birileri tüm bunların gerçek olduğunu söyleyip yanılsama suçundan içeri girmişse. O zaman, bir sonraki düzeydeki sorum gelebilir.
Tüm bunları kim ya da kimler yapıyor?
Soru, soramazsınız. Soru sorma hakkınız bitti. Yanıtlar kapandı. Şansınızı yitirdiniz, öğrenemeyeceksiniz. Yanlış, öğrenemezsiniz. Bir Kafka romanı yaşıyorum. Ama yüzyılın sonunda. Kafka, romanlarını yüzyılın başında yazmıştı.
Soru sormam bu aşamada bitti. Oysa devam edecektim, niçin yapıyorlar, amaçları ne, kimler zarar görüyor, kimler kazançlı çıkıyor; sonunda kimin cebine çok para giriyor; kim açlık çekiyor, kim yoksul, kim zengin, kim vurguncu, kim namuslu, kim... kim... kimler... niye... niçin...
Artık soramıyorum; ama düşünüyorum. Beynimin içindeki düşüncemi kim engelleyebilir?
Büyük bir gürültü. Kara bulutlar toprağın üstünde. Kara bir sis tabakası ülkenin üzerinde. Sis kara olur mu demeyin. Oluyor işte.
Aradan zaman geçiyor, bir adam tek başına yürüyor. Kendi kendine konuşuyor; yüksek sesle değil ama; yanından geçerken ne dediğini anlayabilirsiniz.
Ben kimim, beynimin yarısı nerde? Kim aldı? Düşünemiyorum; düşüyorum.
Adam düşüyor, zaten konuşamamış ve yazamamıştı; şimdi düşünemiyor; toprağın içine doğru düşüyor, düşüyor düşüyor; arzın merkezinde.
Adam, zaten konuşamamıştı ve yazamamıştı; şimdi düşüyor; adam yok oluyor. Adam yok. Adam gerçekten yok. Çorak toprak kımıltısızca duruyor; adam içinde yitiverdi.
*
Bu öyküyü ben yazmadım; bu öykü zaten vardı.
(Yüksek Sesle Düşünmenin Tam Sırasıdır, ortak kitap, Can yay. 1997, s.25-28)
Kayıt Tarihi : 19.4.2016 11:04:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!