Henüz müşterisi bulunmayan restoranın barında biri kumral diğeri sarışın iki genç ve alımlı bayan hiç konuşmadan içkilerini yudumlamaktadırlar. Dalgın gözlerle boş masalara bakınan kadınların asıl amacının içki içmek olmadığını; önlerine bir saat kadar önce konan bira bardağının çeyreğini bile tüketmediklerinden anlayabilirdiniz. 
Restoranın kapısında sineklik olarak kullanılan boncukların hareketlenmesiyle birlikte, içeriye giren adama yönelen bayanların bakışları, adamın ecüş bücüş biri olduğunu görmeleriyle eski halini alır. Çünkü içeriye giren, cüce denilebilecek kadar kısa boylu; adam olduğunu ancak belli belirsiz ince bıyığı ve kirlenmiş beyaz fötr şapkasından anlayabileceğiniz, garip giysili bir kişiydi.
Adamın kirli fötr şapkasının altından terini alsın diye koyduğu bez mendil sarkıyordu. Sırtında ağır olduğu her halinden belli olan, kendi büyüklüğünde kocaman bir çuval vardı. Çuvalla orantılı olarak, etekleri diz kapaklarına kadar sarkan ve emanet olduğu duygusu uyandıran okyanus mavisi kaşe ceketi ise daha bir gülünç yapıyordu, bu ufak adamı. Dahası, ceketinin altına giydiği zebra gibi beyaz çizgileri olan siyah yelek ile kahverengi tonların hakim olduğu oduncu gömlek ise inanılmazdı. Hele “İngiliz kilot” denen, hani gözlerimizin ta ikinci dünya savaşından görmeye aşina olduğu; kalçaları geniş, paçaları dar ve düğmeli aba kumaştan yapılan pantolonlar vardır. İşte böyle de bir pantolon giymişti.
Bu tarih kitabı kaçkını adamın ne işi vardı böyle gençlerin uğrak yeri olan lüks bir mekanda? Buraya uğrayan kızlardan birinin babası  olabilir miydi? Eğer öyleyse bugün bayağı seyirlik malzeme hazır demekti.
İçeriye giren bu garip görünüşlü adam sempatik bir gülümsemeyle “Selamünaleyküm” dedi. Barda oturan kumral bayan, yüzünü buruşturarak: “Yanlış geldiniz, herhalde,” deyince; küçük adam yine güler yüzle,” Olur mu kızım? Elimdeki adrese göre burası. Ben buraya gelinceye kadar elli kişiye sordum.(Gözlerini ve ağzını kapatarak, burnuyla derin bir nefes çeker ve)  Aha içki kokusu! ..Aha karılar! . Sizi bilmem ama ben doğru yerdeyim. Tastamam bir ömür anamızdan emdiğimiz süt, burnumuzdan geldi. Şöyle felekten bir gece çalmak bizim de hakkımız değil mi kardeşim? ” diyerek sırtındaki çuvalı yere indirirken, tozlu ve kirli fötr şapkasını masaya vurarak altına çektiği iskemleye oturur.
Sarışın bayan alaycı bir dille küçük adamın sözünü keserek,” Ne o amca, sırtındaki çuvalda para mı var, yoksa? Para ile imanın kimde olduğu bilinmezmiş,”deyince.. Küçük adam:” He ya! . Para var yavrum! . İman da va ama! . (Birden ciddileşerek)  Müslümanız elhamdürülullah! Para.dersen hepimize yetecek kadar var anasını satayım. Sen ne kadar istiyorsun? ”diye sorar.
Bunu duyan bardaki kadınlar, hemen küçük adamın yanına giderek, yılışık hareketlerle koluna girerler ve daha özel bir masaya otururlar. Küçük adamın ayakları yere yetişmediği için sandalyede asılı kalmış, ayağının altına bir minder konulmuştur. Küçük adam, biraz da sıkıldığından olacak, bakımlı iki kadının arasında iyice küçülmüştür. Tanışırlar. Kendini hayat kadını şeklinde tanıtmayan kadınlardan kumral olanının adı, Melike’dir. Diğerinin ise Figen. Melike’den yaşça küçük olan Figen, bu hayata yeni başlamakta olduğundan Melike’nin deneyimlerinden yararlanarak, bu dünyanın en eski mesleğini öğrenmeye çalışmaktadır.
 
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.
Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...
Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...
Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...



