Henüz müşterisi bulunmayan restoranın barında biri kumral diğeri sarışın iki genç ve alımlı bayan hiç konuşmadan içkilerini yudumlamaktadırlar. Dalgın gözlerle boş masalara bakınan kadınların asıl amacının içki içmek olmadığını; önlerine bir saat kadar önce konan bira bardağının çeyreğini bile tüketmediklerinden anlayabilirdiniz.
Restoranın kapısında sineklik olarak kullanılan boncukların hareketlenmesiyle birlikte, içeriye giren adama yönelen bayanların bakışları, adamın ecüş bücüş biri olduğunu görmeleriyle eski halini alır. Çünkü içeriye giren, cüce denilebilecek kadar kısa boylu; adam olduğunu ancak belli belirsiz ince bıyığı ve kirlenmiş beyaz fötr şapkasından anlayabileceğiniz, garip giysili bir kişiydi.
Adamın kirli fötr şapkasının altından terini alsın diye koyduğu bez mendil sarkıyordu. Sırtında ağır olduğu her halinden belli olan, kendi büyüklüğünde kocaman bir çuval vardı. Çuvalla orantılı olarak, etekleri diz kapaklarına kadar sarkan ve emanet olduğu duygusu uyandıran okyanus mavisi kaşe ceketi ise daha bir gülünç yapıyordu, bu ufak adamı. Dahası, ceketinin altına giydiği zebra gibi beyaz çizgileri olan siyah yelek ile kahverengi tonların hakim olduğu oduncu gömlek ise inanılmazdı. Hele “İngiliz kilot” denen, hani gözlerimizin ta ikinci dünya savaşından görmeye aşina olduğu; kalçaları geniş, paçaları dar ve düğmeli aba kumaştan yapılan pantolonlar vardır. İşte böyle de bir pantolon giymişti.
Bu tarih kitabı kaçkını adamın ne işi vardı böyle gençlerin uğrak yeri olan lüks bir mekanda? Buraya uğrayan kızlardan birinin babası olabilir miydi? Eğer öyleyse bugün bayağı seyirlik malzeme hazır demekti.
İçeriye giren bu garip görünüşlü adam sempatik bir gülümsemeyle “Selamünaleyküm” dedi. Barda oturan kumral bayan, yüzünü buruşturarak: “Yanlış geldiniz, herhalde,” deyince; küçük adam yine güler yüzle,” Olur mu kızım? Elimdeki adrese göre burası. Ben buraya gelinceye kadar elli kişiye sordum.(Gözlerini ve ağzını kapatarak, burnuyla derin bir nefes çeker ve) Aha içki kokusu! ..Aha karılar! . Sizi bilmem ama ben doğru yerdeyim. Tastamam bir ömür anamızdan emdiğimiz süt, burnumuzdan geldi. Şöyle felekten bir gece çalmak bizim de hakkımız değil mi kardeşim? ” diyerek sırtındaki çuvalı yere indirirken, tozlu ve kirli fötr şapkasını masaya vurarak altına çektiği iskemleye oturur.
Sarışın bayan alaycı bir dille küçük adamın sözünü keserek,” Ne o amca, sırtındaki çuvalda para mı var, yoksa? Para ile imanın kimde olduğu bilinmezmiş,”deyince.. Küçük adam:” He ya! . Para var yavrum! . İman da va ama! . (Birden ciddileşerek) Müslümanız elhamdürülullah! Para.dersen hepimize yetecek kadar var anasını satayım. Sen ne kadar istiyorsun? ”diye sorar.
Bunu duyan bardaki kadınlar, hemen küçük adamın yanına giderek, yılışık hareketlerle koluna girerler ve daha özel bir masaya otururlar. Küçük adamın ayakları yere yetişmediği için sandalyede asılı kalmış, ayağının altına bir minder konulmuştur. Küçük adam, biraz da sıkıldığından olacak, bakımlı iki kadının arasında iyice küçülmüştür. Tanışırlar. Kendini hayat kadını şeklinde tanıtmayan kadınlardan kumral olanının adı, Melike’dir. Diğerinin ise Figen. Melike’den yaşça küçük olan Figen, bu hayata yeni başlamakta olduğundan Melike’nin deneyimlerinden yararlanarak, bu dünyanın en eski mesleğini öğrenmeye çalışmaktadır.
Melike küçük adama sorar: “Amca sen nerelisin? ”
Küçük adam: “Kocadağ Kazasının Çulsuzlar köyündenim. Berbat Hüseyin derler.”
Melike: Çulsuzlar Köyü mü? Berbat mı?
Berbat: Evet, Dağlı Berbat Hüseyin dedin miydi, işte o benim. Herkesler tanır beni.
(Daha sonra aralarındaki garip diyalog şöyle gelişir.)
Berbat: Biliyor musunuz kızlar! . Ben arkadaş tasfiyesiyle geldim buraya.. Erken gidersen kadın bile bulursun dedilerdi. Sahi, doğru söylemişler! . Doğru da sizin bu kadar güzel olacağınızı söylememişlerdi. Ama ve lakin eğlenmek bir Allah kulu olarak bizim de hakkımız. İki çam da biz deviriverelim canım, ormanı mı bitecek memleketin?
Melike:Adını öğrendikten sonra hitabını değiştirerek) Hüseyin bey! .Seni Allah gönderdi baraya. Sıkıntıdan patlıyorduk vallahi.
Berbat: (Kızın omzuna elini koyarak) Yok yahu! .Tövbe de! .Allah değil, Allah hiç öle şeyle yapar mı? Arkadaş gönderdi, dedik ya..
Figen: Hüseyin bey, kaç yaşındasınız?
Berbat: (Figen’e dirseğiyle dokunarak) Kaç yaşında görünüyorum kız?
Figen: Bilmem.
Berbat: Söyle bir şey canım.
Figen: Yani, şöyle uzaktan 15, biraz yaklaşınca 20, yanımızdan 25 görünüyorsunuz.
Berbat: Hay diline sağlık, bal akıyor vallahi. Nerde bizim karılarda böyle tatlı kelam.
Melike: Hüseyin bey kaç çocuğuz vardı?
Berbat: Bırak kızım şu beyli, meyli lafları, tepem atıverir yoksa. Karışmam sonra.
Melike: Peki Hüseyin. Kaç çocuk var diye sormuştum.
Berbat: (İki kadının arasında masa tenisi izler gibi başını bir sağa, bir sola çevirmekredir) Çocuk mu dedin? Bende çocuk çok..(Kız çocuklarını kastederek) Şark taraflarında söylemezler ama ben deyivereyim. Benim sizin kadar kızlarım var, ama gözümden ıramam. Ne olur, ne olmaz, zaman kötü. Dördü kız beş tane evladım var. Sonuncusu oğlan. En kıymetlisi de odur. Gözbebeğim o benim. Şimdiden özledim. Yavrum.(Kısa bir süre düşünceye dalar) Ha! . Adı da Bilal. Siz biliyor musunuz, Bilal adı nereden gelir?
Figen: Dünyadan göçmüş yakınlarınıza ait bir isim mi? Babanızın, dedenizin filan…
Berbat: Nerden bileceksiniz ki? Sizde Müslümanlık falan kalmamış. Gavurun kızları sizi! .(Bilgiç tavırlarla) Bilal Habeş! İlk ezanı o okumuş. Bir ses varmış ki sormayın gitsin. Zamane hafızları hopörlörnen bile çıkaramıyormuş bu sesi. Peygamber efendimizin kölesiymiş de azatlık etmiş ya. İşte onun adı.
Melike: (Yanağına bir öpücük kondurarak) Tamam Hüseyin’ciğim.Anlaşıldı. Sabaha kadar din dersi vermeyeceksin herhalde?
Figen: Evet ya! .Sıkıldım ama.(Eliyle garsonu işaret ederek masaya çağırır) Haydi bir şeyler içelim. Bize ne ikram edeceksiniz?
Berbat: Dükkan sizin.(Masanın başında sipariş bekleyen garsona dönerek) Öyle değil mi len?
Garson: Evet efendim. Ne arzu etmiştiniz?
Berbat: Valla ne bileyim? Bana rakı ile kuzu kavurma getir. Kurbandan beri et neyin yemediydim. Torpilli olsun ama! . Hanımlar ne istiyorlarsa onu getir..
Melike: (Garsona göz kırparak) Bize de şöyle ortaya bir ordövr, kalamar salata, mantarlı pilaki, iki porsiyon bol garnitürlü(patates püreli) dana rosto ile içecek olarak gordon cin hazırlar mısınız? Ha bunlar gelinceye kadar da aperatif iki tekila rica edeyim.
Garson: Derhal efendim, diyerek oradan ayrılır.
Berbat: (Söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştır. Ama pişkinliğe vererek…) Heh! .heh! .he! .Ben demedim mi size, iyiden iyiye gavurlaşmışsınız, diye..
(Siparişler gelmiş, içki bardakları boşalmaya başlamıştır. Fakat bayanlara gelen içki sudan başka bir şey değildir. Berbat bir ufak rakıyı bitirerek ikinci şişeyi ister.)
Oğlum bir şişe daha getir bakalım! Biz Osmanlıyız! Ne yapıversin bize bir şişe? Biz bunun bir şişesini iştahımız açılsın deyi yemekleden önce içeriz. Hem de bir dikişte..(Garsonu çağırır. Çıkınından çıkardığı bir miktar parayı verir ve piyanosunun başına yeni gelerek klasik müzik çalmaya başlayan müzisyenden dağlı havaları çalmasını ister.Garson bu isteği piyaniste bildirir.)
Piyanist: Çok özür dilerim beyefendi. İsteğiniz olan dağlı havalarını, repertuarımızda bulunmadığı için söyleyemiyorum. Ama nezih masanıza yakışır şekilde Vivaldi! nin mevsimlerini sizin için çalabilirim.
Berbat: (Piyanistin sözlerine bir anlam veremez. Yanındaki kadınlara sorar.) Ne diyor bu herif yahu? Bir şey anladıysam arap olayım.
Melike: Dağ havalarını bilmiyormuş. İsterseniz bizim için başka bir parça çalabilirmiş.
Berbat: Olur mu öyle şey? Dağlı havası bilmeyen zımzımcı mı olurmuş? (Çıkınından bir miktar daha para çıkararak garsondan piyaniste vermesini ister. Sonra da, kendi kendine mırıldanır.) Hınzırlık diz boyu kardeşim.Ne olacak, mangırı az buldu tabii..Damat traşı olurken bizim köyün berberi Keltoş Emin vardı. Üç kere bahşiş verdim de öyle kestiydi.
(Garson, parayı piyaniste verir ama piyanist dağlı parçaları bilmediği için almak istemez. Fakat dikkatle piyanistin masasını izleyen Berbat Hüseyin’in parayı alması konusundaki ısrarcılığına direnmeyerek alır.)
Piyanist:(Çaresiz, tamamı dolan restoranın müşterilerine mikrofonla seslenir.) Sevgili misafirlerimiz. Programımıza özel bir istek nedeniyle ara vermek zorunda kaldık. Özür dilerim. Şimdi sizlere Meşhur Dağlı Berbat Hüseyin için hazırladığım bir parçayı seslendireceğim.(Orgun başına geçer. Ses efektlerinden önce bir rüzgar sesi, ardından bazı hayvan sesleri çıkartır. Bu özel seslendirme içerdeki müşterilerden büyük alkış alır. Çünkü bu alışılmadık bir durumdur. Hatta bu şovu bir kez daha isteyenler bile olmuştur.)
Berbat: (Bu duruma şok olmuş, çok üzülmüştür. Ancak olan olmuştur. Figen’e üzgün bir sesle..) Yeni geldiğimde sen dediydin de ben ehemniyet vermediydim. Ara sıra küçük lafı da dinlemek lazımmış ama, eşeklik bizde. Yanlış yere gelmişim. Rezil olduk cümle aleme. Bizim köydekiler duymaz değil mi?
Figen: Üzüldüğün şeye bak! . Köydekiler nerden duyacak ki? Biz eylenmemize bakalım.(İçki bardağını kaldırarak) Şerefe! .
Berbat: (Piyaniste kafasını takarak, iyice sarhoş olmuştur. Garsonu çağırarak eline bir miktar bahşiş daha sıkıştırır.) Ülen! . Dağlı havası çaldırma işini beceremedin. Hiç olmazsa bir fotoğrafçı bul da karılarnan alem yaptığıma inandırayım arkadaşları. Bizi şöyle bir çekiversin, anasını satayım.
Garson: Teşekkür ederim Hüseyin Bey, hemen bir fotoğrafçı çağırıyorum efendim.
Melike: (Bu konularda oldukça deneyimli olduğundan, konuyu değiştirmenin yararlı olacağını düşünerek,) Sahi Hüseyin’ciğim! .Sen sık sık gelir misin buralara?
Berbat: Ben pek şehire uğramam, ama usul erkan bilirim. Yani dil bilmez dağlılardan değilimdir. Askerde komutanımın emir eriydim de karısıyla hep ben muhatap olurdum. Ablam olsun çok kibar karıydı. Her bir isteğini bana söylerdi. Haliyle benim bir dediğim iki olmazdı. Ne zaman yavuklumu özledim desem hemen memleketime yollardı. Uzun hikaye..
Figen: O zamanki yavuklunuzla mı evlendiniz?
Berbat: Şimdi yufka yerimden yakaladın işte..O yavuklumla evlendim. Bizim köroğlu tam kırkbir yıldır saat gibi çalıştı. Nazar mı deydi, nedir? Evvel akşam sofrada yanı başına yığılıverdi. Bir baktım ses soluk yok. Hemen komşulara haber saldık. Sağolsunlar hepsi geldiler. Biraz düzelir diye bekledik ama ne gezer? Len karı bir kalk gayrı diyorum lakin hiç kımıltı yok! . Ölü gibi yatıyor habire. KomşulaRdan Ferik Ali’nin taksisine attığımız gibi geldik büyük şehire..(O ara masalarına gelen fotoğrafçıya, kollarını iki kadının omzuna atarak poz verir. Bir kaç poz çekilir. Poloroid makineden çıkan şipşak fotoğrafları para karşılığında satın alarak ceketinin cebine koyar ve konuşmasına devam eder.)
Ne diyordum. Hemen Memleket Hastanesine gittik. Hastaneye acizden(acil) girdik. Bir sürü doktorlar geldi ve bizim köroğluyu bir güzel muayene ettiler. Koluna bir kablo ile şişe(serum) daktılar. Sordum bu ne işe yarıyor diye. Bu şişeden beslenecek dediler. Oradan Nereloca’ya(Nöroloji) yatırdılar. Elime bir rekabetçi(refakat) kağıdı tutuşdurdular. Sonra da sen git gayrı, biz ona bakarız, sabahleyin erkenden gel, dediler. Yahu elde ne iyi insanlar var değil mi? Neyse o sebepten buradayım. Ya, anladınız mı kara dayınız Berbat Hüseyin neden buralarda sürtüyor diye? Sonra da arkadaşın biri böyle bir yerleden söz ettiydi. Aklıma düşünce de hoplayıverdim buraya.(Başını Melike’nin omzuna koyarak annesinin kucağındaki bir çocuk gibi başlar hıçkırarak ağlamaya. Melike ve Figen bu durumdan etkilenerek bayağı üzülmüşlerdir.)
Melike: Geçmişler olsun Hüseyin’ciğim.
Figen: Eşinize Allah’tan acil şifalar dilerim.
Melike: (Berbat Hüseyin’e acıyarak) Hüseyin’ciğim! . Bu kadar içtiğin yeter, haydi toparla kendini. Sana bir taksi çağıralım da yatabileceğin yere götürsün. Paralarını boşa harcama. Buralar sana göre değil, pahalı yerler.(Berbat iyice kendini salıvermiş ve ağlamaya devam etmektedir.)
Berbat: Sağolun, varolun kızlar! Eksik olmayın.
Melike: Hüseyin’ciğim! . Bir sosyal güvenceniz, yani sigortanız filan var mıydı?
Berbat: (Ağlamayı keser ve burnunu çekerek) Yok be, ne gezer? .
Melike: O zaman hasta eşiniz nedeniyle size çok para gerekecek.
Berbat: Para çok, hem parayı insan kazanır. Hiç endişe etmeyin.(Yeniden bir şişe rakı daha söyler)
Melike: “Saat geç oldu. Biz izninizi istesek,” deyince..
Berbat: (Sinirlenerek) Olmaz! . Gece yeni başlıyor daha. Garson! . Bak yavrum buraya! . Kızla ne isteyorlarsa getir. Babasızlar’lı Şaptır’ın evi mi len burası? (Sonra da kadınlara çocukluğunu, ilk gençliğini, evliliğini, askerliğini ve hatta gerdek gecesini anlatır. Yanındaki kadınlarla birlikte restoranın pistine çıkarak, çalmakta olan kıvrak müziğin etkisiyle oynarlar.)
Bir süre sonra Berbat Hüseyin masaya yığılır kalır. Sızmıştır. Garsonlar karga tulumba bir şekilde masadan kaldırıp götürürler. Kendi yattıkları ranzalardan birine yatırırlar. Yatırırlar yatırmasına da, istifra ederek üstünü başını ve yatakları batırır. Yani adına layık bir şekilde berbat olmuştur.
Sabah olduğunda şiddetli bir baş ağrısıyla kalkan Berbat Hüseyin, çevresine kısık gözlerle bakınarak nerede olduğunu kavramaya çalışır. Gözleri tam açılmadığı için el yordamıyla çuvalını arar. Çuvalı bulunca da, içinden çıkınını çıkartarak açar. Paralarını arar fakat bulamaz. Ceplerini karıştırır. Ancak üç beş kuruş yol ve simit parası dışında bir şey yoktur. Güzelim alaca ineğin satışından aldığı para ile bir yıl boyunca didinerek kazandıkları çileğin parası gitmiştir. Daha doğrusu hastanede yatan, belki de ölümle pençeleşen eşinin Berbat’a güvenmediği için yıllarca halı, kilim ve minder altında gizli olarak, “Belki bir gün lazım olur, olmazsa kefen param olur,”diyerek biriktirdiği paralar gitmiştir. Bir an duraksar. Karısının Bursa’ya gelmeden önce köyde söylediği son sözlerini duyar gibi olur. ”Bak adam! . Ben pek iyi değilim bu sene. Beni hastaneye mi, postaneye mi, nereye götüreceksen götür.. Yoksa Azrail tırpanını sallayıp durur karşımda vallahi. (Kilimin altına elini sokarak çıkardığı bir miktar parayı kocasına verir) Al şunları! . Para neyin yok demeyesin.” Tüm vücudunu derin endişeler kaplamıştır. Yoğun bakımda olan eşi ya öldüyse. Ölse kurtulur. Ölmeyip de yüksek masraflar gerekirse, ne yapacaktır? İçi acıyla burulur. Büyük pişmanlıklar içersinde dışarı çıkar. Karşısına çıkan temizlik görevlisi bir delikanlıya sorar.)
Berbat: Oğlum! .Bir bak hele! .Şu benim çuvalda bir çıkın vardı. İçindeki paralar yok da. Onu soracaktım, yavrum.
Temizlikçi: Ben bilmem ki amca. O işleri bizim patrona sorunuz.
Berbat: Nerden bulacağız şimdi, sizin patronu?
Temizlikçi: Buraya akşamları gelir. Boşuna beklemeyin.
Berbat: Eh, ne yapalım? Akşamleyin geleyim gayrı..(Restorandan ayrılarak hastaneye gider. Fakat para konusunda endişelidir. Hastaneye geldiğinde eşinin yanına alınmaz. Ancak uzaktan, camdan bakmasına izin verilir. Durumunu sormak için bir süre doktorları bekler. Doktor geldiğinde, eşinin tansiyon yüksekliğine bağlı olarak beyin kanaması geçirdiğini; dolayısıyla durumunun kritik olduğunu söyler.Ardından alelacele yazdığı bir reçete tutuşturur eline..
Doktor: Hastane eczanesinde bulunmaz bu ilaçlar, dışardan bir eczaneden alıp geliniz.
Berbat: (Hastanenin karşısındaki bir eczaneye girerek) Şu ilaçları yapıverin bakalım. Pahalı mı? Ne kadar tutar bunlar?
Eczacı kalfası: Bir dakika efendim. Hesap edeyim.(Hesap makinesiyle toplayarak) 385 milyon.
Berbat: (Cebinde yalnızca 13 milyon lira bulunduğu halde) Şimdi ilaçları verseniz. Hastamızın durumu aciz(Acil) de, sonra parayı köyden getiriversem, olmaz mı?
Eczacı kalfası:Bir şey diyemem beyefendi, patrona sorunuz.(Diyerek kasada oturan yaşlı bayanı gösterir.)
Berbat: (Eczane sahibine durumu açıklayarak) Hanım teyze! .Bana iki gün müsaade ediversen, parayı söz bir Allah bir getireceğim vallahi.
Eczacı Kadın: Mümkün değil beyefendi. O şekilde çalışmıyoruz.
Berbat: (Bu sözlerle adeta başından kaynar sular dökülmüştür. Çaresiz eczaneden çıkar. Yolda yürürken köyünde imamlık yapan Ruhi beyle karşılaşır. Durumu ona da anlatır.) Ya Ruhi gardeşim, bu şehirlerde en büyük dert parasızlık. Ne yapacağımı şaşırdım vallahi.(Elini imamın omzuna dokunarak) Bir çare düşün Allah’ını seversen.
İmam Ruhi: (Eliyle simsiyah kıvırcık sakalını karıştırarak bir süre düşünür.) Sana bir yeşil kart çıkartalım, Hüseyin Abi. En çıkar yol bu olsa gerek. Başka da bir şey gelmiyor aklıma.
Berbat: İyi ama bizim karı beklemez ki, ilaçları hemen hastaneye götürmem lazım.
İmam Ruhi: Bir tanıdığım eczane var. Hemen gidip oradan borçlanarak alırız.
(İmamın sözünü ettiği eczaneye giderek durumu anlatırlar. İmamın kefilliğiyle ilaçları alarak hastaneye götürürler. Berbat rahatlamıştır, artık.) İmama çok teşekkür ederek ayrılır ayrılmaz; soluğu doğruca bir gün önce paraları kaptırdığı restoranda alır.
Berbat: (Restoranın kasasına yaklaşarak,) Birader! . Ben önceki gece ne kadar para verdim buraya?
Kasiyer: Siz bilmiyor musunuz ne ödediğinizi?
Berbat: Yok! .Ben bir şey hatırlamıyorum ki.
Kasiyer: Beyefendi, buradaki hesaba göre, tam 750 milyon alınmış sizden. Aslında hesabınız daha da yüksek. Ama dün akşam yanınızdaki bayanlar size acıdılar da cebinize bir miktar harçlık bırakıldı. Artı hiçbir müşterimize tanımadığımız geceleme olanağını da sağladık size..Çünkü rizikolu iş. Ya, ölseniz yatağınızda. Kim sorumlu olacak, kim suçlanacak ha, söyler misiniz?
Berbat: (Kasiyerin bu açıklamalarına karşı hiçbir şey söyleyemez. Başı önde olduğu halde, restorandan çıkarken, eliyle kafasına vurarak) Haklısın kardeşim. Kabahat yine bizde değil mi? Kime ne diyeyim. Kafama sıçayım.
(Berbat Hüseyin köyüne hiç uğramadan doğruca İlçe Kaymakamlığına çıkar. Kaymakama derdini anlatır. Kaymakam Berbat Hüseyin’in gerçekten berbat haline acır ve işlerin hızlandırılması için yazı işleri müdürüne talimat verir. Yazı işleri müdürü de odasına aldığı Berbat Süleyman’a çay kahve ikram ederek bürokratik işleri tamamlatmaktadır. Nüfus müdürlüğünde başlayan işi, Belediye Başkanlığı, Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı onayı ile devam eder. Geriye bir tek köy muhtarlığı kalmıştır. Şansına o gün İlçede olan muhtardan Kaymakamlığa gelerek evrakı onaylaması istenir. Muhtar Berbat Hüseyin’le ilgili bir iş olduğunu duyunca imza atmak istemez. Çünkü Berbat Hüseyin acınacak bir adam değildir. Sorumsuz bir insandır o. Seçimlerde kendisine muhalif olmuştur ama bunu Kaymakam’a söyleyemez. Kaymakam, bu kez hastanedeki eşi için yardımcı olmak istediğini söyleyince muhtar da kabul eder ve evrak tamamlanır. Çünkü hastanede ölümle pençeleşen kadın köy muhtarının da yakın akrabasıdır.
(Berbat, yeşil kartı almıştır. Uçarcasına şehire gider, eczanedeki işlemlerini yaptırarak borcunu öder. Hanımı, beyin kanaması rahatsızlığını az bir hasarla atlatarak köyüne döner. Yaşadıklarını çabuk unutan Berbat, eski yaşantısına devam ederek; bir yıl sonra gittiği meyhanede, yanında Zühtü ve Kurban isimli iki arkadaşıyla birlikte zil zurna sarhoş olmuştur.)
Kurban: Len sağdıç! Sende kaç kız vardı?
Berbat: Dört tane.
Kurban: Ee, bende de dört oğlan var. Evlendirsek hepsini de bu dertlerden kurtulsak olma mı?
Berbat: Ülen, Allah’ın çulsuzu! . Sana dört değil, bir tane bile kız vermem. Hatta damdaki merkebi istesen yine vermem.
Zühtü: (Konuşmaların sonunun kötüye gittiğini görerek, konuyu değiştirir.) Hüseyin Ağam! .(eşini kastederek) Teyzem nasıl oldu, iyileşti mi?
Berbat: (Bu soru üzerine, karşısında oturan arkadaşlarına başından geçen olayları anlatmakta, kendine çok yardımı dokunan Kaymakamı göklere çıkarmaktadır..) Kardeşim! Böyle bir insan olamaz. Melek melek..Hatta haşa melekler bile bu kadar insana yardım yapamaz. Hızır oldu da yetişiverdi be yahu! Ne söylesem azdır. Onun için ne yapsam yine azdır. Bizim köroğlu yaşayorsa sebebi odur.
Kurban: Len Sağdıç! Ne yapmaya uğraşıyorsun kartnan cartnan? Yok muydu oralarda komprosörlü (Ankisörlü) bir telefon, edivereydin köye. Kuşun kanadında olsam hemen koşar gelirdim vallahi! ..(Daha sonra sohbet, siyasi konulara yönelir.)
Zühtü: Hüğseyin Ağam, senin bu Kaymakam ne’ciymiş? Yüzde yüz senin partindendir. Yoksam o gadar yardımı neden yapsın ki sana?
Kurban: Tövbe de len salak! Hiç Kaymakamların partisi purtisi olur mu? Onlar devlet adamıdır..Anladın mı? Devlet adamı.
Berbat: (Fanatik bir partili olarak,) Yok be oğlum. Ne gezer? . Kaymakam bey oğlumuz iyi olmasına iyi adamdı ama, bizim ilçeden tayin olup gittikten sona, bir de duyduk ki bizden değilmiş. Halkçıymış senin anlayacağın...Pek çok üzüldük vallahi.Ne yapacaksın?
Meyhanenin müzik setinde Aşık Mahsuni Şerif’e ait bir türkü çalmaktadır.
“Yürü be! .adam/insan değilsin.
Kendini bilmeyen,
Halkı/hakkı ne bilsin? ....
Ne yaparsınız ki, Berbat işte. En zor zamanlarında elinden tutmuş olan ve eşine az rastlanır bu güzel insana(Kaymakam) karşı, vefa borcunu ancak bu saçma sapan sözlerle karşılık verebilmiştir. Küçük beyni ancak bu kadarına yardım etmektedir çünkü.
Birkaç yıl sonra Berbat Hüseyin, evinde çok alkollü bir gününde sıgarasından çıkardığı yangında yanarak adına yakışır bir şekilde can verir. Hanımı bütün kızlarını evlendirdikten sonra yine yüksek tansiyondan yaşamını yitirir. Küçük oğlu Bilal büyümüş ve tıpkı babası gibi alkol bağımlısı olarak, Berbat ünvanına layık görülmüştür. Kurban alkollü olarak köyüne giderken kendi traktörüyle yaptığı kazada kurban gider. Zühtü hastalanarak alkolü bırakmak zorunda kalır. Kaymakam ise hala Vali olamamıştır.
Geçen gün önünden geçerken fark ettim. Berbat Hüseyin’in bütün parasını harcadığı restoranın yerinde güzel bir giyim mağazası açılmış. Devlet Hastanelerinde ise, kim bilir kaç Berbat’ın eşi yeşil kartla ve ücretsiz tedavi görmek için yatıyor?
Kayıt Tarihi : 31.1.2007 13:41:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Ahmet Zekai Yıldız](https://www.antoloji.com/i/siir/2007/01/31/berbat-huseyin.jpg)