Minik Kız
Bir zamanlar çok sevdiği kadınla evlenmiş mükemmel bir adam varmış. Sevgileriyle bir kız çoçuğu yetiştirmişler. Adam bu sevimli ve zeki kız çocuğunu çok sevmiş. Daha minicikken onu kucağına alır, ağzıyla melodi tutturur ve odanın etrafında onunla dans eder, 'Seni seviyorum minik kız' dermiş.
Bu mükemmel adam minik kızı hep kucağında büyütmüş ve 'Seni seviyorum minik kız' demiş. Minik kız ara sıra sinirlenir, 'Ben artık senin minik kızın değilim' dermiş. Adam güler 'Sen her zaman benim minik kızım olarak kalacaksın.' dermiş. Artık minik olmayan kız, bir gün evden ayrılmış ve gerçek dünyanın kapılarından girmiş.
Kendisiyle ilgili daha fazla şey öğrendikçe babasını daha iyi tanımaya başlamış. Onun gerçekten mükemmel ve güçlü biri olduğunu anlamaya, olumlu yönlerini görmeye başlamış. En önemli yönlerinden biri, ailesine sevgisini ifade edebilmesiymiş. İstediği kadar büyümüş ve dünyaya açılmış olsun, babası onu hala tanına çağırır ve 'seni seviyorum minik kız' dermiş.
Artık minik olmayan minik kız bir gün birtelefon almış. Mükemmel babası ağır hastaymış. Felç geçirmiş. Babasının konuşamadığını söylemişler. Hatta kendisine söylenenleri bile anlayıp anlamadığından şüpheli olduklarını belirtmişler. Artık gülümseyemiyor, gülemiyor, kucaklayamıyor, dans edemiyor ve artık minik olmayan minik kızına onu sevdiğini söyleyemiyormuş.
Babasının yanına gitmiş. Odaya girdiğinde babası gözüne çarpmış. Ufacıkmış, artık güçlü görünmüyormuş. Babası ona bakmış, konuşmaya çalışmış ama başaramamış. Minik kız yapabileceği tek şeyi yapmış. Yatağa, mükemmel adamın yanına uzanmış. İkisinin de gözlerinden yaşlar gelmiş. Kollarını babasının hiç bir şey hissetmeyen omuzlarına dolamış. Başı babasının göğsünde çeşitli şeyler düşünmüş. Geçmişteki güzel günleri, babasının onu nasıl koruduğunu ve sevdiğini hatırlamış. Kaybedeceği şeylerden dolayı, onu rahatlatan o sevgi sözcüklerini artık duyamayacağından kederlenmiş.
Sonra babaının kalp atışlarını hissetmiş. Müziğin ve cümleciklerin yaşadığı bir kalbin atışlarıynış bunlar. Babasının kalbi atmaya devam etmiş, vücudunun diğer kısımlarına inen felçten habersizce atıyormuş.
Ve minik kız orada yatıyorke inanılmaz bir şey gerçekleşmiş. Duymak istediklerini duyuvermiş. Babasının kalbinden artık dudaklarından dökülemeyen cümleler dökülüvermiş: 'Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum, minik kız, minik kız, minik kız...'
Minik kız rahatlamış...
kaynak bilinmiyor
--
ÖTELERDE BİR BOYUTTA
-Dünya mı? ... Genellikle ilkel insanlar yaşar orada! .. Hayatları, birbirlerine karşı böbürlenme mücadelesiyle, kendilerini, üstün görme duygusunu tatmin çabalarıyla geçip gider... Bütün hayâlleri, birbirlerini tahakkümleri altına almaktır! ...
-Ama Aynha, sen, geçenlerde Dabaddah ve ona benzeyen birçok kimsenin oradaki varlığından söz etmemiş miydin? ...
-Evet Elf, ama onlar insanların içinde orana vurulursa, Samanyolu’na kıyaslanan dünya uydusu ay gibi kalır! ...
- Aynha, evrende Dünyalılar ve bizden başka aklı olan, yani bizler gibi düşünebilme yeteneği olan varlıklar mevcut değil mi?
-Elbette mevcut! ... Hem de sayısız! ... Meselâ Güneş sistemindeki Setri'liler! . Ama onlar, Dünya'lılar gibi yoğunlaşmış bir bedensel yapıya sahip değiller... Ancak zaman zaman, bazıları yoğunlaşmış görüntüye sahip olabilirler...
- Anlayamadım...?
- Bak Elf, sen henüz gelişme devresindesin... Bunların hepsini çok kısa bir sürede anlayabilmene imkân yok... Ancak zamanla, çok çeşitli meseleler arasındaki bağlantıları tamamlayabilecek ve tümel aklın eserlerini ortaya çıkartabileceksin...
Önümüzdeki ay imtihanın var! ... Şâyet onu kazanırsan, bir süre için dünya ile iletişim kurup, onların yaşamlarını; daha sonra da Setri'ye geçip onların hayat şartlarını daha yakından görebilirsin...
Ama unutma ki, bu önündeki imtihanı başarı ile vermene bağlı...
- Söz veriyorum Aynha, bu imtihanı verecek ve seninle oralara gitmeğe hak kazanacağım.
- ÖZDE!
- ÖZDE Aynha! ...
İdepya, Kurgas dize yıldızlarının en yücesi... Dünya bilimine göre ise yıldız bile sayılmaz! ... Çünkü, onun maddesel bir yapısı ve görüntüsü hiç yoktur! ...
Dünyalılar, gelişmemiş 5 duyulu yaşantıları îcabı, sadece maddesel yapıya önem veren ve örneğini gördükleri şeye göre, başka şeyler hakkında yargıda bulunan varlıklardır...
Her ne kadar bazı kısmî gelişme göstermiş bilim adamları, madde ötesinde ışınsal yapıları bulmuş; ve bunların maddesel yapıyı meydana getirdiklerini öne sürmüşse de, toplum henüz ilkel beş duyuya dayanan fikir yaşantısından kurtulamamıştır.
Evet İdepya, dünyalılar, yani gelişmemiş 5 duyulu insanlar diliyle, 'ışınsal kitle' yıldızıdır. Bu kitlenin hacmi, üzerinde gelişen ışınsal yapılı akıl birimlerinin her biriyle daha büyümekte ve güçlenmektedir...
Evreni var eden tümel akıl, burada enerji birimlerine, öz vasfı olan kudret ve aklı bağışlamıştır... Orada her bir birim, idrâkının kapsamı oranında enerjiye ulaşır...
Ve tümel akıl, Onda kendini seyreder! ...
Neyse, biz İdepya'lı Elf'e dönelim yine... Zira, onun imtihan günü geldi çattı bile...
Bakın, Aynha'nın huzurunda; aklı, bütün öğrendikleri arasında nasıl son süratle gezinip duruyor...
Aynha'dan sözedelim biraz...
Aynha, İdepya'nın en geniş kapsamlı tümel akıl temsilcisi. Yeni yetişmekte olan birimlerin, en yetenekli binini geliştirme görevini yüklenmiş.. Onlara, kendi âlemlerini, kendilerini ve evrendeki diğer akıl serpintilerine nail olmuş varlıkları ve tümel aklı idrak ettirmek görevi..
Bir bakıma kolay işi, bir bakıma da zor! ...
Kolay; zîrâ karşısındaki akıl birimlerinin hiç biri, hiçbir şeyle şartlanmış değildir! ...
Zor; tam saf ve ilkel aklı tümel akıl hâline getirerek, evrenin ve tümel aklın sırlarına sahip hale getirmek; ilkel varlıkların anlayamayacağı, hatta hayâl bile edemeyeceği bir iştir! ..
Neyse, biz şimdi dönelim Elf'in ilk imtihanına...
Elf, bazı kutsal noksanların tesiri altında Aynha'nın ilk sorusunu bekliyor...
Ya, sorduğu meseleyi çözmekte güçlü çıkamazsa! O takdirde, seyahatler en azından bir gün daha ileriye atacaktı... Yani dünya yılıyla bin yıl ileriye! ... Az mı zamandı bir gün! ..
O, bu fikirlerde gezinirken, çağırdı kendisini Aynha:
- İlk soruna hazır ol Elf! ..
- Buyur Aynha! ... Seninleyim! ..
- Evren, tümel aklın eseri olduğuna göre, evrendeki, bir kısım varlıkların ilkelliklerinin sebebi nedir?
Elf bir an durdu! .. İdepya'lıları düşündü... Oradan Kurgas dize yıldızlarını fikir gözüyle seyretti... Oradan, karşı galaksi Samanyolu’na geçip güneş uydularını fikretti, ve sonra dünyalılara dair aldığı bilgileri derleyip topladı.. Sonra, Setrilileri düşündü...
Tümel aklın tüm haşmetinden, akıldan mahrûmmuşcasına yaşayan primitif varlıklara kadar...
Evet, bu primitif varlıklar dahi nasıl oluyordu da tümel aklın bir eseri ve kemâli olabiliyordu...
Bu çok zor sorunun cevabını hemen dizeledi...
-Tümel akıl için, ilkellik veya gelişmişlik diye birşey mevzubahis değildir. O sadece, her an yeni bir şey îcat eder ve dilediği düzene göre bunu ortaya çıkartır.
Ancak bu ortaya çıkardığı şeylerin herbiri kendisi için aynı değerdedir. Onlar arasındaki fark, o şeyle diğerleri arasında, birbirlerine göredir! .. Yani, değerlendirmeler tamamıyla göreseldir! . Tümüyle bir isimlendirmeden ibarettir.
Gerçek mânâdaki farklılık, değişkenlik, bilimsel açıdan, değerlendirme olarak ifade edilir. Ve bu da ifadeye çalıştığım gibi tamamıyla göresel (izâfî) dir..
İşte bu yüzden, birimsel mânâda her ne kadar değerlendirme mevcut gibi görünürse de; kendilerini birimsel hüviyetten kurtarıp, tümel aklın aksettiricisi haline getirenlerde, her birim eş ölçüde tümel aklın bir îcadıdır.
Aynha aldığı cevabı yeterli bulmuştu...
İkinci soruyu verdi:
-Birimlerin azap ve mutluluğu, tümel aklın aksettiricisi olmalarına rağmen nasıl olabilir..? Tümel akıl için azap veya mutluluk mevcut mudur? .. Mevcut ise nasıl olur..?
Mevcut değilse, herşey ondan aksettiğine göre azap ve mutluluğun kaynağı nedir? ...
Elf, oldukça çapraşık olan bu sual karşısında da bir an durdu; o güne dek gelişmiş bulunan bellek denizindeki bütün fikir adacıklarını gezindi... Gerekli bağlantıları kurması hiç de güç olmadı ve hemen cevabını dizeledi gene...
-Azap veya mutluluğun kaynağı, birimlerin, birimsel varlıkları içinde birbirlerine bakmalarından; ve bu bakış açısından doğan değerlendirmelere saplanmalarından doğar! ..
Birimlerin, birimsel varlıklarının bilinç boyutunda mevcut olmadığını farketmeleri ve; varlıklarının, tümel aklın aksettiricisi olduğunu idrâk etmeleri nisbetinde de, azap veya mutluluk kavramı varlığını tüketir; ve bütün birimler, 'eş değer' ifade etmeğe başlar.
Ancak, bu da aksettiricideki tümel aklın görüntüsü ölçüsünde olur! .
Birim, kendisinde ve dışında, her şeyde görünenin tümel aklın bir eseri olduğunu farkederse, her şeyi bir gözle görür ve artık onun için tüm zıtlar yok olur...
Sadece, tümel aklın bir gözüyle diğer gözünü seyrettiği âşikâr olur.
Gelişme sürecine oranla, Elf'in verdiği bu cevap da yeterli sayılabilirdi.
Aynha derhal başka bir soruya geçti:
- Birimlerin varoluş noktası nedir... Sonu nedir..?
- Birimlerin varoluş noktası, Tümel aklın îcat vasfıdır! .. Sonu ise birimin sonsuzlukta, tümel aklın o vasfını sürekli olarak değişik şekillerle aksettiregitmesi..
Eğer mutlaka bir son kabullenmek gerekirse; birimin, tümel aklın aksettiricisi olduğunu idrak etmesini bir son olarak kabul edebiliriz...
Bundan ötesi ise sonsuzluktur... Çünkü, tümel akıl için son düşünülemez, yani vasıfları için! ..
Aynha, henüz ilk dönem gelişme sınavını veren Elf'in bu cevaplarını olumlu buldu...
Elf, tümel aklın en kapsamlı bir aksettiricisi olmağa namzetti... Bu yüzden de artık bir takım görüşmelere, temaslara başlayabilirdi...
Elf, artık Dünyalılar ve Setri'liler ile bağlantı kurup, onların yaşam ve düşünce düzeylerini yakından incelemeğe rahatlıkla hak kazanmıştı, bu cevaplarıyla...
Elf, daha dünyalılarla ve Setrililerle görüşmeğe başlamadan önce niçin böyle bir sınava tâbi tutulmuştu...
Bunun sebebi şu idi...
Elf, şartlanmasız bir ortamda, bilgi birikimi sistemi ile gelişen salt akıl birimi idi.
Dünyalılar ve Setrililer ise, onların yapılarına tamamıyla zıt düşen bir ortamda, şartlanmalar düzeyinde yetişen ve daha sonra bu şartlanmalardan sıyrılabildikleri oranda kendilerini tanıyan varlıklardı...
Elf, bu gerçekleri bilmeden onların arasına girseydi, temel prensipleri bilmemesi sebebiyle, onlardan gelecek olan birimsel şartlanmaları gerçek bilgiler sanıp, öz yapısını şartlanmışlığın karanlığında kaybedebilirdi...
Bu yüzdendir ki, İdepya'da yetişen tüm salt akıl birimleri temel bilgi birikimlerini tamamlamadan Dünyalılarla ve Setrililerle temasa geçemezlerdi.
Aynha, bu cevaplardan hoşnutluğunu ifade etti...
-Temel prensipleri, gelişim oranın ölçüsünde tamamlamış sayılırsın Elf! . Artık Dünyadan biri ile temasa geçebilir, onların yapılarını, fikir düzeylerini bilfiil inceleyebilirsin...
-Teşekkür ederim Aynha! Ancak bu arada sormak istediklerim var şimdi.
Onlardan herhangi biriyle mi temas kurmalıyım, yoksa içlerinden bir seçim yapmam gerekir mi... İlk sualim bu?
-Şâyet herhangi biriyle temas kurarsan, büyük bir ihtimalle maddesel yaşam veya hayvansal düzey içindeki bir birime rastlarsın, ki bu da amacına yararlı olmaz! ...
Hiç değilse, insânî birim olduğunun farkında olan birini bulmalısın ki, hem senin deney ve gelişmene faydalı olsun, hem de sen ona yararlı olabilesin...
-Aynha, ek bir sorum var... Maddesel yaşam veya hayvansal yaşam dedin... Bundan kastın nedir..?
-Bak Elf, maddesel yapıda, birçokları maden, nebat ve hayvan aşamalarını tamamlamış ve insan cesedine bürünmüşlerdir; ancak tümel aklı aksettiricileri, nebat veya hayvan aşamalarını geçememiştir... Bu yüzden de dış yapı ile çelişkisi, tümüne vâkıf olmayanları yanıltır...
-Aynha, maden, nebat, hayvan ve öz mânâda insan düzeyindeki dünyalıları misâller ile tanımlayabilir misin? ..
-Bak Elf, bir birim görürsün oraya gittiğinde... Sûreta insandır! .. Ancak yaşam düzeyini incelediğinde görürsün ki, fikrî îcat düzeyi sıfırdır. Davranışları, tümüyle yetişme süreci içinde aldığı şartlanmalar ile bedensel ihtiyaçlar gereği olarak ortaya konmaktadır... Bedenî zorunluluk olmasa, yeme, içme, uyuma karşı cinsle temas kurma gibi davranışları bile ortaya koymaz. Fikrî hiçbir îcâdı yoktur. Bu madde düzeyindeki insansıdır! .
Nebat (bitki) düzeyinde olanda ise hareket etkendir. Bu da tamamıyla şartlanmalar ile yaşar, ancak hareket onda kendini ortaya koyar... Bir şeyler yapmak ister... Ancak bütün bunlar şartlanmalar veya bedensel zorunluluklar doğrultusunda ortaya çıkar... Atıllık burada yerini hareketliliğe terketmiştir... Bunda şartlanmalar ölçüsünde ve istikametinde bedenî zorunluluklara doğru hareket görülür çoğunlukla... Bu da insansıdır!
Hayvan düzeyindeki görünüm insansıya gelince... Bunda da etken olan şartlanmalar, bedenî zorunlulukların en iyi şekilde giderilmesi yolundadır. Devamlı hareket halindedir ve her bir hareketinden amaç da daha iyi yemek, içmek, daha çok cinsel münasebetlerde bulunmaktır. Bu yaptıkları, şartlanmaların hükmü altında olarak, bir gayedir kendisi için... Sadece kendisini veya kendisiyle birlikte çok sevdiği birisini düşünür...
İnsan düzeyindekine geldiğimizde ise; onun durumu çok farklıdır. Öncekilerde olanlar, onda da vardır; ancak bunlar onun yaşamında diğerlerinde olduğu kadar geniş yer tutmaz. Bedenî zorunluluklar sonucu olarak, belli bir ölçüde yapar yaptıklarını. En önemli taraf da, bunlar gaye değil, vasıtadır. Gayesi ise, kendisinin ne olduğunu bilmek, çevresinde gördüklerinin aslının ne olduğunu anlamak, geleceğinin ne olacağını görebilmektir.
İşte bu düzeye ulaşmış olanlar, 'insan' kavramına ' ilk basamak' olarak hak kazananlardır. Bu idrak düzeyindeki, gelişme kapsamı oranında özyapısına erişir ve en sonunda şâyet kapasitesi müsait ise, bizler gibi tümel aklın tam bir aksettiricisi olabilirler.
'İnsan' genel adıyla tanınan türdeki çeşitli sınıfları sana şöyle bir örnek ile de açıklayabilirim...
İnsan sûretinde bazı birimleri göreceksin ki; boyunlarının üstünde sanki baş yoktur! .. Kuru bir, başsız gövde gibidirler... Bedensel dürtülerinin doğrultusunda yer-içer, çiftleşir ve gözlerinin gördüğüne sahip olmak için yaşar, geçerler...
Bir kısım insanlar da vardır ki onların boyunlarının üzerinde sanki baş yerine bir teyp cihazı vardır... Onlarda bir öncekilerin yaptıklarına ilâveten, çevreleri kendilerini nasıl şartlandırırsa, o istikamette yaşarlar... Tıpkı bir android gibi! .. Çevreleri kendilerini nasıl şartlandırıp, belleklerine ne yüklerse, o şeyi hiç düşünmeden eleştirmeden olduğu gibi doğru diye kabullenirler ve bu aldıklarını da aynen çevrelerindekilere aksettirirler! .. Kısacası, bir teyp bandı gibi, çevrelerinden ne alırlarsa aynen onu yansıtırlar, aldıklarına hiç bir düşünsel katkıları yoktur! ..
Az bir kısım 'insan' daha vardır ki; onların da boyunlarının üstünde, sanki baş yerine bilgisayar vardır! Düşünme, değerlendirme, yorumlama, ve bunlara göre de kendi yaşamlarına yeni bir yön çizebilme yetisine sahiptirler! .. Bunlar sanki bilgisayar düzeyine yükselmiş insanlardır...
Kolay kolay şartlanmalar ile yaşamlarına yön vermezler... Her şeyin özünü aslını araştırırlar ve sürekli yeniye ve bilgiye açık bir şekilde yaşarlar... Bunlar gerçek anlamıyla 'insan'lık sınıfının alt tabakasıdır...
-Bunun da ötesindekiler mi var Aynha? ..
-Evet Elf! .. Bunlardan öte, gerçek anlamda 'İNSAN' olan; bizlerden biri olduğu gerçeğine henüz dünyada iken erişmiş ve âdeta Dünyalılar arasında 'garîb' kalmış 'Özben' birimleri vardır ki; onları sana ne kadar anlatmaya çalışsam anlatamam! ..
Çünkü onlar, tüm Dünya değer yargılarını aşmışlar, Tümel aklın gözü, kulağı, dili olmuş; Evrensel Sırlara sahip, insanlara ışık tutan birimlerdir... En az, senin kadar gerçeklere vâkıf olmuş; bedeni itibariyle insan-beşer yaşantısı içinde; ancak, bunun ötesinde evrensel kozmik bilinç ile özdeşleşmiş birimlerdir ki onlar; tümel aklın insanlar arasındaki ÖZ sahibi şahitleri, uyarıcılarıdır..
-Demek insanlar arasında böyleleri de vardır Aynha! ..
-Unutma ki Elf, Tümel akıl, her âlemde, tüm mükemmeliyetiyle seyreden gözlere, işiten kulaklara ve konuşan dillere sahiptir...
Ama o ortamın diğer birimleri, bunların farkında bile olmazlar, algılama kapasiteleri dışında kaldıkları için! .. Onları da, kendileri gibi biri sanırlar! . Zaten, beyinleri onları değerlendirebilecek düzeyde gelişmediği için, bildirilse dahi ellerinden bir şey gelmez! ..
-Peki, ben Dünya'da bunlardan biriyle mi iletişim kuracağım? ...
-Hayır Elf! .. Ne senin, onlara bir katkın olabilir; ne de onlar sana gerek duyarlar! .. Çünkü onlar, her şeyi ÖZLERİNDE bulmuşlardır...
Sen, bir önce söylediğim sınıftan birisiyle iletişim kurmalısın..
Düşünen, araştıran, yeniye açık, şartlanmaların dışına çıkabilecek güçte bir kimse bulup, onunla temas kurarsan, hem ona faydalı olursun, hem de gelişmende, onun geçirdiği halleri öğrenmenin büyük faydası olur. Bunlar da umumiyetle, maddecilik deniziyle mâneviyatçılık yani spritualizm denizlerinin birleştiği bölgede, Orta Doğu diye adlandırılan alanda yaşarlar
Orta Doğu, batının maddiyatçılık fikri ile doğunun Spritualizminin çatışmasından, hakikatin çıkabildiği bir bölgedir dünya üzerinde. Bu sebeple çok yönlü bir araştırmacı, senin için en iyisidir
Aynha, burada sustu...
Elf, bir süre durdu... Dünya'ya yöneldi ve sonra sordu:
-Aynha, lütfen sen bana en yararlı olabilecek birisini bulur musun? .
Aynha bir an durdu, araştırmaya daldı... ve cevapladı...
-Dünya yaşamına adapte olmadan benimle temas kur... Sana hangi ülkeden kiminle iletişime geçeceğini bildireceğim.
Ancak bil ki, bu kişi, sana çok geniş bir sual sahasında karşı çıkacak ve seni pekçok evrensel sırları açıklamak zorunda bırakacaktır... Ve sen onun bütün sorularını cevaplamak zorundasın! ..
Şâyet bir sualin cevabını veremezsen, anında benimle buluş ve onu cevapsız bırakarak zor duruma düşürme.
-Peki Aynha! .. Dediklerine aynen riayet edeceğim...
* * *
İLK GÜN
- Cem, ben soyunuyorum, lütfen kapıya bakar mısın..?
Cem, çalışmakta olduğu yazıhanesinin başından kalkarak, kapıya doğru yürüdü... Saatine baktı onbiri yirmi geçiyordu...
'Bu saatte kim olabilir ki? ' diye düşündü koridor boyunca geçerken...
Cem, felsefe öğretmeniydi. Eşi Gönül ise bankacı... Cem'den dört yaş küçük! .. Bir bankanın dış ticaret şefiydi.
Cem, çevresinde oldukça anlaşılması güç bir insan olarak tanınırdı...
Kimse onun gerçek fikirlerine erişemezdi... Kâh o fikirde görünürdü, kâh bu fikirde... Ama doğrusunu sorarsanız, kendisi de kesin bir görüş tespiti yapamamıştı henüz! ..
Felsefe mezunuydu, felsefe hocasıydı ve lâkin baştan sona komple bir görüşe sahip olamamıştı bir türlü...
Hangi görüşü ele alsa bir yığın cevaplanamayan suallerle karşılaşırdı...
Bu gece de Hind felsefesi üzerinde çalışıyordu..
Gözleri elindeki kitabın satırları üzerinde dolaşırken kulağına kapı zili sesi geldi...
Kalktı, yürüdü ve kapıya uzandı ve göz deliğinden dışarı baktı... Karanlıktı kapı önü! ..
Aydınlık düğmesine bastı... Aydınlandı dışarısı! ..
Uzun boylu, zayıfça, kibar görünüşlü genç biri bekliyordu...
Araladı kapıyı
- Kimi aradınız? ..
- Cem Bey siz misiniz acaba..?
- Evet, bir şey mi var? ..
Memleketinde, böyle gece yarısı, çok acayip şeyler olurdu Cem'in! .. Asayişsizlik dolayısıyla bollaşan soygunlardan, gizli polisin kendine mahsus çalışmalarından, çeşitli akımların kaba kuvvet, zorbalar takımına kadar her çeşitten bir olayla karşılaşabilirdi insan o ülkede...
- Sizinle felsefî bir mesele üzerinde görüşmek istiyordum...
- Gecenin bu saatinde mi? ..
- Ben hayli uzaklardan geldim... Ve sizin sürekli olarak bu mevzuda çalışmakta olduğunuzu da biliyorum... Meselâ şu sıralarda, Hind felsefesiyle yakından ilgileniyorsunuz... Belki de içeride o hususta çalışıyordunuz şimdi...
Cem bu cevap karşısında şaşırdı ve duraladı bir an...
Karşısındaki adam, tahmin yürütür bir edâ ile, onun kapıyı açmadan evvel yapmakta olduğu işi söylemişti... 'Bunda bir iş var! ' Diye düşündü ve ihtiyarsız olarak bir adım geri çekildi..
- Buyurun! ..
Adam içeri girerken, Cem holün salona açılan kapısına uzandı...
Adam konuştu..
-Çalışma odanızda konuşsak..?
Cem'in kafası gene karıştı... O kapının çalışma odasına açılmadığını gerçekten mi biliyordu yabancı, yoksa misafirler salona alınır diye tahmin mi yürütmüştü...
-Şeyy... Çalışma odam biraz dağınıktır da... Ama arzu ediyorsanız...
Ayrıca, bir çalışma odası olduğunu nereden biliyordu?
Dairenin arka odalara açılan kapısına uzandı ve açtı...
Gönül, arka tarafın kapısının açıldığını duyunca yatak odasından seslendi Cem'e sordu:
- Ne oldu Cem, bir şey mi var? ...
- Bir misafir geldi de! .. ' Biz' çalışma odasındayız! ..
'Biz' kelimesinin üstüne basarak konuşmuştu Cem... Gönül'e misafirin o anda yanında olduğunu anlatmak istemişti...
Gönül'de Cem'in anlatmak istediğini anlamış ve üstelememişti...
Ve yabancı ile Cem çalışma odasına girdiler. Cem kapıyı kapadı...
- Oturmaz mısınız? ...
Çalışma masasının sol tarafına rastlayan bir koltuğu gösterdi...
Yabancı oraya oturdu... Cem'de çalışma masasının başındaki koltuğa...
Kitaplar vardı masasının üstünde, açık... Aslında bir yazı masası da değildi önünde oturduğu... Büyük bir kütüphane... ortada açılan geniş bir kapak.. İki yanından zârif, fakat sağlam zincirlerle gövdeye bağlı... Böylece üzerinde çalışılabilir bir masa şeklini alıyordu kütüphane...
Cem hemen söze girdi...
-Hayli uzaklardan geldim, demiştiniz yanılmıyorsam... Sorabilir miyim nereden? ..
Yabancı, tatlı, samimi bir ifade ile yüzüne baktı... Sanki, benden korkma endişe etme, rahatla, demek ister gibiydi...
Gerçekten de bu bakış rahatlatmıştı Cem'i...
Koltuğa biraz daha yerleşti ve rahat fakat soran gözlerle misafirine baktı.
Yabancı, Cem'in lisanını aynen Cem gibi konuşuyordu, ama kelimeleri, harfleri öyle bir şekilde telâfuz edişi vardı ki, gören bu lisanı yeni öğrenmiş hata yapmamağa çalışan biri sanabilirdi...
-Lütfen anlatacaklarımı dikkatle dinleyin... Biliyorum çok şaşıracak belki de önce inanmayacaksınız, ama sizi inandıracağım... Ancak bu defa da şaşkınlık dikkatinizi dağıtmasın...
- Rica ederim!
Cem, yabancının çok değişik birşeyler anlatacağını anladı... Ama ne gibi şeyler acaba..
- Buyurun, sizi dinliyorum..?
- Benim adım Elf! .. Uzaydan geldim!
Evrenin öbür ucundaki Kurgas dize yıldızlarından İdepya'dan! .
Cem, bu sözleri ciddiye alıp almamayı düşündü bir an. Acaba bir zararsız deli miydi karşısındaki... Bir manyak da olabilirdi! ...
Yabancı onun kafasından geçen bu düşüncelere sahipti...
- Yoo, öyle düşünmeyin sakın... Deli falan değilim! .. Şizofreni vakası ile de karşı karşıya değilsiniz! .. İnanması çok güç sizin için, bunu biliyorum... Ama, gene de inanmalısınız bana! ..
Cem kendini toparladı...
- Söyledikleriniz imkânsız olarak geliyor... Kusura bakmayın ama bunu nasıl ispatlayabilirsiniz? ..
- Evet, bu söylediklerimi size ispatlamam lâzım... Biliyorum, ispatlayacağım da; ama şunu da söylemeliyim size. İspatladıktan sonra da, olağanüstü bir durumla karşılaşmanızdan dolayı, sakın korkmayın benden! Çünkü gayem sizi korkutmak, size zorla hükmetmek değil! ..
Sadece sizleri bilfiîl tanımayı arzu ediyorum ve sizlerle fikir alışverişi yaparak bilmediğiniz şeyleri öğretmek istiyorum...
- Önce bunu ispat eder misiniz lütfen...
- Hay hay! ...
Yabancı ayağa kalktı ve elini Cem'e uzattı...
- Tutun elimi lütfen! ..
Cem'de yerinden kalktı ona doğru yürüdü ve kolunu uzatarak yabancının elini tutmağa çalıştı, fakat! ..
Eline hiç bir şey gelmedi! .. Tekrar gördüğü noktadaki eli tutmağa çalıştı... Fakat boş! ..
Bu defa şaşkın bir vaziyette yabancının üzerine yürüyüp, onu kollarından yakalamak istedi.. Elleri havada birbirine kavuşuverdi, yabancıyı tutmak yerine! ...
Kafası durmuş gibiydi... Yabancıyı, karşısında, olduğu gibi, bütün detayları ile görüyor, buna karşılık tutmak isteyince, havayı dövüyordu! ..
'Rüya mı görüyorum acaba? '
Diye düşündü...
Yabancı onun bu düşüncesini de anlamıştı...
-Hayır rüya görmüyorsunuz... Yaşamakta olduğunuz hayatın içindesiniz... Ama benim, sizin gibi elle tutulur, maddeden oluşmuş bir vücudum yoktur ki, onu tutasınız! ..
Uzaydan geldiğimi söylemiştim size... Bunun ispatı da elle tutamadığınız; maddeden meydana gelmiş bir bedenimin olmayışıdır...
--
Bilmem şimdi inanabildiniz mi bana...?
Cem şimdi inanır gibi olmuştu yabancının uzaydan geldiğine...
Bir anda aklına Gönül'ü çağırmak geldi... Bakalım o da kendisinin gördüklerine aynen şahit olacak mıydı...
Ve yabancı ondan evvel konuştu:
- Evet bu iyi fikir! .. Çağırın eşinizi! .. Bu hususta birbirinize yardımcı olabilirsiniz...
Kafasından geçenlere yabancının sahip olduğuna iyiden iyiye inanmıştı Cem! ..
- Peki..
Dedi, kafası durmuşa yakın bir halde çalışırken; yürüdü yatak odalarına doğru...Yatak odasının kapısını ittiğinde, Gönül tuvaletin önüne oturmuş, yüzünün makyajını temizliyordu... Üstünde geceliği vardı...
Aynadan kapıda duran eşini gördü ve seri bir dönüşle ona dönerek sordu:
- Ne var Cem? .. Ne oluyor? ... Nedir bu halin?
Cem kekelercesine konuştu...
- Şeyy, ne var hâlimde? ..
- Daha ne olsun! .. Suratın bembeyaz! .. Sanki umacı görmüş gibisin! .. Gözlerin anlamsız bakıyor!
- Şeyy... içerideki yabancı var ya...
- Eeee... ne olmuş yabancıya? ..
Cem bir çırpıda sıraladı düşündüklerini:
- Uzaydan gelmiş biri o! ..
Gönül oturduğu yerde rahatladı ve sırtını tuvalete dayadı..
- Hay Allah! .. Ben de cidden kötü birşey oldu sanmıştım haline bakınca...
Gönül, Cem'in latîfe ettiğini sanmıştı... Cem üsteledi:
- Gönül, ciddi söylüyorum, inan bana! ..
- Cem, ne söylediğinin farkında mısın? .. İçeride, uzaydan geldiğini iddia ettiğin biri olduğunu söylüyorsun bana..! ?
- Evet Gönül, sana ne söylediğimin farkındayım! .. Ve gelip senin de görmeni istiyorum.
Gönül merakla ayağa fırladı ve kapıya giderken duraladı birden...
- Bu kıyafetle mi? ...
Üstünde çok kısa bir gecelik vardı...
Cem elinden tutup çekti onu...
- Senin vücudundan bir şey anlamaz o! .. Çünkü, maddesel bir bedenî yok! ..
Gönül karşı koydu...
- Dur Cem! .. Sen şaşırmışsın! .. Bari şu sabahlığımı alayım üstüme! ..
Uzandı ve iskemlenin üzerine atılmış duran mavi sabahlığı alarak üstüne geçirdi... Önünü kapattığı sırada, Cem onu şiddetle çalışma odasına doğru sürüklüyordu...
Kapının önüne gelince bir an duraksadı Cem ve ona döndü:
- Lütfen sakın korkma! .. Hiç de zararlı biri değil! ..
Ve içeri girdiler...
Yabancı Cem'in bıraktığı yerde duruyordu, yalnızca bu defa, kapıya dönük bir halde idi. Aynı tatlı, canayakın tebessümü ile onlara bakıyordu.
- Özür dilerim, sizi rahatsız ettim gecenin bu saatinde...
Diye gönle ferah veren bir sesle konuştu...
Gönül'ün karşısında, gördüğü adamın bir uzaylı olabileceğine hiç aklı kesmedi.
Cem tanıttı...
- Uzaydan gelen dostumuz Elf! ..
Cem'in tanıtımı, Gönül'e işin ciddi olduğuna dair bir kanaat getirmişti... Ama anlamamıştı da gerçeği! ..
- Şey yani, uzaydan mı geldiniz siz? ...
Yabancı, aynı yumuşak ve samimi edâ ile konuştu...
- Evet... Kurgas dize yıldızlarından olan İdepya'danım! ..
Gönül içinden geçirdi:
'Acaba bir şakamıydı bu? .. Cem'in, tanımadığı bir arkadaşı falan mıydı karşısındaki genç adam? '
Yabancı devam etti:
- Hayır katiyyen şaka değil bu! .. Cem'in sizin tanımadığınız bir arkadaşı filân da değilim... İnanmağa çalışın lütfen! ..
İçinden geçirdiği fikri bilmesi, Gönül'ü inandırmıştı biraz...
- Yani, siz şimdi uzaydan geldiğinizi, bir dünyalı olmadığınızı mı iddia ediyorsunuz? ...
- Evet! .. Ancak bizim, sizler gibi maddeden oluşan bir bedenimiz yoktur... Şayet inanmıyorsanız, beni tutmağa çalışın! ..
Gönül, adamın uzattığı ele ihtiyarsız bir şekilde uzandı ve tutmak istedi... Ama buna muvaffak olamadı! . Eli havayı dövdü! Tekrar çabaladı... Boş!
Cem'e döndü ve sordu:
- Hayâl mi görüyoruz biz? ..
Cem'den evvel yabancı cevap verdi...
- Lütfen evvelâ şaşkınlığınızı giderin ki, ne olup bittiğini daha iyi anlayabilesiniz! ..
Cem bir şey söyleyemiyordu... Gönül de çok şaşkın bir haldeydi... Susuşmayı Cem bozdu...
- Oturalım mı? ..
Yabancı geriledi ve az evvel oturduğu koltuğa bıraktı kendisini...
Cem, eski yerine otururken, Gönül de, Cem'in yanına az ötedeki iskemleye ilişti...
Yabancı, çok sakin, rahat bir şekilde oturuyordu koltukta ve aynı mütebessim çehre ile onları süzüyordu...
Kendilerini toparlamalarını bekliyordu...
Cem rüya görmediğini, olağanüstü bir olayı yaşadığını farketmişti... Ancak meseleyi nasıl izah edebileceğini ise hiç düşünemiyordu...
Gönül ise, hiçbir yorum yapamaz bir halde, sadece şaşkın bakışlarla karşısında oturan yabancıyı seyrediyordu....
Yabancının normal bir insandan hiçbir ayrıcalığı yoktu... Yüzü, eli, ayağı, bedeni tamamıyla bir insan gibiydi... Değişik olan hiçbir tarafı yoktu... Sadece, tutulmak istendiği zaman, tutulamamıştı! .. Hepsi o kadar...
Takriben 1.80 m. boylarında, 75 Kg. civarında uzun saçları yana taralı; elâ gözlü, oval yüzlü, geniş omuzlu; otuzbeş-kırk yaşlarında birisi idi...
Cem birazcık toparlamıştı kendisini ki ilk soruyu sordu:
- Maddeden oluşan bir vücudunuz yoksa, biz sizi nasıl oluyor da görebiliyoruz? ..
-Bunu size anlatması hayli güç olacak! .. Ama anlatmağa çalışayım...
Bu bedenin gerçekten benim ile hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak sizlerle daha kolay temas kurabilmek, sizleri daha rahat bana adapte edebilmek için meydana getirdiğim bir bedendir bu! .. Ve şayet isteseydim, sizler bu bedeni tutabilirdiniz de... Ancak bana inanmanızı kolaylaştırmak için tutamamanızı tercih ettim...
Yabancı ayağa kalktı ve elini uzattı Cem'e...
- Şimdi deneyin elimi tutmayı...
Cem, merakla kalktı ayağa ve hemen elini tuttu yabancının... Evet, tutabilmişti bu defa! .. Acaba geçen defa aldanmış mıydı? ...
Yabancı konuşmasına devam etti...
-Hayır öyle düşünmeyin! .. Geçen defa ben arzu etmediğim için beni tutamadınız! .. Nitekim şimdi de istesem, gene tutamazsınız... Evet... işte böyle...
Cem daha yabancının elini bırakmamıştı ama, birden yabancının eli avucunun içinde kayboluvermişti! ...
Cem yine şaşkın baktı yabancının gözlerine ve gerileyerek bıraktı kendini koltuğuna...
- Lütfen anlatır mısın nasıl oluyor bu iş? ..
- Size anlatmağa çalışayım... Ancak anlamadığınız bir anda sözümü derhal keserek, o noktayı daha fazla açıklamamı isteyiniz benden... Çünkü, geride boşluk kalmasını istemiyorum hiç...
Gönül burada söze karıştı:
- Siz, hayâl misiniz, yoksa gerçek mi? ..
Yabancı cevap verdi:
- Evet, buradan söze girebilirim... Ben, görüntü yönümle hayâl sayılabilirim... Ama, varlığım açısından kesinlikle bir gerçeğim! ..
Cem anlayamamıştı birden... Sordu:
- Yâni, şimdi biz hayâl mi görüyoruz? ..
Elf izaha çalıştı:
- Muhatabınız olan ben, gerçekte hayâl olmayan, orjinal bir varlığım! .. Ancak, benim varlığımın; sizin öz varlığınız gibi, maddeden meydana gelmemiş bir yapısı vardır! .. Buna madde ötesi bir varlık da diyebiliriz...
Gönül sordu:
-Ya bu gördüğümüz beden? ..
Elf kesin konuştu:
-Gördüğünüz bir hayâldir! ..
Cem daha fazla açıklama istedi:
-Biz şimdi gerçek yönünle seni görmüyor muyuz yani? ..
-Hayır! .. Ben, sizin yabancılık çekmemeniz, fazla korkmamanız için, size benzer bir beden görüntüsüyle karşınıza geldim! .. Gerçekte ise benim böyle bir bedenim yoktur... Hatta istersem, şu anda bu bedeni dahi yok edebilirim... Bakın! ..
Bir anda karşılarındaki koltuk bomboş kalmıştı! ..
Cem ve Gönül birbirlerine bakakaldılar...
İkisi birden bir şey söylemek istedi... Sonra ikisi de karşısındakine söz hakkı tanıdı... Ve bu defa ikisi birden susmuş oldu...
Çok kısa bir aradan sonra, Elf adıyla kendisini tanıtan yabancı koltukta yeniden peydah oldu...
- İşte böyle! .. Size az önce de söylediğim gibi, madde ötesi bir varlığım ben! .. Ancak, sizinle iletişim kurmak istediğim anda, beyninizde, görüntü merkezine gönderdiğim bazı dalgalar ile bu görüntüyü oluşturuyorum! ...
Ve siz de, gördüğünüz diğer şeylere kıyaslayarak benim 'var' olduğumu sanıyorsunuz...
Cem sözünü kesti:
- Ya size dokunup tuttuğum an? ..
-İşte o anda da dokunma merkezinizi etkileyerek, sizde tutuyor duygusunu meydana getirdim. Ve böylece siz de maddesel bir varlığı tutmuş olduğunuzu zannettiniz...
- Peki öyleyse gerçekte siz neredesiniz şu anda? ..
-Bu sualinize şöyle cevap vermeğe çalışayım... Şu anda burada bir radyonuz olsa ve çalsa, radyonuzun verdiği sesler nereden gelir? ...
- Verici istasyonundan! ..
- Peki, şu anda burada bir verici istasyon mu var? ..
- Hayır, sadece istasyonun yaydığı ses dalgaları var...
- Peki bu dalgalar odanın neresindedir? ..
- Bilmem! ..
- Evet, işte şayet bir misâl vermek gerekirse; bizim yapımız da bu göremediğiniz ses dalgalarına benzer... Ancak sizin mevcut duyularınızın ve teknolojinizin tespit edemeyeceği ölçüde değişik bir yapı ile! ..
- Peki burada ne arıyorsunuz? .. Yâni dünyada..?
Diye Gönül söze karıştı...
- Bizim yetişme sürecimiz içinde, tam olgunlaşabilmemiz için evrenin bütün sırlarına vâkıf olmamız gerekir. Bunun içinde aklın açığa kapsamlı olarak çıktığı bütün sistemleri tam olarak yakından inceler ve böylece onlardaki varoluş sırlarını kavramaya çalışırız. Bu yolla da Evrensel sırlar idrâk yansıtıcımızda yerini bulur...
Cem söze karıştı ve sordu:
-Evrende başka canlılar da var mı? ..
-Bakın biz, 'başka canlılar' tâbirini kullanmayız! .. Çünkü, evrende canlı olmayan hiçbir şey yoktur! ..
Ancak sizler, kendi yapınıza uymayan varlıkları 'Cansız' olarak niteler ve bu yüzden de büyük yanılgılara düşersiniz...
Varlık birimleri arasındaki fark, onlardaki 'canlılık' yönünden değil 'akıl' yönündendir! ...
Zîrâ, hiçbir maddesel görünüm vermeyen salt ışınsal enerjiden; dünyanızın dağ, taşlarından, şu bedenlerinize kadar 'her şey canlıdır' ve kendi bünyesinde devamlı bir hareketlilik içindedir...
-Yâni, siz atomik yapıdaki hareketlilikten bahsediyorsunuz..?
-Atomik yapı dediğiniz, salt ışınsal enerji ile salt madde arasında kalan bir geçiş tabakası sayılabilir... Gerçekte, eğer ifadeye getirmeğe çalışırsak, şöyle diyebiliriz:
'Canlılığın' başlangıcı salt enerji; maddeye dönüşüm noktası atomik yapı; nihayet bedene göre 'canlılık' ise hareket hâlindeki madde birimleridir.
- Şeyy, biz şu sualimize dönsek... Yâni, bizim gibi akıllı varlıklar var mı evrende? ..
Diye, Gönül sorusuna açıklık getirdi büyük bir merak içinde...
Elf, bu soruyu da cevapladı:
-Evrende, aklı, sistemli şekilde, kapsamlı hâle getirme yolunda olan, üç tip varlık vardır...
Birincisi, maddesel bir beden içinde yaşantısını sürdüren ve kendini bulmağa bu şartlar içinde çalışan 'insan' adı verilmiş birimler...
İkincisi, sizler gibi maddesel bedenleri olmasa da, gene de maddeye dönük mikro dalgalardan oluşan ve bu oluşuma rağmen de, madde ötesi bir bedenleri ile güneş sistemi içinde yaşayan 'Setri'liler...
Üçüncü olarak da, sadece 'akıl birimleri' olarak varlığı olan, buna karşılık hiç bir madde ötesi yapı ile dahi alâkası olmayan saf akıldan ibaret olan bizler...
Cem anlayamamıştı:
-Yâni, sizinle Setri'liler arasındaki fark nedir?
-Şu an için şöyle anlatayım...
Setri'lilerin, asıl yapıları sizin X- Ray dalgaları dediğiniz türden, ışınsal bir yapıdır. Akıl da bu ışınsal yapının davranışlarını düzenler...
Bizde ise böyle bir dalgasal yapı yoktur ve sırf akıldan ibaretiz! .. Ancak, gerek duyduğumuzda, Setrililer veya Dünyalılar ile temas kurabilmek için, bu ışınsal yapıyı meydana getirebiliriz...
-Nasıl? ..
Diye atıldı Gönül...
-Özür dilerim, ama bugünkü bilgi seviyenizle, bunu size anlatmam mümkün değildir!
Cem'in de aklı tam kavrayamamıştı bunları pek... O karşısındaki hayâlin aslını merak ediyordu şimdi...
- Bize yaşadığın âlemden sözetsene biraz! ...
-Memnuniyetle... Kurgas dize yıldızları, deriz bizim içinde bulunduğumuz sisteme...
Sizin güneş sisteminizin, çok minik bir bölümünü teşkil ettiği samanyolunun, çok daha ötesindeki bir sistemdir bizimki! ..
Ancak, sizin bilim adamlarınız bizim dize yıldızları tespit edemez! .. Çünkü, maddesel bir kitle halinde değildir Kurgas dize yıldızları... Kezâ bizim İdepya'da! ..
Enerji kitlelerinden ibarettir, bizim bütün sistemimizin yıldızları... Elektromanyetik dalga birikimleri de diyebilirsiniz belki ama, tam böyle de değildir... Bizim yaydığımız dalgaları siz algılayamazsınız araçlarınızla! . Buna benzer bir şey işte...
Bizde zaman birimi yoktur gerçekte! .. Ama olayların sıralanışını ifade için gün deriz... Ancak bu tâbirler, sizde olduğu gibi yıldızların devrine işaret etmez...
Şâyet size kıyaslamak gerekirse, bizim bir günümüz sizin bin yılınız gibidir... Yâni bizde bir gün geçince, sizde yaklaşık bin sene geçmiş gibi olur... Yâni, ortalama onüç insan ömrü...
- İyi ama sizde böyle ay, gün gibi kavramlar olmadığına göre bu kelimeler ne ifade ediyor aranızda? ..
Diye Gönül sordu:
-Bizde ömür üçe ayrılır...
Temel bilgi birikimi devresi... Bu devre günlerle ifade edilir! ..
Temel bilgilerin evrende tatbikiyle karşılaşmamız ve bunu bilfiil yaşamamız dönemi... bu da aylarla anlatılır...
Nihâyet, evrenin belirli bir bölgesinde, o bölgenin gelişmesiyle alâkalı olarak görev almamız; bu da sene ile ifade edilir...
-Ya senenin sonunda? ..
Cem'in bu sorusuna gülümseyerek cevap verdi Elf:
-O zaman, sizin deyişinizle ecelimiz gelmiş olur, dış dünyadan tamamıyla elimizi çekerek, öze döneriz ve özde yaşarız.
-Yâni ölürsünüz! ..
Sözün burasında bir anlık sükût oldu...
Cem'in de, Gönül'ün de kafası allak bullak olmuştu... Sanki aldıkları bilgilerin yerleşmesini istedikleri için öylece kalakalmışlardı...
Elf ayağa kalktı ve konuştu:
-Sizin için vakit hayli geç oldu...
Saate baktılar... gecenin üçbuçuğuna geliyordu... Nasıl da zaman su gibi akıp gitmişti...
-Yarın sabah ikinizde işe gideceksiniz... Görüşmemize şimdilik ara verelim arzu ederseniz... Yarın akşam gene görüşürüz...
ÖZDE! ..
...Ve bir anda odanın içinde gözden kayboluverdi Elf! .
İkisi de şaşkın birbirlerine bakakaldılar oda içinde... Nasıl gelmişti, nasıl gitmişti...
- Gitti mi yani şimdi uzaylı? ..
Diye sordu Gönül..
- Galiba evet! ..
Diye cevapladı Cem..
- Herhalde devamı yarın akşam...
Gönül ayağa kalktı ve elini Cem'in omuzuna koyarak sordu:
- Cem... biz hayâl görmedik değil mi? .
-Valla hayâl de desen olur, gerçek de... İkisi öylesine birbirine girdi ki bu akşam, nerede hayâl bitip, nerede gerçeğin başladığını anlayamıyorum şu anda! ..
Cem, yerinden kalkıp yatak odasına doğru yürürken devam etti söze:
- Eğer bu hayâl gerçekse, galiba biz hayâliz! ..
Az sonra ikisi de yatağa yatmış ve tonlarla yük taşımış gibisinden yorgunlukla hemen uyuyakalmışlardı...
AHMED HULÛSİ
Akın AkçaKayıt Tarihi : 10.2.2007 11:11:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!