Ben bu tavla oyununu oldum olası sevmem, bilirim de oynamam, oynarım da her seferinde yenilirim, iyi bir tavlacı olmadığım şüphe götürmez bir gerçektir. Oynuyorsam da şayet birisi ile matrak olsun diye veya kızdırmacasına oynarım, maksat muhabbet olsun yani sizin anlayacağınız.
Yaz günü dükkânın önünde oturmuşuz bir iki arkadaş pinekliyoruz, sinekleri sayıyoruz, bitiyor, başa dönüyor bir daha sayıyoruz, ikindi vakitleri... Kadim dostlarımdan kalfa İsmail pat koltuğunun altına almış tavlayı, geldi dikildi karşıma ''Ağabey var mısın bir tavlaya en gelelisinden ve de iki mars bir terslisinden'' Hava sıcak mı sıcak İsmail'de iyi oynar bilirim ama işin ucunda şamata gırgır var '' Varım İsmail senden korkan senin gibi olsun aslanım'' tabureyi koyduk üstüne de tavlayı biz de birer tabure çektik, o arada mahalle sakinlerinden bir kaç kişide başımıza toplandı, kimi İsmail'i destekliyor, kimi beni, veletler kırdıracaklar birbirimize bizi. Neyse İsmail salladı zarları, elini de biraz sertçe göğsüne vurdu ''Hadi aslanım kemik otuz sene ben sana hizmet ettim bir kere de sen bana hizmet et'' dedi fırlattı zarları sebai dü, yani neymiş Türkçesi üç iki, döndüm İsmail'e ''Oğlum adını koyalım bari İsmail şunun'' dedim o da ''Tamam ağabey nasıl istersen lokantada mükellef bir öğlen yemeğine'' döndüm biraz çamura yatayım dedim ''Ben kazanırsam İskender yerim sen kazanırsan tavuk döner'' İsmail yemedi tabi numaramı ''Hep aynı yerden yeriz ağabey'' dedi ben de ''Tamam arkadaş espri yaptım zaten'' deyiverdim.
Aldım zarları elime salladım salladım pat düsse gelmez mi yani tercümesi üç üç. Bir içeriden bir dışarıdan kapı alırsın İsmail'e dönersin '' Nasıl İsmail kapıları beğendin mi ama bu kapılar kilitli ha'' yavaş yavaş ortam kızışmaya seyircilerde çoğalmaya başlar İsmail ''Hop de Ahmet ağabey daha oyunun başı dereyi görmeden paçaları sıvama bakalım '' İsmail tekrar alır zarları sallar sallar yine sallar dönerim İsmail'e '' Amma salladın İsmail be bizim politikacılar gibi, hadi at bakalım'' gönderiverir zarları düşeeeeş ''Ya İsmail yine tutuyorsun zarları hani geçende dediydin yeminliyim tutmayacağım diye'' döner bana ''Tutmadan nasıl atayım ağabey'' kikir kikir kıkır kıkır gülüşmeler. Sıra bana gelir sallarım dört iki yani farsçası caharı dü pat İsmail'i vurursun ''Hadi naş naş İsmail Atatürk'de vura vura kazandı oğlum Kurtuluş Savaşını ''biraz kızarmalar bozarmalar İsmail'de ''At bakalım İsmail'' sallar yine kaç geldiyse işte ''Geleee hem de şu dağlara da yan geleeee'' sinirlenir azıcık ''Tüh şansıma tüküreyim iki kapıya gele attık iyi mi'' dönerim İsmail'e ''Ben bunun kitabını yazdım İsmail kitabını hem de iki cilt üçüncü cildi de daha yazıyorum ama sen okumuyorsun ki okusan biraz öğreneceksin aslında'' yine sinir katsayısı tavanda İsmail'in ''Ya bırak Ahmet Ağabey şansın ile götürüyorsun işte bir şey bildiğin yok'' o da kendince beni sinirlendirmeye çalışıyor...
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta